Prof. Dr. MEHMET ALTAN
Kurulduğundan beri “çöken” bir devlet ve toplum yapısının sona erişini, ölümünü izlediğimiz bir dönemden geçiyoruz.
Kemalistlerin daha kurarken öldürmeye başladıkları bu yapının beynine son kurşunu, “öldürücü darbe” olarak sıkmak siyasal İslamcılara düştü.
Kemalizmin katı “laikçiliğinin” yerini katı “İslamcılıkla” doldurarak İslamcı bir kemalizm oluşturma hayali, kemalizmin çok çürük ve çok azap verici olan ama bu yapıyı taşıyan tek direğini, “laikliği” de o laikliğin etrafında oluşmuş “görüntü” hukuk sistemiyle birlikte kırınca geriye hukuksuzluklarla dolu bir yıkıntıdan başka bir şey kalmadı.
Bir devletin çöküşünün bütün karmaşasını, dağılmışlığını, ölçüsüzlüğünü, ilkesizliğini sarsıntılarla yaşarken aynı zamanda bu toplumun önünü açacak olan bir başka gelişmeyi daha yaşıyoruz, siyasete taşınan bütün “kutsal” değerlerin yok oluşunu.
Bugün artık ne laik kemalistlerin arkasına saklanabileceği kutsal bir Atatürk figürü kaldı, ne de İslamcı kemalistlerin arkasına saklanabileceği bir din.
Atatürk ve din perdesinin arkasına saklanan o korkunç ve kanlı hırsızlık, “dindar kemalistlerin” eşi görülmemiş aç gözlülükleri nedeniyle önündeki perdeyi parçalayıp yıktı, gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Atatürk adı epeydir zaten siyaset sahnesinin dışına itilmişti, son gelişmeler “dinin” ve “dindarlığın” etrafındaki o kutsal haleyi de parçaladı, siyasette siyasetçilerin arkasına saklanacağı kutsal bir değer kalmadı.
Çok yakın bir tarihten itibaren bu ülkede, siyasetçilerin aynı gelişmiş ülkelerdeki meslektaşları gibi “bir kahramanın” ya da bir “dinin” arkasına saklanmadan, siyasetin, hukukun ve demokrasinin gereklerine uyarak “çıplak” siyaset yaptıklarını göreceğiz.
Bu siyasetimiz için büyük bir gelişme ve değişim olacak.
Yaşadığımız bu “büyük ölümden” nasıl yeni bir toplum ve devlet çıkartabileceğimizi anlayabilmemiz için önce bu devlet ve toplum yapısının neden kurulduğu andan itibaren “ölmeye başladığını” anlamalıyız.
xxxxxxxxx
Türkiye, klasik analizlere izin vermeyecek kadar dar ve sığ bir toplumsal yapıya sahip.
Bu ülkede aristokrat yok, burjuva yok, proleter yok.
Sanayi devriminden geçmeyen bu ülkede hiçbir zaman çağdaş ülkelerle “eş zamanlı” bir üretim gerçekleşmemiş.
Peki böyle bir toplumda “ayrışmalar” neye göre olmuş?
Cumhuriyet’in kuruluş dönemine baktığımızda, üretimsiz bir toplumda “ekonominin en büyük patronu ve paranın sahibi” devletti. Toplum da devletle ilişkilerine göre ikiye ayrılmıştı. Devletin içine ya da etrafına kümelenmiş “devlet rantçıları” ile devletin kendisinden uzak tuttuğu “dışlanmışlar” vardı.
Üretimsiz bir ülkedeki kıt kaynak, devletin çevresine öbeklenenlere ayrılmıştı.
Devleti koruyanlar ve karşılığında devlet tarafından korunanlar daha ziyade “şehirlerde” kümelenmişlerdi. Devletten dışlananlar daha ziyade kasabalarda ve köylerde kalmışlardı.
Devletten beslenen “şehirliler” o andaki yönetim modeli olan “diktatörlüğü” savunuyorlar ve bu diktatörlüğün ideali olarak da “Batıcılığı” gösteriyorlardı. Diktatörlüğü savunmak iyiydi çünkü ancak bu sayede gelişmiş Batı ülkeleri gibi olabilecektik.
Devletten dışlanan “taşralılar” ise uğradıkları haksızlığa karşı bir isyan duyuyorlar ama o andaki yönetimden daha ileri bir yönetim modeli bilmedikleri için “halifeyi ve hilafeti” kurtuluş gibi görüyorlardı. Uğradıkları haksızlık ve bu haksızlık karşısındaki çaresizlik sonucu ortaya çıkan “geçmişe sığınma” güdüsü onların “gerici” olarak damgalanmasına yol açıyordu.
Böylece hiçbir şekilde gerçek ve kurumsal demokrasi talep etmeyen ve birbirinden ölesiye korkup nefret eden iki grup çıkıyordu ortaya, bütün cumhuriyet tarihi de bu iki grup arasındaki gerilim üzerine bina ediliyordu.
Çökmüş bir imparatorluğun belki de en bakımsız, en gelişmemiş parçası olan Anadolu’da kurulan cumhuriyetin siyasetinde iki temel “kutsal değerin” bulunması da, kendilerini üretimleriyle var edemeyen, kendilerini üretimleriyle tanımlayamayan iki “grubun” kendilerini tanımlamak ve özdeşleştirmek için “kutsal değerlere” muhtaç bulunmasındandı.
Devletten dışlanmış olan taşralılar dine sarılırken, devletin korumasındaki şehirliler de kutsallaştırdıkları Atatürk’e sarılmışlardı.
Bunlar, siyaset sahnesinde bir kalkan gibi önlerinde tuttukları kutsal değerlerini samimiyetle içselleştirmemiş iki zümreydi…
Devletçi şehirliler “Atatürk” derken liderlerinin hayran olduğu, kendilerinin de göklere çıkarttığı Batı’nın temel değerleri olan hukuku ve demokrasiyi reddetmişlerdi.
Taşralıların (ya da son dönemlerde şehirleşmeye başlayan, varoşlara yerleşen taşralıların) ise din diye bağırırken ve cinselliğe neredeyse hastalıklı bir şekilde akıllarını takarken çoğunluğunun dinin temeli olan ahlakla ve dürüstlükle pek alakası olmadığı özellikle bu son dönemdeki “hırsızlık” karşısındaki duruşlarıyla ortaya çıktı.
Üretimsiz bir zenginlik hayali, tek para kaynağının devlet olması, toplumda neredeyse ortak bir arsızlık ve ilkesizlik yaratmıştı.
Bu ilkesizlik neticesinde iki kesim de, kendilerini temsil eden siyasal yapıların önderliğinde kendi tabularını, kendi yolsuzlukları ve hukuksuzluklarıyla çökerttiler.
xxxxxxxx
AKP iktidara gelene kadar “şehirliler” ordu destekli bir azınlık diktasını, taraftarlarını “din ve irtica” korkusu ile “çağdışı ve kültürsüz” diye aşağıladıkları “taşraya” duyulan nefret etrafında bir arada tuttular.
Üretimin, bir hak mücadelesinin olmadığı yerde bir kitleyi bir arada tutmanın korkudan ve nefretten başka bir yolu da yoktu zaten.
Çok uzun süre devam ettirilen bu siyaset, iki kesim arasındaki nefreti gerçekten de biledi.
AKP iktidarının ilk yılları, bu iki kesim arasındaki nefreti, ortak bir “Avrupa Birliği” ülküsüyle herkesi birleştirerek ortadan kaldırma, bu iki kesimi barıştırma potansiyelini taşıyordu.
Yenilen “azınlıktaki” şehirliler “bir arada barış içinde yaşama” projesine olumlu bakmaya başlamışlardı ki AKP iktidarındaki büyük yolsuzluklar patlak verdi. Bir iktidarın normal bir siyasi yaşamda böyle yolsuzluklarla yoluna devam etmesine imkan yoktu. AKP, iktidarda kalabilmek için kemalistlerin eski oyununu devreye sokarak “nefreti ve korkuyu” canlandırdı, iki kesim arasındaki muhtemel birleşmeyi tümüyle ortadan kaldırdı.
Görünürdeki “kabuk devlet” hukuksuzlukla yıkılırken, toplum da nefretle çatlayıp ikiye ayrıldı.
Bir de Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi devlet eliyle yaratılmış “iç bölünmeler” yaşayan bu iki büyük kesim birbirlerine düşmanlaştılar.
Bugünkü şartlar altında, bu toplumun iki kesiminin yeniden bir araya gelmesi, enerjilerini ortak bir gelecek için bütünleştirmeleri, ortak bir gelecek hayali kurmaları, siyasal iklim keskin bir şekilde değişene kadar birbirlerine saygı ve güven duymaları artık neredeyse imkansız.
Bundan böyle bu toplumu ne Atatürk, ne din, ne milliyetçilik bir arada tutabilir, toplumu bir arada tutacak hiçbir değer kalmadı. Kalmaması da belki doğal çünkü bunlar siyasette kullanılan ama samimiyetle inanılıp benimsenmeyen değerlerdi.
Ortak değerleri, ortak bir ahlakı, kendisini besleyecek ve geliştirecek bir üretimi olmayan, nefretle dolu bir toplum nasıl yoluna devam edecek?
Bugünkü yapıyla, iktidarda ister laik kemalistler ister İslamcı kemalistler olsun, bu toplum varlığını dağılmadan, bir iç savaşın kanlı cehenneminden geçmeden sürdürebilir mi?
Sürdüremezse, yaşayabilmek için nasıl bir refleks göstermeli?
(t24)