Kerbela olayı: Gerçek mi mitoloji mi?

AYŞE HÜR

Kerbela olayı, Hicret’in 61. yılında, Arabi ayların ilki olan Muharrem ayının 10. gününde olmuştu. Bu günün adı Aşura idi. Kerbela olayının acısı günümüze kadar unutulmadı.
Yarın, yani 3 Kasım 2014 günü Kerbela olayının 1334. yıldönümü. İslam kaynaklarına göre Dördüncü Halife olan Ali, 661 yılında bir Harici tarafından öldürüldüğünde, Ali taraftarları oğullarından Hasan’a biat etmişlerdi. Halifeliğin kendi hakkı olduğunu düşünen Ümeyyeoğullarından Muaviye ise hemen bir ordu toplayıp Hasan’ın üzerine yürümüştü. Neyse ki, Hasan durumun vahametini idrak etmiş ve bazı şartlarla halifeliği Muaviye’ye bırakmaya razı olarak canını kurtarmıştı. Böylece 89 yıl sürecek olan Emevi dönemi başlamıştı.
Aradan 8 yıl geçmişti ki, Muaviye, Hasan’ın karısı Cude’yi, eğer kocasından kurtulursa, “ilerde halife olacak” dediği Yezid’le evlendireceğini söyledi. Teklif cazip olmalıydı ki, 669 yılında Cude kocası Hasan’ı zehirledi.

HÜSEYİN VE YOLDAŞLARI KERBELA’DA KUŞATILIYOR
Aradan 11 yıl daha geçti. 6 Mayıs 680 günü, Muaviye öldü. Halifelik mücadelesi yeniden alevlendi. Ali’nin diğer oğlu Hüseyin, Yezid’in halifeliğini tanımadı ve destek sağlamak için Mekke ve Medine’ye ardından da davet üzerine Kufe’ye doğru yola çıktı. Kafile, çoğu ‘Ehl-i beyt’ten yani Peygamber’in hanesinden 72 erkek ile kadınlar ve çocuklardan oluşuyordu. Yarı yolda Hüseyin, Yezid’in Kûfe’ye Ubeydullah bin Ziyad’ı vali olarak atadığını, Ubeydullah’ın Hüseyin’in Kufe’ye elçi olarak gönderdiği amcaoğlu Müslim bin Akil’i öldürttüğünü, Kufelilerin savaşmaktansa itaat etmeyi yeğlediklerini öğrendi. Buna rağmen yoluna devam etti. Kafile, Bağdat’ın 80 kilometre güneybatısında ve Fırat’ın 25 kilometre kadar batısında olan Kerbela denilen mevkide kamp kurmuştu ki, etrafları Ömer bin Sa’d komutasındaki birlikler (sayıları kaynaklara göre 5 bin ila 30 bin arasında değişiyor) tarafından sarıldı. Sa’d, Hüseyin’den Yezid’e biatını etmesini istedi. Hüseyin bunu reddedince, on gün boyunca Hüseyin ve yanındakilere yemek ve su verilmedi. Bu on gün içinde 70 erkek peyderpey çarpışmalarda öldürüldü. 10. gün Hüseyin, altı aylık oğlu Ali’yi kucağına alıp Sa’d’ın karşısına çıktı ve oğluna su istedi. Cevap, küçük Ali’nin okla öldürülmesi oldu. Ardından Hüseyin’in de öldürüldü. Rivayete göre 33 mızrak yarası, 34 ok yarası ve sayısız darbe izi vardı vücudunda. Hüseyin öldürülmekle kalmadı, kafası kesildi, kesik kafası önce tekmelendi, ardından bir mızrağa takıldı. Başsız vücudu yarı çıplak bırakıldı.
Bu dramatik olay, geleneğe göre, Hicret’in 61. yılında, Arabi ayların ilki olan Muharrem ayının 10. gününde olmuştu. Bu günün adı Aşura idi. Ardından değerli mallara el kondu, çadırlar yakıldı, kadınlar zincirlenerek önce Kufe’ye sonra Şam’a götürüldüler. Kadınlar kısa sürede salınıp Medine’ye gönderildiler ama Kerbela olayının acısı günümüze kadar unutulmadı.

BİRİNCİL KAYNAK VAR MI?
Yazının başında “İslam kaynaklarına göre” dediğimi fark etmişsinizdir. Burası önemli çünkü bu olayın gerçekten yaşanıp yaşanmadığı, yaşandıysa hangi tarihte yaşandığı konusunda bilim adamlarını ihtiyatlı olmaya iten nedenler var. Bir kere Kerbela olayını nedense olayın olduğu yıllarda kaleme alan olmamış. Ne Arap, ne Bizans, ne İrani, ne Süryani kaynaklarında Kerbela olayı yok günü gününe…
Bu konudaki hikayeleri ilk kez birleştiren Ebu Mihnef (ö. 774) olmuş ama yazarın Maktel El Hüseyin adlı eseri günümüze ulaşmamış. Kitabı, Mihnaf’ın öğrencilerinden Ebu Hişam El Kalbi’nin atıflarından öğreniyoruz. Bir de eserin 9. ve 10 yüzyıllarda yapılmış kopyalarından dörtü Gotha, Berlin, Leiden ve St. Petersburg’ta bulunuyormuş.
Ancak ilginç biçimde, Baladhuri (ö.893) ve Tabari (ö. 923) gibi önemli kaynaklar, Kerbela olayını anlatırken, Maktel El Hüseyin’den (kopyalarından) alıntı yapıyorlar ama yazarının adını anmıyorlar. İbn Adî’ye (ö.974) göre Ebû Mihnef aşırı bir Şiî olup, rivayetleri, hiçbir senede dayanmaz. Zehebî (ö. 1348) kendisinden ‘Râfizî’ (dinsiz) diye söz eder ve eserlerine değer vermez. Sonuç olarak bugün Kerbela olayı hakkındaki bilgilerimiz işte bu tartışmalı Mihnef’in yazdığı iddia edilen eserin kopyasının kopyasından öğrenilmiş.
Sadece bu olay değil, Hasan, Hüseyin ve Zeynep hakkında da çok az bilgi var kaynaklarda. Bu yüzden de boşluklar tarih içinde gelişigüzel (muhtemelen dönemin siyasal ve sosyal ihtiyaçlarına göre) doldurulmuş. Bugün ‘cesur yürek’ İslam tarihçileri gerçekle mitolojinin birbirinden ayrılması için bilimsel çalışmaların yapılmasını şart görüyor ama bunun pek kolay olmadığını birazdan anlatacaklarımdan anlayacaksınız.

‘KÖK METAFOR’ VE ‘KAVRAMSAL ARKETİP’
Batılı modern araştırmacılara göre ise Kerbela olayı ister gerçekten yaşanmış olsun isterse mitolojik bir anlatı olsun, içerdiği unsurlar ve tarih boyunca ele alınış biçimi itibariyle, Max Black’ın ‘kavramsal arketip’ veya Victor Turner ve Stephen Turner’ın ‘kök metafor’ kavramlarına dört dörtlük uyuyor. Bunlardan ‘arketip’, kelime anlamıyla kalıp, şablon, ilktip anlamına geliyor. İnsanlar uzun dönemler boyunca karşılaştıkları benzer olayları bir süre sonra belli davranış kalıplarına, belli şablonlara oturtmuş ve bunları kuşaktan kuşağa aktarmışlardır. Bazı araştırmacılara göre Havva ile Adem, Habil ile Kabil, Nuh Tufanı, Yedi Uyurlar, Ergenekon Destanı, Demirci Kawa Destanı gibi hikayeler ‘kavramsal arketip’ örnekleridir.
İkinci kavramımıza gelince, şiir dilinin temelini oluşturan metafor denen söz sanatı, Yunanca metapherein (bir yerden bir yere taşıma) sözcüğünden İngilizceye geçmiş. Türkçede ‘benzetme, eğretileme’, Osmanlıcada ‘mecaz’, Arapça’da ‘istiare’ kelimeleriyle karşılanan metafor, bir kavramı, kelimeyi, terimi, olguyu daha güzel ve iyi anlatmak amacıyla, başka bir sözcükle, kavramla, terimle, olguyla yerini değiştirmek demek. Örneğin Sokrates’in insan ruhunu balmumuna benzetmesi, Platon’un insanoğlunun hayat içindeki konumunu mağara kavramı ile anlatması, Feriduddin Attar’ın hakikatı arayan insanı Simurg kuşu ile anlatması, Hobbes’un mutlak güç ve yetkeye sahip devleti Tevrat’ta geçen Leviathan adlı canavarla sembolleştirmesi, Schopenhauer’ın felsefeyi çok başlı canavara benzetmesi metafor sanatına örnek olarak verilebilir.
Bana göre de Kerbela’nın kök metafor ya da kavramsal arketip olması gayet mümkün. Çünkü İslam geleneğine göre değişik yıllarda olmak kaydıyla Muharrem’in 10. günü (yani Aşura gününde) sadece Kerbela Olayı değil onlarca başka önemli olay da yaşanmış. Bunları saymakla bitmez ama bir kaç örnek vereyim: Adem’le Havva’nın Cennet’ten kovulması, Nuh’un gemisinin Tufan’dan kurtulması, Yunus’un balığın karnından çıkması, İbrahim’in Nemrut’un hazırlattığı ateşte yanmaması, İdris’in diri olarak göğe çıkarılması Yakup’un oğlu Yusuf’a kavuşması, Eyüp’ün hastalıktan kurtulması, Yakup’un gözlerinin açılması, Süleyman’ın tahta çıkması, İbrahim’in oğlu İsmail’in doğması ve daha nice olay güya hep Aşura gününde olmuş…

HÜSEYİN-YEZİD, İYİ-KÖTÜ
Ancak olayın tarihsel gerçeklik veya mitolojik anlatı olması onun önemini, anlamını, etkisini azaltmıyor, aksine, daha da anlamlı, daha da ilginç kılıyor. Burada önemli olan Kerbela olayının sembolizmini deşifre etmek.
Olayın baş kahramanları Şii anlatısına göre iki erkek, Hüseyin ve Yezid. Bunlardan Hüseyin, Manicilik, Zerdüştlükten veya Mazdekçilikten bildiğimiz ‘iyi-kötü’ karşıtlığının sembolü gibi görünüyor. Çünkü tüm anlatılarda, Hüseyin, Peygamber’in hanesinden, erdemli, dürüst, iyi, mümin, ezilen, kahraman… Adeta kusursuz biri… Yezid ise yabancı, kötü, kalleş, baskıcı, zalim, İslam’a uymayan, hilafeti gasp eden… Baştan aşağı kusurdan oluşmuş biri…
Hikayenin kadın kahramanları ise, hem Sünni kaynaklarda hem Şii kaynaklarda, esas olarak hem olay sırasında hem esaretleri sırasında çektikleri acılar, yaşadıkları aşağılanmalar ve en çok da döktükleri gözyaşı ile temayüz ediyorlar. Bu kadınlardan sadece Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep’in, acı çeken ama boyun eğmeyen, zalime sözünü söylemekten sakınmayanları temsil eden bir figür olarak kurgulanması ise ancak 21. yüzyılda olacak. (Bu konuya ilerde tekrar değineceğim.)
Kerbela olayı, hem İslam dünyasındaki Haşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasındaki çatışmaların, hem de mezhep çatışmalarının ne kadar sert geçtiğini ima eden ayrıntılarla dolu. Küçücük bir kafilenin binlerce askerle sarılması, açlık ve susuzluğa mahkum edilmesi, bebeklerin bile öldürülmesi, öldürmelerin vahşice olması, kadınların aşağılanması gibi ayrıntılar, asırlardır şu veya bu ölçekte, düzlemde süren Sünni-Şii çatışmasında, Şiilerin kendilerini nasıl hissettiklerine dair ipuçları sunuyor. (Bugün dünyadaki Müslüman nüfusun yüzde 85’i Sünni, yüzde 15’i Şii… Şiiler sadece İran’da, Yemen’de ve Suriye’de egemen konumda… Yani Şiiler genel olarak, Yezid karşısındaki Hüseyin pozisyonunda hissediyor olabilirler kendilerini.)

SÜNNİLER NE DİYOR?
Şimdi söz savunmanın: Sünni kaynaklarına göre, Hüseyin’in ölümü çok trajik ama hem olay Sünni-Şii çatışması gibi kolektif bir olayı değil, bireysel bir acıyı anlatıyor, hem de tek suçlu Yezid değil. Kufe Valisi Ubeydullah ve ordunun kumandanı İbn Sa’d da kolektif suçlular. Hüseyin’in inadı, komutanların acımasızlığı ile birleşince böyle acı bir olay ortaya çıkmış. Hatta bazı anlatılara göre Yezid, Hüseyin’in başına gelenleri duyduğunda gözünden yaş gelmiş, Sa’d’a lanet etmiş, Hüseyin’e rahmet okumuş. (Halbuki bilindiği kadarıyla Yezid, olaydan sonra Kufe Valisi Ubeydullah’ı görevinden almamıştı.) Sonuç olarak Sünni kaynaklara göre olay çok üzücüydü ama asırlarca matem tutmayı gerektirecek bir durum da yok ortada. Eğer matem tutmak gerekiyorsa öldürülen iki halife Osman ve Ali için de, karısı tarafından zehirlenen Hasan için de matem tutmak gerekir. Hele de matemin böyle sesli şekilde tutulması İslam’a aykırı. Çünkü Buhari, Müsim, Tirmizi ve başka hadis kitaplarında yer alan bir hadise göre Peygamber “Ölenin arkasından yüzünü gözünü tırmalayan, yakasını-paçasını yırtan, câhiliye insanı gibi bağıracağı ağıt yakıp kendisine beddua eden, bizden, bizim yolumuzu izleyenlerden değildir” demiş. Yine Sünnilere göre İslam’da beddua etmek yasak iken, Şiiler Yezid’e ve olayla ilgili gördükleri diğer tarihi figürlere beddua ediyorlar. (Tebbet Suresi’nin “Ebu Leheb’in iki eli kurusun!” ayeti ile ‘İslam’da beddua yasaktır’ önermesini bağdaştırmayı tefsircilere bırakıyorum…)

BÜVEYHİLERİN KERBELA ANMALARI
Olayın tarihsel bir gerçeklik mi yoksa mitolojik bir anlatı mı olduğu konusunda son husus da şu: Şii kaynaklarına göre, Kerbela’nın matemi ilk kez, 684 yılında, Kerbela’da Hüseyin’e yardım etmeyenlerden nadim olup tövbe edenlerin kurduğu Tevvabin fırkası tarafından tutulmuş. Fırka mensupları o yıl Hüseyin’in gömülü olduğuna inanılan yeri (Şiilere göre Kerbela’da, Hâir mevkiinde gömülüdür, Sünnilere göre yeri belli değildir) ziyaret edip, 24 saat boyunca feryad u figan etmişler. Ancak bu tarihten sonra geleneğin devam ettiğine dair bilgi yok. Konunun tekrar gündeme gelmesi, 9. yüzyılda oluyor. Rivayete göre Hüseyin’in türbesi Halife Mütevekkil (ö. 861) tarafından yıktırılmış, 963 yılında, İran ve Irak’ta hüküm süren Büveyhiler tarafından onarılmış. Büveyhiler aynı zamanda 10 Muharrem’i resmi olarak matem günü ilan etmişler.
Sünni kaynaklara göre o gün kadınların yırtık pırtık elbiselerini giyip, saçları perişan biçimde sokağa dökülmeleri ve acı acı feryad ederek taşkınlık yapmaları üzerine Bağdat’ta çarşı kapatılmıştı. Ertesi yıl Şii matemciler, Sünni mahallelerine hücum ederek mallarını yağmalamışlar ve binlerce kişiyi öldürmüşlerdi. Buna inanmak zor çünkü, Bağdat’ta Şiiler azınlıkta olan gruptu. İddiaya göre Sünnilerin buna cevabı, Halife Mervan tarafından öldürülen Mus’ab bin Zübeyr’in katledildiği 18 Muharrem’i matem günü, Hicret esnasında Peygamber ile Ebu Bekir’in mağarada saklandığı 28 Zilhicce’yi de bayram günü kabul etmek olmuştu. İlerleyen yıllarda, söz konusu günlerde karşılıklı taşkınlıklar yapılmış, pek çok kişi öldürülmüştü. Anlaşıldığı kadarıyla Şii muhalefetle Sünni iktidar kozlarını semboller üzerinden yürütüyordu…
Şiilerin 10 Muharrem’de kendilerine acı çektirmeleri geleneği, Kahire merkezli Fatımi Hilafeti döneminde (909-1171) başladı diyor Sünni kaynaklar. Fatımi Devleti yıkılınca, bu sefer Sünniler 10 Muharrem’de şenlikler yapmışlardı.

İLHANLILAR VE SAFEVİLER DÖNEMİ
İran’da İlhanlılar döneminde Kerbela anmalarının matem yönünün (ağlama, acı çekme, kendine eza etme) daha ağır basmıştı. (İlhanlı hanı Olcuytu, çeşitli dinleri denedikten sonra 1307-1308 kışında Hanefiler ve Şafiler arasında çıkan bir mezhep kavgasından etkilenerek Şiiliğe geçmiş ve 1309’da Hazreti Ali’nin mezarını ziyaret ettikten sonra da Şiiliği İran’ın resmi mezhebi ilan etmişti.)
Elifba harflerinin tanrısallaştırılmasına dayanan Hurufilik öğretisinin müellifi Fazlullah İran’daki Şirvan krallığında öğretisini yayarken, babası Timur adına Azerbaycan’ı yöneten Miranşah’ın emriyle 1394 yılında idam edilmeden önce şöyle yazmıştı vasiyetnamesinde: “Yaşamım boyunca Şirvan’da tek dostum olmadı/Ben çağın Hüseyiniyim/Düşmanlarım Yezid ve Şimr/Aşura, alınyazım/Ve Şirvan Kerbelamdır…” Hurufilik, Bağdatlı Nesimi diye ünlenen öğrencisi tarafından Anadolu Bektaşiliğine taşınacaktı.
16. yüzyılda Şah İsmail döneminde Şiilik bu sefer de Safevi Devleti’nin resmi mezhebi olduğunda, Kerbela Olayı ve anmaları da resmi nitelik kazandı. Şiiliğin başı İran’da idi ama gövdesi Anadolu’daydı. Anadolu’daki Alevi/Kızılbaş toplulukları hem cem ayinlerinde hem de 10 Muharrem anmalarında Hatayi mahlasıyla şiirler yazan Şah İsmail’den üç nefes okurlardı mutlaka. İlginç olan Safevilerle adeta kan davası güden Osmanlı Devleti’nin en görkemli padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın da Hüseyin’in türbesini ziyaret etmesi, susuzluk sembolizmini tersine çevirmek için olsa gerek, türbeye Fırat’tan su taşıyan Hüseyniye Kanalı’nı tamir ettirmesiydi.
Safevilerin ardılları Kaçarlar döneminde (1794-1925) 10 Muharrem anmaları bir nevi ‘milli kimlik’ inşaasında çok önemli bir yer tuttu. 19. yüzyılın ilk yarısında 10 Muharrem anmalarına150 bin kişinin katıldığı hesaplanmıştı. Metin And’a göre daha sonra Batı’da yaygınlaşacak olan ‘ezinç tiyatrosu’ türünün ilk örnekleri 19. yüzyılda İran’daki Hüseyniye denilen tekkelerde ortaya çıktı. ‘Taziye’ dramlarını oynatan ilk tiyatro 1849’da Tahran’da kuruldu. Konu ayrıca kukla tiyatrosuna da aktarıldı. Bu gösterilerde sadece Yezid değil, Halife Ömer ve Ayşe de alaya alındı, sembolik olarak cezalandırıldı.

PEHLEVİ REJİMİNE KARŞI KERBELA METAFORU
Pehlevi döneminin (1925-1979) başlarında modernist eğilimli Rıza Şah, Muharrem ritüellerini baskılamaya başladı, yine de ilk zamanlarda anmalara 200-250 bin kişi katılıyordu. Zamanla anmalar sadece Hüseyniye tekkelerine hapsoldu. 1960’lardan itibaren evlerde veya tekkelerdeki anmalar, Pehlevi rejimine siyasi muhalefetin ifade edilmesinin sahnesi olmaya başladı. Örneğin 1962’de bir evde yapılan anmalarda 1500 kişi toplanmış, Muharrem’in 10 ve 11. gününde, Murtaza Mottahhari, 12. gününde ise Mahmud Talekani Kerbela konulu konuşmalar yapmıştı.
Motahhari, Musa ve Firavun, İbrahim ve Nemrud, Muhammed ve Ebu Cehil, Ali ile Muaviye karşıtlıklarını Hüseyin ile Yezid karşıtlığı ile bağlamıştı. Ancak Motahhari’nin izleyicilerinden talep ettiği ağlamak, sızlanmak, acı çekmek değil, bu ikililerden, birincilerin dirençlerini, mücadelelerini örnek almalarıydı.
Motahhari de Telakani de 1979 İran İslam Devrimi’ni hazırlayan lider kadrolarındandı. Nitekim 1963 yılında Hazreti Ali’nin torununun torunu İmam Cafer es-Saddık için düzenlenen dini tören Şah’ın adamları tarafından provoke edildi, her iki taraftan da pek çok kişi öldü. Sokaklar Şii geleneğine göre matem tutan, ağıt yakan insanlar ile doldu. Bundan böyle Cafer es-Saddık anmaları yasaklandı.
‘İslam Devrimi’nin düşünsel lideri’ diye anılan ancak 1977’de öldüğü için eserini göremeyen Ali Şeraiti ise Batı düşüncesinden, Marksizmden etkilenmiş biri olarak Kerbala metaforunu bu ikiliden farklı ele aldı. O temel anlatıyı reddetmedi ancak o anlatıyı Marksist konseptlerle (sınıf çatışması) ve söylemle (antiemperyalist mücadele) yeniden inşa etti.
1969 yılında bu sefer Irak’ta sürgünde olan Ayetullah Humeyni’nin Muharrem konuşmasını içeren kasetler İran’ın dört bir yanını dolaştı ve 1970’teki Kerbala anmalarına 1 milyon kişi katıldı. Bu kitlesel katılım, 1979 ‘İran İslam Devrimi’nin habercisiydi…

KERBELA’NIN DİŞİ ASLANI ZEYNEP
1970’ler aynı zamanda Batı’da olduğu gibi İran’da da ‘kadın meselesi’nin gündeme geldiği yıllardı. İşte bu bağlamda, klasik kaynaklarda hakkında tek tük bilgi bulunan Zeynep birden özerk bir figür olarak yeniden inşa edildi. Zeynep, kişilik olarak Peygamber’in ilk karısı Hatice’ye, tevazuu ve iffeti ile annesi Fatıma’ya, konuşmasının tatlılığı ile babası Ali’ye, devrimci rüyaları ve sabrı ile kardeşi Hasan’a, cesareti ve kalbinin güçlülüğü ile Hüseyin’e benzetildi. Zeynep’in savaş meydanındaki cesur duruşu, esir alındıktan sonra Kufe üzerinden Şam’a götürülünceye kadar her yerde halka konuşmalar yapması, bu konuşmalarda Hüseyin’i yalnız bırakan Kufe halkını, Hüseyin’in üzerine ordular gönderen Kufe Valisi Ubeydullah’ı, Yezid’in komutanı ve Sa’d’ı ve nihayet melanetin başı olan Yezid’i açıkça suçlaması onun ‘Kerbala’nın dişi aslanı’ diye anılmasını sağladı. Zeynep, bu mertebeye ulaşmak için tam 1400 yıl beklemişti ama İran İslam Devrimi
için (benzer süreç 1980’lerde Lübnan’daki Hizbullah atılımı sırasında yaşandı) kadınları mobilize etmek gerektiğinde hak ettiği itibarı görmüştü!

MUHARREM RİTÜELLERİNİN UNSURLARI
Bazılarına göre, kanlı matem törenleri, Şiiliğe has, acı çekerek kefaret ödeme geleneğinin bir ifadesidir ama İrene Melikoff’a göre, Şii anlayışına göre 3. İmam olan Hüseyin aslında ölmediği için matem göstermeliktir. Melikoff böyle diyor ama matem törenleri Caferilerde kanlı bir hal almıştır. Öyle ki kendini öldürenlere bile rastlanmıştır. Buna karşılık Deliorman Kızılbaşları, Melikoff’un dediği gibi Kerbala olayını saygı ile anarlar ancak matem gösterileri yapmazlar. Suriye Nusayrileri de Hüseyin’in İsa gibi göğe çekildiğine inandıkları için kanlı mateme girmezler.
Anadolu Alevileri/Kızılbaşları ise kanlı törenler yapmazlar çünkü onlar için olayın matem yanından ziyade öfke ve intikam boyutu önemlidir. Hatta bu yüzden Melikoff, “İran’da baş kahramanlar Hüseyin ile Yezid iken, Anadolu’da Hüseyin ile örtük kahraman olarak Ebu Müslim’dir” der. Bilindiği gibi Ebu Müslim, Emevi Hilafeti’nin sonlanmasında önemli rolü olan İranlı bir asker-siyasetçi.

MUHARREM ORUCU
İran’da en fazla 10 gün, hatta bazı topluluklarda sadece 10. gün orucu (Aşura orucu) tutulurken, Anadolu Alevileri/Kızılbaşları bazı yerlerde on yedi gün, bazı yerlerde on dokuz gün, bazılarında ise yirmi bir gün olarak ama genel olarak 12 gün boyunca oruç tutarlar. Böylece 12 imama gönderme yapılır. (Halbuki Hüseyin’in Kerbela’da eza çekmesi 10 gün sürmüştür.) Gece 12’de başlayan ve gün batımında sona eren Muharrem orucu boyunca kesinlikle su içilmez (bir parça ayran ya da çaya izin vardır) bıçak kullanılmaz dolayısıyla bıçakla doğrandığı için et, soğan ve katı yiyecekler yenmez, can incitilmez, sakal kesilmez, aynaya bakılmaz, elbise değiştirilmez, yıkanılmaz, cinsel ilişki kurulmaz, tütün içilmez… Bu ayda düğün, sünnet, nişan, eğlence yapılmaz ve eğlenceli yerlere gidilmez, hatta gülünmez. Kurban kesilmez, hatta börtü böcek bile öldürülmez. Matem 12. güne kadar devam eder. 12 Muharrem günü öğleden önce mersiye okunur, aşure yenir, kurban kesilir. Bu çoğunlukla horoz olur. Buna ‘lokma’ denir.

NUH TUFANI’NIN EVLADI: AŞURE
Pirinç, kuru fasulye, nohut, kuru üzüm, kayısı, incir, fındık, ceviz, badem gibi yiyeceklerden yapılan ‘Aşura yemeği’nin (İstanbul diliyle ‘aşure’) Nuh gemisi ve Tufan inancından kalma bir adet olduğu sanılır. Aşura adının etimolojisi konusunda anlaşma yok. Sünniler arasında Arapçada 10 rakamı için kullanılan ‘aşr’ ve ‘aşir’ ile veya develerin güdülmesiyle ilgili bir terim olan ‘ışr’ ile ilişkilendirenler olduğu gibi Arapçada ‘Aşura’ kelimesinin vezni olan ‘fâûlâ’ vezninin olmadığından hareketle, kelimenin İbranice’den geldiğini kabul edenler de vardır. Nitekim bir hadiste, Peygamber, Hicret sırasında Yahudilerin Aşura günü oruç tuttuklarını görünce, “bu neyin orucudur?” diye sormuş, (mealen) “Tanrı’nın İsrailoğullarını Firavun’un şerrinden kurtarışı (Yom Kipur) üzerine Musa’nın tuttuğu orucunu tutuyoruz” cevabı alması üzerine “bu hayırlı bir oruçtur” diyerek Müslümanlara farz kılmıştı.
Bu hadisle ilgili bir itirazı not edelim. Şalom gazetesinin tarihçi yazarı Denis Ojalvo’ya göre, Hicret’in Muharrem’i takip eden Safer ayında başladığını zikreden İslami kaynaklar temel alındığı takdirde, 622 yılının 10 Muharremi, Yahudilerin Büyük Kefaret Günü olan Yom Kipur’un tarihine değil, Tapınak’ın Roma Valisi’nin oğlu Titus tarafından ikince kez yıkıldığı MS. 70 yılına denk düşüyor. (Yazıyı buradan okuyabilirsiniz)

MERSİYE, MAKTEL, TAZİYE
Muharrem ritüllerinin bir diğer unsuru ise ‘mersiye’ okumak. Mersiye, ölünün arkasından söylenen övgü dolu matem şarkıları, ağıtları demek. İlk mersiyenin Kerbela’dan sağ kurtulan Ehlibeyt kadınlarının Şam’da yas tutarken söyledikleri şu dizelerden oluştuğuna inanılır: “Yakınım olan erkekler öldü/Ölüm bütün ulularımı yok etti/Geleneklerimden uzaklaştım da/şaşırdım kaldım.”

680 ile 1400’lü yıllar arasında yazılmış mersiye yok ama, mersiye yazımı gerek divan edebiyatında gerekse halk edebiyatında 15. yüzyıldan itibaren artarak devam etmiş, 19. yüzyılda ise zirveye çıkmış. İlginç olan 15. yüzyıldan itibaren mersiye yazılmayı hak edecek acılı yüzlerce olay olmasına rağmen sadece Kerbela mersiyelerinin artması, diğerlerinin ise azalması. Osmanlı döneminde ilk mersiyenin Yazıcıoğlu Mehmet (ö.1453) tarafından kaleme alındığı sanılır. Ayrıca hem halk şairleri hem divan şairleri tarafından kaleme alınan Muharremiyye, Maktel-i Hüseyin adlarıyla anılan mensur ve manzum eserler de var. Bunlar genel olarak 10 bölümden oluşuyor ve Kerbela Olayı’nı öncesinden başlayarak ayrıntılı biçimde anlatıyor. 10. bölüm ise ‘mersiye’ oluyor. Osmanlı döneminde 30’a yakın ‘maktel’ kaleme alınmış. Bunlar ‘mersiyehanlar’ tarafından makamla okunurmuş. Bunları okurken veya dinlerken ağlamaktan ölenler olurmuş…

İSTANBUL’DA AŞURA SEROMONİSİ
Rus Şarkiyatçı Gordlevski’ye göre İstanbul’da ilk kez 10 Muharrem anması Şiiliği benimseyen bir Rus’un evinde yapılmıştı. Sonradan Bektaşi Sadrazam Âli Paşa’nın himayesiyle, anmalar kamusal alana taşınmış. Muharrem’de on gün boyunca Şiîler Karacaahmet’te Seyit Ahmet deresindeki tekkelerinde geceli gündüzlü mâtem âyini yaparlar, sonra alacalı bulacalı bayraklarla donanmış bir kafile halinde İstanbul’daki hanlarına (Valide Hanı, Vezir Hanı ve Yıldız Hanı) dönerlermiş.
Bu hanlarda yapılan matem yürüyüşüne ’deste’ denirdi. Eyüp Baş’a göre destelerin en önünde yeşil sarıklı, kara cüppeli, şal kuşaklı, kınalı sakallı, sürmeli gözlü İran hocaları, ahundlar, muntazam halkalar şeklinde geçerlerdi. Arkalarından gür, güzel sesli mersiyehanlar acıklı kasideler okurlardı. Bu mersiyelerin her mısrasını can yırtıcı, göğüs ve kulak paralayıcı haşin bir inilti, derin bir uğultu takip ederdi. Bütün kafilenin gözyaşlarıyla karışık nedamet cığlıkları, acı parçalarda can yakan ahlar, ateşten gözyaşlarıyla karışır ve mâtemi bir kat daha galeyana getirirdi. Arkalarından sıra sıra beygirlerin üstünde beyaz örtülere bağlı ve kanatları kanla boyanmış beyaz güvercinler geçerdi. Daha arkadan kafilenin iki tarafında, iki sırada ac¸ık göğüslerini parçalamak ister gibi yumruklayan fedailer vardı. Bunların peşinde dört köşe veya daire şeklinde toplanmış birtakım avareler ki bunlar üstleri başları kanlar içinde, göğüsleri ve sırtları çıplak adamlardı. Yumruklar, kasidelerin, mersiyelerin ahenklerine uydurularak vurulurdu. Çığlıklar sessizliği boğarcasına yükselirdi: -Yâ Ali! Yâ Hüseyin! Mazlum!”
Mehmet Zeki Pakalın’ın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde geçen bazı terimlerin açıklamaları şöyle: Zincir-zen, zincirlerle kendilerini dövenlere deniyor. ‘Ağ köyneh’ yani beyaz gömlekler giyen ve iki ucu keskin kılıçlarla (gaddare) kendi kanlarını döken gaddareciler, dileklerinin yerine gelmesi için, hançerle bedenlerinden kan çıkaran ‘hançer-zen’ler, göğüslerine vuranlara ‘sine-zen’ deniyor.
Bir de goygoycular var. M. Selim Gökçe’den öğrendiğimize göre başlarında sarık, omuzlarında iki keseli bir heybe ayaklarında yarım mes, ellerinde değnekle, birbirinin omuzuna tutunarak altışar kişilik mangalar halinde (altı kişi ikişer heybeden 12 heybe ediyordu ki, böylece 12 İmam’a telmih yapılmış oluyordu) Muharrem ayı boyunca İstanbul’un sokaklarını mersiyeler söyleyerek dolaşan goygoycular evlerden aşure malzemesi toplarlarmış. Toplanan erzak, Şehzâde Câmii’nin karşısındaki Tabhâne’deki karargâha yığılır ve orası âdetâ zâhire borsasına dönermiş. Muharrem’in başından, onuncu gününe kadar Goygoyculuk devam edermiş, yarı derviş-yarı dilenci bu topluluk Muharrem’in 10’undan sonra adeta sırra kadem basarmış.
Bunlara bakılırsa, Sünniliği devlet mezhebi yapmış Osmanlı Devleti’nin heterodoks akımların ritüellerine toleranslı olduğunu söyleyen Ahmet Yaşar Ocak haklı görünüyor.
Yüzyıllarca devam eden bu adet II. Abdülhamit’in son zamanlarında sadece adı geçen hanlarda yapılmak üzere sınırlanmış. Abdülhamit bunu telafi için 10 Muharrem’i izleyen hafta boyunca, Yıldız ve Beşiktaş saraylarının mutfağında hazırlanan ‘daneli’ yani zengin türde aşureyi törenle devlet ricalinin konaklarına hem de Yıldız Talimhane Meydanı’na konan 50-60 kazan vasıtasıyla İstanbul halkına dağıtırmış 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra anmaların kanlı kısmı yasaklanmış, daha sonra diğer unsurlar da kaldırılmış.

BİR DERSİM SÖYLENCESİ
Bitirirken, Gürdal Aksoy’un kaynakçadaki kitabında okuduğum bir Dersim söylencesi aktarayım. Hüseyin’in başını kesip götüren Türkler, Ahk Murtaza adlı bir Ermeni keşişin çadırına uğramışlar. Keşiş, Hüseyin’in başının olağanüstü alametler taşıdığını fark edince, onu saklamış, yerine oğlunun isteği üzerine oğlunu vurdurup, onun başını vermiş. Türkler onun Hüseyin’in başı olmadığını fark edince keşiş sırasıyla yedi oğlunu da öldürmüş ve başlarını verip onları aldatmayı denemiş. Sonunda gaipten duyduğu sese uyarak, son oğlunun başını Hüseyin’in kanına bulamış ve Türkleri kandırmayı başarmış. Hüseyin’in başını altın, gümüş ve ipekten bir yerde muhafaza etmiştir. Aksoy, söylencede Arap askeri yerine Türk askeri denmesini, tehditkar bir ötekilikle ya da sözlü kültürde asker deyince otomatikman ‘eskere Rome’ (Kürtlerin Türk askeri için kullanılan bir terim) klişesinin devreye girmesiyle açıklıyor.)

Cumhuriyet döneminin başında İstanbul’da ve Anadolu’da matem törenleri kanlı biçimleriyle de devam etmiş ancak 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra bu mümkün olmamıştı. Ancak, Dersim’deki Kızılbaş toplumlarının Kerbala kültünü daima canlı tuttuklarına dair bir ipucu, 15 Kasım 1937’de Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda altı yoldaşıyla birlikte idam edilen Seyit Rıza’nın idam sehpasına çıkarken, devletin kendisine yaptığı haksızlığı tari etmek için seçtiği şu sözler olmalı: “Evladı Kerbelayıh, bihatayıh! Ayıptır, zulümdür, cinayettir!”
Iğdır’da ve İstanbul Halkalı’da toplu yaşayan Caferilerin kanlı matem törenlerini tekrar ne zaman yapmaya başladığından tespit edemedim ama bildiğim, son yıllarda kan dökme ritüellerinden vazgeçildiği…
Hani yukarıda dedim ya, bazılarına göre kan dökme bir çeşit kefaret töreni, 10 Muharrem anmalarının, kanlı olmasına hiç gerek yok aslında, çünkü Ortadoğu coğrafyası boydan boya Kerbela olmuş, Ortadoğu halkları kanlarını yılın her günü, oluk oluk dökerek kefaretlerini durmadan ödüyorlar, görünen o ki, daha uzun süre de ödeyecekler…

Özet Kaynakça: Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, C.2, Üçdal Neşriyat, 1969, Türk Edebiyatı Dergisi, “Muharrem” dosyası, Ocak 2008, S. 411, Eyüp Baş, “Aşûra Gu¨nu¨, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı Dinî Hayatındaki Yeri Üzerine Düşünceler”, AÜİF Dergisi, Sayı:1, 2004, XLV, s. 167–190, Metin And, “İslam Folklorunda Muharrem ve Taziye”, Türk Folkloru Araştırmaları Yıllığı, Sayı: 3, Yıl: 1976, s. 1-38, Irene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, Alevilik-Bektaşiik Araştırmaları, Cem Yayınevi, 1993, Gürdal Aksoy, Dersim, Alevilik. Ermenilik, Kürtlük, Dipnot Yayınları, 2012, Abdu¨laziz Bey, Âdât ve Merasim-i Kadime, Tabirât ve Muamelât-ı Kavmiye-i Osmaniye (Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri), Hazırlayan: Prof. Dr. Kâzim Arısan, Duygu Arısan Günay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, Nuh Çakır, “Şii ve Sünnî topluluklarda Muharrem ayı etkinlikleri”, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde kabul edilmiş yüksek lisans tezi, 2008, Scot Aghaie, The Martyrs Of Karbala: Shii symbols and rituals in modern Iran, University of Washington Press, 2004, Hamid Dabashi, Theology of Discontent: The Ideological Foundation of the Islamic Revolution in Iran, Transaction Publishers, 2005.

 

Radikal

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON EKLENENLER