“Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. … Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır…” der Edward Said… Bizim topraklarımızda sürgün kelimesi çok da yabancı değildir. Kök saldığın yerden kendi rızan dışında, iktidar hırsı yüzünden koparılıyorsun.
Kök salma duygusu insanın temel kimlik meselelerinden biri olan ‘aidiyet’ duygusunu beslediği içinde onu terk etmek pek mümkün değildir. Kök salan insan, kunt bir ağaç misali asırlarca yeryüzüne tutunmaya ant içmiştir sanki. Faniliğe inat atalarıyla, gelenekleriyle, kültürüyle, diliyle varlığının sürmesini arzu eder. Kendini ait hissettiği ‘kutsal toprağa’ saldığı derin kökler sayesinde edindiği kimlik, bu dünyadaki yolculuğunu anlamlı kılar. Elif Ana’nın, Ali Kute’nin, Hemi Tazi’nın, Mami Zılfe’nin bedeniyle kutsanmış Narlı, Pazarcık ovasını vazgeçilmez yapar.
İşte bu kutsal topraklar, geçmişten bugüne sürgün politikasının esiri olmuştur. Bir kez o topraklara kök salınmıştır ya, çıkarıp koparmak mümkün değildir.
Maraş Pazarcık’ın böyle bir hikâyesi var… Kimliğinden, konumundan, kutsal topraklarından dolayı Osmanlı’dan günümüze bu sürgün politikasına tanıklık etti. Sadece sürgün değil, ölümlerle de sınandı. O yüzden Maraş sürgüne, yersiz, yurtsuzluğa en iyi örnek olacak kentlerden biridir. Ya da en kötü!
Baba İlyas’a, Kalander Celebiye, Sinanlara yurtluktur Maraş. Yavuz’un katliamına tanıktır, Ermenilerin katledilmesine şahittir.
İlk 1978 yılında yaşanan katliamla göçe zorlanan bu halk, ait olduğu o kutsal topraklardan koparılmıştır. Ama bir kez kök salınmışsa ve yayılmışsa o topraklara, bedenin olmasa da ruhun oradadır.
Evet, yer, yurt olmasa bile geçmişin hatıraları vardır. İşte onun özlemi ve burukluğu büyük bir mirastır geleceğe… O yüzden Maraş her ne kadar kanlı olsa da yeni bir düşün de habercisi. 78 katliamının üzerinden 38 yıl geçti, kimi tanıklar yaşamıyor, kimi tanıklar o anları hatırlamak bile istemiyor. Avrupa’ya göç edip sonrasında dayanamayıp gelenler, “orada bir köy var uzakta…” özlemiyle günleri devirenlerin çoğu yerlerine ve yurtlarına döndü… Alevi kimliğine sahip binlerce insan kök saldıkları topraklara döndüğünde o kutsal toprakları öptüler kuşkusuz. Kanla sulanmış topraklarına yüz sürdüler… Kötü anılarını, acılarını yeniden hatırlayıp ağladılar. Ve bu kez söz verdiler: Asla terk etmeyecekler!
“Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir” der Adorno. Onlar etik olarak bu ahlak meselesini aştı. Çünkü evindeler ve ait olduğu yerde…
Peki, şimdi bu ait olduğu yerlerden yeniden sürgün edilmek niye! Günlerce tartışmalara neden olan bu sürgün politikasını neden Maraş yeniden yaşıyor? Neden 38 yıl önce katliamın olduğu köylerin ortasına ‘mülteci’ kampı yapılıyor? Bu neyin kışkırtması?
Burada pek çok şey söyleyebiliriz… Dışarıdan bakıldığında “Aleviler mültecileri istemiyor” gibi ırkçı bir anlayışa neden olduğunu biliyoruz, doğrudur! Ama şunu da atlamayalım; yıllarca mülteci konumunda olan Maraşlılar, Aleviler neden mülteci kampına karşı çıksınlar ki? Bunca acı çekmiş bir halk mültecileri anlamayacak mı? Bu kadar ‘yaygara’ gerçekten Alevilerin yaptığı ‘ırkçılık’ yüzünden mi?
Elbette değil! Henüz yeni döndük Maraş Terolar köyünden… Nereden anlatılmalı tarih bilinmez… Ama bilinen gerçekler var bu hayatta: Politik olarak bildiğimiz sistematik olarak devam eden bir asimile süreci ve ben olmayanı, ya sev ya terk et, karşı çıkan olursa… Gibi tehdit vari sözlere karşı kendini korumaya alan bir halk vardı.
Siyasal bir soykırım, etnik arındırma var…
Ama bunun yanında, kentine el konulanlar, kendi ülkelerine yabancılaştırılanlar bugün yeniden aynı durumla karşı karşıya.
Mesele Mülteci kampına karşı çıkış değil, mesele yeniden yerinden ve yurdundan edilme meselesi… Yani asıl mülteciliği kendilerinin yaşaması ve 360 dönüm alana 27 bin kişinin getirilmesinin altından yatan gerçekler!
Biz bu gerçekleri Terolar’da gördük. Alevi köylerinin ortasına AFAD kampı yapılması, Aleviler için yeni bir sürgün, köklerinden koparılma halidir. İktidarın ve sermayenin göz diktiği verimli topraklarda, benimsediği cihatçı grupların cirit atması isteğidir. Türkiye’yi Ortadoğu savaşının içine çekmesi de bundandır. Kendinden olmayanı, muhalif olanı sindirme, yok etme politikasıdır bu. Maraş Terolar köyünde yaşananlarda budur!
Kurulmak istenen kamp oluşum, yerleştirildiği alan, kamp alanı dışında hareket alanı olmaması itibariyle askeri bir kamptır. Kişi başıan düşen alan 13 metre karedir. F tipi koğuşlarından daha dardır. Tüm bunlar zaten kampın hangi amaçla kurulduğunu göstermektedir. Arındırılmış bir kamptır. Cihaist ve selefist gruplar dışında kimsenin barındırılmadığı alınmadığı bir statüdedir. Suriyeli Kürtler, Aleviler ve diğer kesimlerin içine alınmadığı, arındırıldığı bir birleşimdir. Akçakale’de görüldüğü gibi içeriye Milletvekillerin dahi sokulmadığı bir komumdadır. Bilinmektedir.
78 katliamında bitiremediklerini, dönemin ve çağın geleneklerine göre yok etme politikasıdır. Alevilerin bu karşı koyuşu, bu itirazı, köklerinden kopmama isteği, bunun tezahürüdür!
Yıllarca özlemini çektikleri topraklarına kavuşan bir halkın yeniden yerinden edilmesi, yurtsuz bırakılması herkesin bildiği gibi bu halkın ölümü demektir.
Bu ölüme karşı kendi kimliklerini de savunan Aleviler, bu kutsal toprakların asıl sahibi olduğunu biliyorlar. O yüzden de 72 millete bir nazarla bakan bu halkın “biz mülteci kampı istemiyoruz” gibi ırkçı bir söylemi söyleyecek kadar tekçi bir zihniyete de sahip olmadığını herkes bilir.
Dolayısıyla da bu yüksek sesli itirazları kök saldıkları yerlerden yeniden koparılma korkusuyla birlikte anılarını, kayıplarını, acılarını bırakmasıdır. Çünkü iktidar güçleri açık açık destekledikleri IŞİD’çiler ve Alevileri karşı karşıya getirerek yeni bir kıyımın zeminin hazırlıyorlar. Devletin ‘öteki’ olanlara karşı olan bu tutumu, iktidara karşı hakikatleri söylemeye çalışanlara; Alevilere, Kürtlere gerçek yüzünü gösterme arzusudur artık.
Yaratılmaya çalışılan bu kutuplaşma ne yazık ki Maraş Terolar’da baş gösterdi. Sivas Zara ve pek çok kentte de bu ve buna benzer kampların yapılacağı haberi geliyor. Bin yıllardır Anadolu’ya uygarlık etmiş, “gel ne olursan ol gel” diyen bir anlayışa sahip olan, ama aynı zamanda da “zalimin talim ettiği yola minnet eylemem” diyen bir kültür ve geleneğe sahip olan bu topluluk, halk inancına sahip çıkarak Terolar direnişin bir parçası oldu. Evet, bu bir direniştir… Devletin zulmüne, iktidarın tekçi zihniyetine karşı direniştir. Bugüne kadar yok sayıldıkları kimliklerine karşı bir direniştir.
Bugün Maraş Terolar köyünde, Sivas Zara’da, Yırca’da, Artvin Cerratepe’de, Küçükarmutlu’da, Gazi’de, Gülsuyu’nda, Sur’da, Cizre’de, Yüksekova’da, Nusaybin’de… Bu bir karşı koyuştur. Bu direniş, batıdan doğuya uzanan ve sınırları kaldıran bir direniştir.
O yüzden de Maraş Terolar’a ses verirsek sınırları aşarız… Çünkü metropollerin dönüşümü devletin ‘acele kamulaştırma’ bahanesiyle halka ait olan arazilere kamp kurma olarak devam ediyor… Biz bunun ortağı olmayacağız, dağlarımıza, meralarımıza, ovalarımıza sahip çıkarak bu direnişe ortak olacağız. Bu direnişin bir parçasıyız…
Yaşananlar, siyasal bir operasyondur. Halkın göçertilmesi, arındırılması, demografik yapısının değiştirilmesidir. Sur’daki kamulaştırma ne ise, Teroler’daki köyün merasına el konması ve IŞİD kampına çevrilmesi de aynı şeydir.
Gazetecilerin sokak ortasında dövülmesi, tutuklanması, CHP’nin sol kanat milletvekillerinin yumruklanması, il başkanlarının linç girişimleri, Kürt köylerinin tank ve toplarla dövülmesi, siyasi temsilcilerinin tutuklanması, milletvekillerinin dokunmazlıklarının kaldırılması, Alevi yerleşim yerlerine IŞİD’lilerin yerleştirilmesi uygulaması, topu yükün bir savaşın yürütüldüğünü göstermektedir.
Buna karşı tüm kesimlerden demokratların, sorunsallıklarına sahip çıkması hayati bir durumdur. Kim hangi sorunundan yola çıkıyorsa, çıksın direnişe geçmek durumundadır. Çünkü hukuk iktidar erkinin iki dudağı arasında sıkıştırılmıştır. Mahkeme kapısında, devlet temsilcileri, milletvekilleri ve bakanların nezdinde çözülecek bir durum bırakılmamıştır. Tüm kurumlar etkisiz hale getirilerek teslim alınmaktadır.
Bu teslim alma, sadece Kürtlerin, Alevilerin hayatını değil, tüm demokrasi çevrelerinin soysal düzenini hedeflemektedir. Yaşamın yeniden düzenlendiği ve selefist bakış açısıyla örüldüğü bir ülke gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bizleri biz yapan tüm değerler hedef haline getirilmiş durumdadır.
Biz Aleviler için gerçeklik Kerbela gibi önümüzde durmaktadır. Ülkemiz Kerbela’daki gibi kavrulmaktadır. Bir yandan Yezit’in zulmü, diğer yandan Hüseyin’in direnişi durmaktadır. Bizleri sorumluluğumuza sahip çıkmaya çağırmaktadır.
Evliyaların, pirlerin, semahların diyarından seslenmektedir. “Kendin ol” demektedir.
Uğurlar ola, Haşim Hoca
Alevi hareketine yıllarını katmış, 68 kuşağının temsilcilerinden Haşim Kutlu, sürgünde, kendi topraklarından binlerce kilometre uzakta hakka yürüdü. Alevi hareketi bir emekçisini, militanını kaybetti.
Fikirlerindeki inatçılığı, heyecanı ve Aleviliğe olan sevgisiyle hatırlayacağız.
Fırçasındaki renklerin, Aleviliğe miras bıraktığı tablolarıyla, kitapları, makaleleri ile mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak aramızda olmaya devam edecektir.
Bu can ölmeden evvel binlerce kez ölmüştü, binlerce kez de dirilmişti. Şimdi bu can başka bedenlerde yeniden dirilecek, bedeni canlı, cansız her şeye sinecek. Kâinat durdukça bu can canan içinde yaşayacak.
Sevdiğin gibi, istediğin gibi, bildiğin gibi ışıklar içinde kal, emeklerin haq ile hakikattir devrin daimdir.
Gerçeğe hü, mümine ya Ali