Bundan tam 43 yıl önceydi… İşkenceyle öldürülüp babasına parça parça verilmişti İbrahim Kaypakkaya. Babası Ali Kaypakkaya onu görme umuduyla gitmiş Diyarbakır’a ancak oğlunun parçalanmış bedenini verdiler. “…Ordan bi hamal tuttum, o adam öylece baktı. Ondan sonra ‘Ne bu’ dedi. ‘Öğrenciydi’ dedim. ‘Burada işkencede öldürdüler, Çorum’a götürecem’ dedim. Diyarbakırlı hamal ağlamaya başladı, ‘Ben almayayım o 5 lirayı, helal olsun’ dedi. Ağladı, yürüdü gitti.” Emrah Cilasun’nun ‘Kırmızı Gül Buz İçinde’ belgeselinde oğlunu alışını böyle anlatıyordu.
Belgesele ne zaman baksam ve bu hikâyeleri dinlesem eski bir yaranın içimde dolaştığını hissederim. 80 kuşağı olarak elbette İbrahim Kaypakkaya’yı tanıma/görme şansına nail olamadık ama onun adı bizim evin içinde de sık sık dillendirilirdi. Mahirler, Denizler, İbolar üçgeninde her solcu ailenin çocuğu gibi dolaştım. Tüm bunların bedelini belki de 20’li yaşlarda ayağımın ucuna iliştirilen krem rengi bir torbada en sevdiğinin parçalanmış eşyalarını almak oldu… Ali Kaypakkaya oğlunu nasıl aldığını anlattığında, ben de hep Ankara Adalet Sarayı’nda ayaklarımın ucuna iliştirilen krem rengi torbayı anımsayıp acısını iliklerime kadar hissettim.
Ne zaman 18 Mayıs gelse aynı hikayenin ve acının içinde dolaştığımı biliyorum. İbrahim Kaypakya’nın üzerine ne kadar perde çekilse de Ser Verip Sır vermeyen o yiğidi hepimiz çok sevdik…
Nihat Behram’la bir sohbetimizde şöyle demiştşi, “Sistem İbo’ya diş bilemesin de ne yapsın? “ Nihat Behram ‘Ser verip Sır Vermeyen Bir Yiğit’ kitabında anlatıyordu Kaypakkaya’yı… Henüz kimsenin konuşmadığı bir dönemde yayımlandığında yer yerinde oynamış, dava üstüne davalar açılmıştı. Yoldaşı, yol arkadaşıydı. Kitabının son sayfasında İbrahim Kaypakkaya’nın keman çalarken bir fotoğrafı var. Behram o fotoğrafı o kadar iyi özetliyordu ki: “Kitapta anlatılan her şeyin bir özeti gibidir. Onca acının, kahrın, umudun, sevincin, zalimliğin, masumluğun harmanlandığı bir öykünün özeti gibi. İbo odur. İncecik bir sesi arayan kişi. İnsani olanı. Bir ayağı zindanda bir ayağı dağda olması da bundandır.”
Bu yıl Kaypakkaya’nın işkencede öldürülüşünün 43. yılı. Bunca uzun sürece karşın o hâlâ tabu ve ona ilişkin her şey her an baskı ve yasaklara hedef olabiliyor.
Üstü örtülmek istenen bir dönem bugün çatlaklardan sızmaya başladı. Yine de yerini bulduğu söylenemez.
Yoldaşı, yol arakdaşı Muzaffer Oruçoğlu da Kaypakkaya için O, yoklar hanesinde biriydi diyor. Muzaffer Oruçoğlu, Kaypakka’nın yol arkadaşı, dava arkadaşı acılı tatlı anılarını paylaştığı bir dönemin omuzdaşıydı. Onu en iyi tanıyan, ruhunu, içini, gülümsemesini en iyi tarif edendi. Oruçoğlu’nun ‘Tohum’u Kaypakkay’yıa anlattığı bir eseriydi. Can yoldaşının aradan 43 yıl geçmesine rağmen hâlâ Türkiye’nin yüzleşemediği bir gerçek olması belli ki canını yakıyordu. Türkiye’ye uzaktan bakıyor olsa da dağlarını, taşlarını dolaştığı bu ülkenin omuzdaşının katliyle yüzleşmemesini ve hâlâ adı anıldığında ‘övdüler’ diyerek dava açılması da kendi içinde kıyımlara neden oluyordu…
Muzaffer Oruçoğlu’na göre Kaypakkaya’yı sadece devlet yok saymıyordu. Türkiye solunun ezici çoğunluğu tarafında da yok sayıldığını söylüyordu…
İbrahim Kaypakkaya’nın üzerinden tam 43 yıl geçti… Oruçoğlu okul dönemini şöyle özetliyordu: Çapa Yüksek Öğretmen Okulu döneminde (1966-1969) aşık olmadı. Kitaplar, dergiler, tartışmalar ve mücadele pratiği, zamanının tümünü emip aldı. Gülmeyi, fıkra dinlemeyi, türkü söylemeyi ve oynamayı seven bir insandı. Balıkesir Bengisini çok sever ve çok güzel de oynardı. Ruhi Su’nun hayranıydı. ‘Zahit Bizi Tan Eyleme’ ile ‘Kalktı Göç Eyledi Avşar İlleri’ en sevdiği türküler arasındaydı. Zengin, renkli, şaşırtıcı ve zaman zaman da çocuksu bir iç dünyası vardı İbrahim’in.
Muzaffer Oruçoğlu yaptığımız bir söyleşi de O’nunla ilgili anılarını şöyle anlatıyor:
Siverek’e geldiğinde dedim, “İki köy sahibi bir Hanım Ağa ile anlaştım, bir ay onun köyünde barındım” dedi, “nasıl bir anlaşma yaptın?” “Bu kadın, 12 köy sahibi olan Halit Gülpınar’ın kız kardeşiydi” dedim. “Kardeşi Halit’le arası iyi değildi. Arandığımı, devrimci olduğumu söyledim. Bana, “köyümde ağalara karşı propaganda yapmazsan, yarıcıları bana karşı kışkırtmazsan, yani bir evde susar oturursan, istediğin kadar kalabilirsin” dedi, ben de kabul ettim ve Hanım Ağa’nın köyünde bir ay kaldım.” “Hiçbir şey yapmadın mı?” diye sordu İbrahim. “Hayır” dedim, “yan gelip yattım.” “Peki, bu Hanım Ağa, senin barınmana neden yardım etti?” diye yeniden sordu. “Mustafa Kemal, bunların babalarını, Şeyh Sait İsyanına katıldı diye, Şeyh Sait’le birlikte, Diyarbakır’da astırmış” dedim. Düşündü ve gülümsedi. “Yanlış bir anlaşma yapmışsın” dedi. “O Hanım Ağa’ya, ‘tamam, ben köyde kaldığım müddetçe, yarıcılara toprak sorununu anlatmayacağım, ama geçmişteki Kürt İsyanlarını ve Kürtlerin milli haklarını anlatacağım’ deseydin, kadın bu noktada seninle anlaşabilirdi. Sen de Kürt halkına anlatmamız gereken temel sorunlardan birisini, programımızın önemli bir parçasını anlatmış olurdun; bir ayın boşa geçmezdi.” “Boşa geçmedi” dedim. “Hem ev, hem de ahır olarak kullanılan izbede, inek ve buzağıyla bol bol bakıştım, onların davranış biçimlerini, yaşamlarını öğrendim.” Biraz düşündü, sonra yeniden gülümsedi. “Doğru, boşa geçmemiş” dedi.
Bir gerillanın düşüdür aşkı da omuz omuza yaşamak
Kaypakkaya iç dünyasını gizlemeyen bir insandı. Açıklıktan yanaydı. Kadın-erkek ayrımı yapmadan, herkesin gerillalaşmasından yanaydı. Bana, iki kadının dağa çıkmak istediğini, şu anda Dersim’in buna hazır olduğunu söylediğinde, silahsız olduğumuz gerekçesiyle kabul etmedim. Bunlardan bir tanesi Kaypakkaya’ya ilgi duyuyordu. Ben arıyordum ama sevgili bulamıyordum. Bakışlarımı, kızların bakışlarından kaçırma gibi bir ilkelliği de henüz üzerimden atmış değildim. Ama barındığım her mağarada, yaktığım her ateşin kıyısında, bir sevgili hayali hep var olmuştur. Zaten her komünist gerillanın ruhunda da, sevgilisini dağa çıkarmama değil, tam aksine, dağa çıkarma ve özgürlüğü onunla birlikte, omuz omuza soluma aşkı vardır.