İbrahim Kaypakkaya’nın babası Ali Kaypakkaya’yı kaybettik. Yıllardır, İbrahim’in anısına sıkıca sarılan Ali amcamız yarın Çorum’da son yolculuğuna uğurlanacak.
ALİ KAYPAKKAYA İBRAHİM’İ ŞÖYLE ANLATMIŞTI
İbrahim nasıl bir çocuktu, biraz anlatabilir misiniz?
İbrahim 1949’da Alaca’nın Karakaya köyünde doğdu. Birbuçuk yaşındayken annesiyle ayrıldım bu yüzden yetim kaldı. Köyden başka bir kadınla evlendim. 1954’te ikinci eşim kalp krizinden ölünce 1955’te Üçüncü eşimle evlendim. İbrahim bu sefer de ikinci analığının yanında kaldı. Elimden geldiğince ezdirmemeye çalıştım. İbrahim çok zekiydi. Köyümüzde ilkokul yoktu. İlkokulu üç ayrı köyde okuyarak bitirdi. Sonra Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nu kazandı. Dersleri bayağı iyi gitti Hasanoğlan’da. Orada bazı öğretmenlerle siyasi tartışmaları oldu. Orayı bitirince Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nu kazandı. Öğretmen okulundan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Matematik Bölümü’ne geçiş yaptı. O okulda 120 kredi üzerinden mezun oluyorlardı. 20 kredisi kalmıştı mezun olmak için ama okuldan uzaklaştırdılar. Biz Danıştay’a dava açtık. Yürütmeyi durdurma kararı aldı ancak Danıştay’ın kararına uymadılar.
»Diyarbakır’daki günlerinde neler yaşandı?
İbrahim en son Diyarbakır’da ölmeden 8 ay önce eve gelmişti. Üç gün evde kaldı, bazı kitaplarını yaktı, bazılarını bir derenin kenarına gömdü. Ayrılacağı zaman ben ‘oğlum bi daha nasıl görüşürüz, nerde görürüm seni’ deyince bana radyoyu gösterdi, ‘Kara kutu sana haberi verir’ dedi. Üzüldüğümü görünce, ‘Baba bak sağım hâlâ, başındayım. Ama birçok arkadaşlarımız öldü, onların da babası vardı senin gibi. Alıştır kendini” dedi, öylece ayrıldık. 8 ay sonra bir gün işten eve geldiğimde komşuların evde olduğunu gördüm. Ali Haydar’ın öldüğünü İbrahim’in de yaralandığını radyodan duymuşlar. Radyoyu açtım akşam yedi haberlerinde olayı anlatıyorlardı.
ŞİMDİ ON KEZ ÖLECEK İBRAHİM
Haberleri dinledikten sonra, ben ‘keşke İbrahim de ölmüş olsaydı’ deyince evdelciler neden öyle diyorsun diye kızdılar bana. Ben de ‘orda ölse bir defa ölürdü, şimdi on kez ölecek İbrahim’ dedim. Çünkü ona ne işkenceler yapacaklarını biliyordum. Sonra radyo İbrahim’in Tunceli Jandarma Komutanlığına götürüldüğünü söyledi. Hemen Tunceli’ye telefon ettim, telefona çıkan er, İbrahim’in Diyarbakır’a götürüldüğünü söyledi. O erden aldığım bilgiye göre İbrahim’in ayak parmaklarının donmuştu, boynundan ve başından yaralıydı, çok kan kaybetmişti.
Hemen Diyarbakır’a gittim. İbrahim’i görmeye çalıştım fakat bir türlü görüşemedim. İkinci gidişimde onu yine göremedim, fakat yazdığım mektubu ona götürdüler. Yanındaki er gelip bana ne durumda olduğunu anlattı, ‘ayak parmakları kesilmiş, yaraları iyileşiyor, spor yapmaya çalışıyor’ dedi.
Üçüncü gidişimden on gün önce bir mektubu gelmişti. Mektupta ‘Soruşturmam bitti, görüşmememiz için hiç bir neden kalmadı, İstanbul’daki bir olayla ilgili savunmamı istiyorlar. Zaman uzadığı için olayı hatırlamıyorum. İstanbul’a git, Avukat İbrahim Türk’ü bul. Bilinçli gel. Savunmamı bilinçli yapayım’ diyordu. Avukatla görüştüm. Diyarbakır’a gittim.
20 Mayıs 1973 Diyarbakır’a vardım. Görüşmek için gittiğimde ‘görüşemeyeceksin’ dediler. İbrahim’in mektubunu göstererek soruşturmam bitti dediğini söyledim. Neden görüşemeyeceğim dedim. ‘Suçu ağır da onun için’ dediler. Orada kimlik tespiti yapan çavuşlar vardı. Bağırış çağırış olunca Ahmet Yarbay ‘ne oluyor’ diye geldi. Askerler ‘İlle de görüşeceğim diyor’ dediler. İbrahim Kaypak-kaya’yla görüşmek istediğimi öğrenince ‘geç kulübeye’ dedi. Beni bir arabaya bindirip Sıkıyönetim Komutanlığına götürdüler. Yarbay beni orada bir odaya aldı, geliyorum dedi, gitti. Sonra yanında bir albay bir de tuğgeneralle kapıdan girdiler.
Tuğgeneral beni aşağıdan yukarı süzdü. “İbrahim’in babası mısın?” dedi. Babasıyım dedim. -‘Doğrudan doğruya söylemek olmaz ya ben söyleyeceğim, İbrahim öldü’ dedi. Ben duyunca öldürdünüz diye bağırıp çağırmaya başladım. Ben bağırdıkça o ‘Tepelerim’ diyordu. Ben de ‘zaten tepelemişsin, İbrahim’i tepele-mişsiniz beni de depeleyin’ dedim. Bayağı tartıştıktan sonra, Yarbaya döndü, ‘götürün, muamelesini yapsın, cenazesini alsın’ dedi.
Muamelesini yaptım. Belediyeden memur getirdim, 300 kuruşa tabut yaptırdım, 60 kuruşa kefen aldım. Havaalanına gelmeden önce araba aradım. Arabalar 1700 kuruş istiyorlardı. Zaten 1200 kuruşla gitmiştim. Taksicinin biri havaalanına git dedi. Uçak tek yönlü olduğu için belki ucuz götürür dedi. Akşam 6:3o’a biletimi aldım. Askerler tabutu arabaya koydular. Ahmet Yarbay da Mevlüt Karaas-lan da oradaydılar. Bir çanta koydular, İbrahim’in çantası diye tabutun yanına. Havaalanında polise teslim ettiler. Polis aradı beni. İbrahim’in savunmasını yapmak için İstanbul’dan götürdüğüm bildiri çıkınca ‘üzerinde yasak yayın taşıyor’ dediler. Ben de oğlumun isteği üzerine getirmiştim, savunmamı bilinçli yapayım diyordu dedim. “Oğlunun ölümünü duydun bunu yırtacaktın” dediler.
Değil ki bu bildiri dedim. Oğlumun ölümünü duydum. Bu sabah geldim, Diyarbakır’a indim. Akşam 6:30 oldu, bir lokma ekmek bile hatırıma gelmedi cenazeyle karşılaşınca. Bildiriyi nerede düşünecektim dedim. Öyle deyince öbür polis küfretti ona. Elinden bildiriyi aidi yırttı attı. Daha sonra 6:3o’da uçağa bindik. Sekize çeyrek kala Esenboğa Havaalanında indik. Beni arıyordu askerler. Ali Kay-pakkaya kim dediler. Benim dedim. Arkadaşların nerede diye sordular. Arkadaşlarım yok dedim. Ben yalnızım. Baktılar arkadaş yok, inanmak zorunda kaldılar. Araba aradım orada da. Cebimde para yoktu. Onlar bir araba tuttular. Polis arabasıymış. Ben arabanın içinde ağlayıp küfredip geliyordum. Evin önüne geldiğimde onlar gittiler. Sabah da bir minibüs tutup cenazeyi köye götürdüm. Giderken annesini de evli olduğu köyden alıp birlikte köye gittik. Cenazeyi defnettik, geldik.
»İbrahim öldükten sonra ailenize yönelik baskılar oldu mu?
İbrahim’in ölümünü herkes duydu, başında, her yerde, kitaplarda ismimiz çıktı. Bu sefer saldırılar aileye yöneldi. Kızım 7 ay hapis yattı, günlerce işkence gördü. Oğulumun biri üç defa üçer ay hapiste yattı, her defasında işkencelerden geçti. Onun dışında zaman zaman evimize baskınlar yapıldı, geceyarıları kapıya dayanıp kadına kıza hakaret ettiler.
1978’de Çankırılı Hasan Açıkalın diye birini öldürdüler. Benim evin önüne koydular. Sonradan öğrendik adamı ülkücüler öldürüp arabasıyla birlikte kapının önüne çekmişler. Bu baskılardan sonra eşim dayanamadı. 1978’de kalp krizi geçirdi. Acile koştuk ama adımız Kaypakkaya olduğu için bakmadılar. Toplayıp bizi çoluk çocuk nezarete koydular.
KAYPAKKAYA, ‘KARAKAYA’ OLDU
Son eşimden bir oğlum oldu, adını İbrahim koyduk. İbrahim ilkokulu Ankara’da NATO Yolu’nda okudu. Sonra ortaokula gelince İncirli’ye taşındık. Orada ortaokula kayıt ettirmek için gittiğmizde okulun müdürü daha Kaypakkaya soyadını görür görmez bize rest çekti, ‘ben bu çocuğu okula kaydetmem’ dedi. Ben kaydetmek zorundasın diye diretince mecburen kaydetti. Sonra bana ‘sen İbrahim Kaypakkaya’nın nesi oluyorsun’ diye sordu. Ben babasıyım deyince, ‘bunun değil öteki İbrahim Kaypakkaya’ diye bağırdı. ‘Onun da babasıyım’ dedim.
Okulda çocuğa baskılar devam edince bir öğretmenin tavsiyesiyle çocuğun soyadını değiştirmeye karar verdik. 18 yaşından küçük olduğu için benim de soyadımı değiştirmek zorunda kaldık. Kaypakkaya’yı Karakaya olarak değiştirdik. İbrahim ODTÜ’de Petrol Mühendisliği’ni kazandı, mühendis oldu. Bir yerde ismi hiç bilinmeyen biri bir eylem yapsa hiç dikkat çekmiyor. Ama bizim ele geçtiğimiz her yerde ismimiz bomba gibi patlıyor. Kaypakkaya diye…
(2006 BirGün)