Günümüzde inançsal algılar genelde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi formel Ortodoks inançların iktidarcı verileri üzerinde yaratılmaktadır. Toplumsal değerlerinden soyutlanmış sözkonusu bu inanç algıları ise, toplumsal alanı disipline eden birer iktidar ideolojisi olarak işlev görmektedir. Birey ve toplumsal davranışların anlamlandırılması yerine şekil, ritüel, sembol, şahsiyet ve kavramlar kutsallaştırılıp tabulaştırılmaktadır. Nasıl yaşamalı sorusuyla toplumsal hakikat arayışını derinleştirmek yerine; nasıl giyinmeli, hangi ritüeli nasıl ve kaç kez yapmalı gibi zahiri, şekli tavır ve uygulamalar inanç olarak belletilmektedir. Özsel gelişen inançsal algılar yerine insan ve toplum bilinci dışsal yabancı verilerle donatılarak, insani ve toplumsal mana karşılığı olmayan bir yeniden inşa sürecine tabi tutulmaktadır.
Semavi dinlerin kutsal kitaplarına da insan ve toplumların nasıl davranmaları, nasıl giyinip kuşanmaları ve nasıl beslenmeleri gerektiğini disipline eden seküler hukuk kuralları işlevi yüklenmektedir. Bu tarzdaki egemen bakış açısından yola çıkıldığında; inanç, toplumsal moral ihtiyaçlar ve gereklilikler olarak değil de, iktidarların çıkarlarına hizmet eden ve bizzat iktidarlar tarafından sürekli canlı tutulanöğretiler olarak işlev görmektedirler.
İktidar ve inanç
Dünya nüfusunun yarısından fazlası Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi semaviformel inançların haricinde, toplumsal öz değerlere daha fazla hitap eden sayısız heterodoks ve batıni inançlarla moral ihtiyacını karşılamaktadır. Sözkonusu inançlara bağlı toplulukların ağırlıklı olarak kapitalist modernitenin tam olarak hakim olamadığı coğrafyalarda yaşamaları ise, inanç ve iktidar veya inanç ve modernite sorgulamasını gündeme getirmektedir.
İktidar olgusu, etkisi altına aldığı tüm topluluklarda inançları da toplumsal mühendislik alanının bir argümanı ve kendi varlığının önemli bir zemini haline getirmiş durumdadır. İktidar, toplumsal etik yerine kendi ihtiyacına göre bir yapay değerler sistemini topluma dayatmaktadır. İktidar alanında iyi, güzel, doğru, hak, adalet ve vicdan gibi inançsal ve algısal değerlere, iktidarın sürekliliği esasına göre anlam yüklenir. Bu değerler insan-toplum-doğa ilişkileri üzerinden doğal ilerleyen süreçlerde oluşmaz, iktidarlar tarafından üstten inşa edilip, insan ve topluma dayatılır.
İnanca yaklaşım
Her şeyden önce inanç olgusuna yaklaşımın ve onun toplumsal varoluştaki karşılığının netleştirilmesi gerekmektedir. ‘İnanç nedir’ sorusunun cevabı, hangi inanca sahip olunduğundan daha önemlidir. Günümüzde inanç denildiğinde, neredeyse yalnızca sistem dinlerinin gelişim seyri ve bu dinlerin etkinlik kurmasına öncülük eden inanç önderlerinin yaşadığı süreçlerdeki iktidarlar veya toplumlar arasındaki mücadelelere ilişkin anlatımlar akla geliyor. Sözkonusu anlatımlar da genelde iktidarcı sistemin çıkarına hizmet edici tarzda sunulmaktadır.
Oysa inanç, insanlaşma ve toplumsallaşmayla bire bir bağlantılıdır ve yalnızca tarihin herhangi bir sürecindeki bir siyasi veya toplumsal aktörün mitolojik rolüyle izah edilebilecek bir konu değildir. Özellikle iktidar kurumlarının insan ve topluma din diye öğrettiği ritüel ve semboller de tam olarak inancı ifade etmez. Zahiri yani görüntü ve şekillerle ifadesini bulan uygulamaların belki de tamamı, o inancın ortaya çıktığı belirtilen süreçlerden günümüze kadar, önemli oranda iktidarların ihtiyacı, ilgileri ve yorumları doğrultusunda, sürekli bir değişim göstermiştir.
İnanç; insan, toplum ve doğa ilişkilerinden oluşan toplumsal doğanın tüm etkilerinin uzun tarihsel süreç içinde insan ve toplumda yarattığı algı, ilgi, kültür ve davranış kodları olarak tanımlanabilir. Toplumsal moral gerekliliklere cevap olduğu sürece kutsal bir değer olarak anlam kazanmıştır. İyi, kötü, güzel, doğru, yanlış, sevgi, korku, vicdan, hak, adalet, paylaşım, dayanışma vs. gibi değerler sözü edilen ilişkilerin yarattığı algılarda ifadesini bulmuş ve nesilden nesile taşınmıştır. Yani inanç yaşamsal bir olgudur; insan, toplum, doğa bütünselliği içinde anlam bulur ve bu bütünselliğe anlam katar. Toplumsal değerlerinden arındırılan, o toplumsallığın oluştuğu doğal mekândan koparılan ve toplumsal değerleri pozitif beslemeyen bir inanç, inanç olmaktan çıkar, farklı ve sorunlu bir olguya dönüşür.
İnancın gelişim mekânı
İnançların rol ve işlevselliği, kır ve kent yaşamına göre de farklı gelişim göstermiş ve farklı anlamlar yüklenmiştir. Burada kent tanımı, toplumsallığın kent iktidarı tarafından şekillendirildiği ve insanın ancak nesne olarak o toplumsallığın gelişimine dâhil olduğu mekân olarak ele alınmaktadır.
Doğa, toplumsal ekolojinin mekânıdır. İnsan ve toplumsal özgünlükler, ilişkide olunan ve yaşamın örgütlendiği doğal mekânın özgünlüklerine göre şekil alır. Bu nedenle inanç veya din olarak kutsanan olgular vicdan, paylaşım ve dayanışma benzeri insani ve toplumsal değerlerde ortaklaşsalar da, doğal mekânın özelliklerine göre farklı ifade tarzı ve ritüellerle sembolize edilir ve farklı tanımlanırlar. Örneğin Mezopotamya ve Anadolu’da Alevilik, Ehli Haq ve Rêya Haq olarak adlandırılan inançtaki musahiplik veya kirvelik sistemi, Batı Afrika coğrafyasında yaşayan aşiretler arasında ‘kuzenlik’ sistemi olarak, ama benzer uygulamalarla ifadesini bulur; bu sisteme sahip aile veya aşiretler ömür boyu dayanışmak zorundadırlar, çocukları birbiriyle evlenmez… Şüphesiz dünyanın farklı coğrafyalarında aynı toplumsal dayanışma algıları farklı isim ve ritüellerle ifade edilmektedir.
Özgün toplumsallığının geliştiği doğal mekândan kopan insanın, inanç dâhil, toplumsal değer yargıları da başkalaşıma uğrar. İnsan öz mekânından koptuğunda, yeni yaşamsal mekânının özgünlüklerine göre genelde zoraki ama bazen de kendiliğinden bir asimilasyon sürecine girer ve bu başkalaşım insan-toplum-doğa barışının bozulmasına ve toplumsal krizlere yol açar. Dışarıdan yabancı değerlerin zoraki dayatılması sonucu da benzer süreçler gelişir…
İnanç çatıştırıcı değildir
İnanç özünde diğer kimlikler gibi çatıştırıcı bir olgu değildir. Hiçbir kimliksel değer çatıştırıcı olamaz. Çünkü kimliğin oluşumu, doğal ve benzerleriyle bir rekabet ve çatışma içermeyen bir süreç izler. Çatışma, iktidar olgusunun ve iktidarcı zihniyetin ürünüdür. İnanç, kırda toplumsal moral ihtiyaç ve bir gereklilik algısı olarak özde gelişir ve toplumsal ilişkilerde karşılığını bulur; kentte ise dışarıdan öğretilir ve dayatılır. Bu açıdan kır inançları batıni ve özseldir, kent inançları ise dışsal faktörlerle beslenir ve zahiri, yani şekilseldir.
Kır inançlarında çatışmaya yol açan sınıfsallık ve hiyerarşiye yer yok iken, kent inançlarında sınıfsallığın ve hiyerarşinin kutsanması ve biat kültürü belirgin olarak öne çıkarılır. Böylelikle insan ve toplumlar arasındaki eşitsizlik meşrulaştırılır. Kaldı ki, doğal toplum inançlarında barış, yalnızca insanlar arasında değil, o ekosistemdeki tüm canlılar arasındadır. Can ve canlılık kutsallığın esası ve özüdür; korunması gerekendir.
İktidar olgusu, etkisini bugüne kadar en az kırda yaşayan topluluklar üzerinde gösterebildiğinden, kır inançları ki genelde batıni yani özsel inançlardır, doğal toplum inançları olarak gelişmişlerdir.
Kentte iktidar olgusunun etkisinde gelişen semavi dinler (kutsal kitabı olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) ortaya çıkışlarında toplumsal eşitsizliklerin çözüm dinamiği olarak gelişim gösterseler de, zaman içinde iktidarlar tarafından toplumsal barışçıl ve dayanışmacı değerlerinden soyutlanıp, çatıştırıcı değerler olarak işlevli kılınmışlardır. Günümüzde İslamcı iktidarların yönettiği ülkelerde vahşet düzeyinde yaşanan katliamlar, eşitsizlik, adaletsizlik, yokluk ve özgürlüksüzlük, iktidarcı algının kendi varlığını çatıştırarak sürdürmeye çalışmasıyla bağlantılıdır. Tarihte Hıristiyanlığın ve İslamiyetin iktidarlar eliyle yayılmaya çalışıldığı süreçlerde yaşanan katliamlar ile günümüzde İsrail-Filistin sorunu ve İslami iktidarların bulunduğu rejimlerde yaşanan çatışmalar da inançların iktidarcı zihniyete araç yapılmasıyla bağlantılıdır. Yaşanan savaş ve vahşet uygulamaları, inançların çatıştırıcı olduğu algısını yaratmaya yönelik olsa da, söz konusu çatışmaların asıl kaynağı kapitalist modernist aklın kendisidir…
Gerekli olan, zoraki dayatılan…
Doğal toplum inançlarının etkisindeki topluluklarda hırsızlık, yalan, kin, nefret vs. gibi toplumsal barışı zedeleyen yaklaşımlar görülmez. Örneğin Kürdistan’daki köylerde son yıllara kadar kapıların kilitsiz olması, doğal toplumlarda hırsızlık olgusunun ve düşüncesinin olmaması ve hırsızlığa ihtiyaç duyulmamasıyla ilgilidir. Doğal batıni inançlı topluluklarda her toplumsal ilişki karşılıklı rızalığa ve toplumsal gerekliliklere göre gelişir. İktidarcı algının etkilediği toplumsallıklarda ise, egemenlerin ihtiyacı, toplumsal ilişkilerin şekil almasında belirgin rol oynar.
Doğal toplumlarda paylaşım ve dayanışma doğal reflekslerdir; kimse o toplumsallık içinde aç ve açıkta kalmaz, kimse aç ve açıkta bırakılmaz. Dilenmek ve hırsızlık ise, yabancı değerlerdir ve kimsenin aklına bile gelmez. Oysa kentteki iktidarcı algının etkisinde gelişen toplumsallıkta ise, eşitsizlikten kaynaklanan ve toplumsal huzuru bozan tüm hastalıklar olağan karşılanır.
Doğal inançların etkisindeki topluluklarda insanlar birbirine karşı sorumludur, dayanışma doğal bir reflekstir. Birey gücünü toplumsallığından alır, toplumsal kültürel alanın dışına çıktığında ise, birey olma anlamını yitirir ve batıni inaçlı toplulukların söylemiyle ‘düşkün’ ilan edilir. Kentte ise, herkes öncelikle devlete yani iktidara karşı sorumlu kılınmış, tüm sosyal ilişkiler ve algılar da bu doğrultuda şekillendirilmiştir. Kapitalist modernite, toplumu adeta hücrelerine kadar birbirinden soyutlayarak, bireyi toplumsallığından koparmış ve iktidar aygıtına bağlı kılarak, yalnızca kendisine muhtaç hale getirmiştir.
Doğal toplumlarda tüm algı, inanç ve kültürel değerler sadece toplumsal yaşamın idamesi ve anlamlı kılınmasıyla ilişkili olduğundan, maddiyat biriktirme algısı da pek gelişmez. Zira birikim iktidar ve sınıfsallığı, sınıfsallık eşitsizliği, eşitsizlik ise açlığı, hırsızlığı, kini, nefreti ve dilenmeyi, yani bir bütünen adaletsizliği ve çatışmayı doğurur…
Reel sosyalist iktidarcılık ve inanç
İnanç ve diğer toplumsal değerlere dışarıdan yapılan her müdahale olumsuz ve tüketen bir rol oynamıştır. Son iki yüz yıllık süreçte reel sosyalizm olarak, kapitalist sömürüye karşıtlık temelinde toplumsal eşitlik ve paylaşımcılığı inşa etme iddiasıyla geliştirilen tüm girişim ve çabalar da, toplumu inanç ve diğer kültürel köklerinden kopardığı için, kapitalizmle benzer tahribatlara yol açmıştır. Kapitalist iktidarlar, inancı iktidarın ve sömürünün sürekliliği için bir araç şeklinde kullanmayı esas alırken, reel sosyalist iktidarlar ise, onu toplumsal alandan tamamen silmeye çalışmışlardır.
Reel sosyalist pratiklerde inançlar, iktidarcı mantığın etkilerinden arındırılarak, kendi toplumsal doğası içinde bırakılıp paylaşımcı yönlerine vurgu yapmak yerine, bu alana ait tüm değerler reddedilip tırpanlanarak, adeta toplumlar bin yılların birikimi olan kültürel algılardan yoksun bırakılmışlardır. Sağlıklı toplumsallık, doğal gelişen süreçlerin ürünü olduğundan; üstten ve dışarıdan doğal olmayan yöntemler ve yabancı değerlerle inşa edilmek istenen toplumsallığın sağlıklı olması beklenemez. Nitekim, reel sosyalist iktidarlar eşitlikçi, dayanışmacı ve paylaşımcı olduğunu iddia ettikleri rejimlerini ancak zor kullanarak inşa etmeye ve yaşatmaya çalışmış, ancak başaramamışlardır. Bir siyasal rejimin kalıcılığı ancak toplumsal hakikate olan uyumuyla mümkündür. Eşitlik, paylaşım ve dayanışmacı değerler de zaten toplumsal hakikatte mevcuttur…
Kapitalist modernitenin öldüren ‘tek’çiliği
Günümüzde egemenler inancı doğal toplumsal değerlerinden soyutlayıp birer iktidar ideolojisi olarak çatıştırıcı amaçlı kullanmaktadırlar. İnsan, toplum ve doğayı zora dayalı doğal olmayan uygulamalarla dizayn etme sistemi olan kapitalist modernite, beşyüz yıllık pratiğinde formel Ortodoks inançları toplumsal değerlerden soyutlayıp iktidarının sürekliliği için korkuyla çerçevelenmiş birer ‘moral değer’ olarak başarılı bir şekilde kullanmıştır. Son ikiyüz yıllık süreç içinde de ulus-devlet rejimiyle halkların tüm doğal toplumsal özelliklerini ve kültürel değerlerini tarumar ederek, esas aldığı ‘tek’li değerler içinde boğmuştur. Bugüne kadar kapitalist modernitenin egemenlik sahasının dışında kalmayı başarabilmiş tüm doğal inanç ve batıni, özsel doğal toplum değerleri de özellikle son yüzyıllık süreç içinde kapitalist modernitenin çatıştırıcı yapay değerler sisteminin bir parçası haline getirilmeye çalışılmaktadır.
İnsan, toplumsal varoluşu ancak doğal toplumsal öz değerleri ve kendi toplumsal doğası içinde gerçekleştirir. İnanç, sözkonusu toplumsallığın ürünü ve onun kültürel kodudur. İnsanı kendi varoluş değerlerine yabancılaştıran; insana, topluma, doğaya ve cana dair tüm değerleri tahrip eden kapitalist modernite aşılmadan, insanın kendini bulma ve kendini bilme eylemi başarılmış olmayacaktır. Bu ise, insanın öz toplumsal değerler ve doğayla yeniden buluşma ve karşılıklı gereklilikler üzerinden onlarla barışık bir yaşamı yeniden kurabilmesiyle mümkün olacaktır…