Şîrvan’a dönerken, geç bir gece, bir dünyanın ıssız bir göğü altında beni buraya kadar getiren edebiyatın nasıl güçlü bir şey olduğunu düşünüyordum. Köklerini bulmuş bir ağaç gibi mutluydum.
Hakkâri’ye varınca şehirde dolaşan yüksek sesli fısıltıyla karşılaştım. Çıkan olaylarda yaralanan dört yüz kişiden yarısı hastanelerde yarısı ise evlerde tedavi ediliyordu. Düzenlediğimiz Kürdoloji Kongresi, büyük bir rahatsızlık yaratmıştı. Bize yakıştıramıyorlardı. Doğrusu zor bir durumdu. Ne düşüneceğimi bilemiyordum.
Horasan’dan gelen beş altı kişilik arkadaş grubuyla hasret giderdik. Çok heyecanlıydılar. Her şeyin fotoğrafını çekiyorlardı. Gördükleri her insanla konuşmaya çalışıyor, kaybedilmiş akrabalarını bulmuş gibi herkese sokuluyorlardı.
Kongre başladığında salon ağzına kadar doluydu. Ama daha sahnede ilk cümle söylenirken “Burası Horasan Değil Kürdistan” yazılı bir pankart açıldı! Bir dövizde ise “Size yumurta atacaktık, ama değmezsiniz” diye yazıyordu. Gençler tuhaf sözcükleri art arda dizerek dünyanın dört yanından gelmiş, Kürdolog olmanın bedelini ağır şekilde ödemiş isimleri protesto edip gürültüyle çıktılar. Kürt siyasî öznesi gençliğini böyle yüksek bir eğitimle donatmıştı işte! Meğer bu “tepki” beklenen bir şeymiş! Düzenleme Kurulu’nda yer alıyor olmaktan kaynaklı olarak, doğrudan bir sorumluluğum olmasa bile, yerin dibine geçtim. Ama daha kötüsü, ne olup bittiğini anlamayan Horasanlı arkadaşların şaşkınlığıydı. Durumu anlatınca, yaşadıkları şok tahmin edilebilir. Sonradan Kuzey Horasan eyaletinin başkenti Bocnûrd’da olayı anlatıp anlatıp güldüler neyse ki!
Saçma bir mantıkla beş gün süren kongre boyunca kendimiz çalıp kendimiz dinledik! Neyse ki büyük alimler Celîlê Celîl ve Mehmet Bayrak’ı Horasanlı arkadaşlarla tanıştırdım. Mamoste Celîl Horasan’a kadar gidip bin yedi yüz bir tane “sêxiştî” (üç dizelik geleneksel şiirler) derledi sevgili arkadaşım Gulê Şadkam’la. Mehmet abi ise “Kürt ve Alevi Tarihinde Horasan” adlı kitabı hazırladı. Bu çalışmalara vesile olmaktan dolayı kendimle gurur duyuyorum.
Elî abi, bir ara söz isteyip sahneye çıktı ve “duyduğuma göre Selim Temo’ya bir Kürtçe metin veren cennete vizesiz gidiyormuş” diyerek kâğıt çıktı ve CD olarak getirdiği Kürtçe elyazmaları bana takdim etti. Şimdi bu metinleri transkribe etmek ve Celîl ile Mehmet abilerin arasında bir yere yerleşecek kitabı hazırlamak zorundaydım. Ama araya bir sürü çalışma girdi. İki bin on beş oldu, sonbahar geldi. O sırada İran’da olan sevgili dostum Semih Gezer’e, ev arkadaşımın akıllı telefonundan geliyorum diye haber saldım. Mardin’den İstanbul’a geçip Tahran uçağını beklemeye başladım. Uçağın kalkmasına kırk beş dakika kalmıştı. Köyden aradılar. Yeğenim Mazlûm’un Şengal’de toprağa düştüğünü haber verdiler. Ağladım. Teskin edecek kimse yoktu.
Gece yarısı Tahran’a inince, ancak başka bir metinde anlatabileceğim bir serüvenin içine girdim. Zaten benim hayatım hep böyle! Şu kadarını söyleyeyim; Kürtlerde daha çok sol cenahın sürgün hayatını biliriz. Ben epey sağ cenahtan bir sürgünün dünyasına girdim. Belki sonra yazarım.
Sabah tozlu bir güneş Tahran’ın üstünde dolaşırken derste tahtaya hiç kimsenin anlayamadığı haritalar çizen cânım öğrencim Hanne’yi yurttan alıp büyük bir parka gittik. Orada Ortadoğu’daki kamusal alanların büyük parklar ve trafik olduğunu düşündüm. Evet, trafik de kamusal alan. Kamunun bir araya gelebileceği her alan gasp edildiği için insanlar trafiğe çıkıyor ve bir kamusal alanda yaşanabilecek her şey trafikte gerçekleşiyor. Bu bilimsel tespitimi dileyen kullanabilir!
Ne yazık ki çok istememe karşın İhsan Nuri Paşa’nın Beheştî Zehra’daki mezarını ziyaret edemedim. Gelecek sefere diye avuttum kendimi. Akşama doğru bir otobüse binerek Bocnûrd’a doğru yola çıktık, Semih’le. Sanki Dersim, Cihanbeyli ya da Semsûr (Adıyaman) otobüsündeydim!
Sabahın ilk ışıklarıyla vardığımız Bocnurd’da bizi karşılayan Amir oldu. Îzolî aşiretinden. Kapıda ise kızı Zîlan karşıladı bizi. Onun evinde geçen üç günü ayrıca anlatmak lazım.
Kitapçılarda, evlerde, bexşî (halk ozanı) makamlarında, bağ evlerinde aradığımız elyazmaları, kitaplar, sözlüklerle geçen on gün. Her ay bir günlüğüne mezara girip nefsinden arınan Siyaweşê Mehro’yu unutamam. Onunla birlikte evine gittiğimiz Sohrabê Muhemmedî, Muharrem yası olmasına karşın “lo” (stran, halk ezgisi) okudu bize: “Navê bire te Remezan / Deçirîne yazde pezan.” Siyaweş ise, ustasından el ve izin alarak “Xecê” diye bir lo okuyor ki ışıklar yağıyor geceye.
Bir gece, çok uzun bir geceydi, oradaki iki milyona yakın Kürdün manevî lideri Kelîmullah Tewehodî Kanîmal’in bir tür etnografya müzesine benzeyen evine gittik. O da lo okudu bize. Herkes lo okudu zaten. Herkes dutar çalıyordu. “Telli Kur’an” diyordu onlar da. Kanîmal’in evinden Şîrvan’a dönerken, geç bir gece, bir dünyanın ıssız bir göğü altında beni buraya kadar getiren edebiyatın nasıl güçlü bir şey olduğunu düşünüyordum. Köklerini bulmuş bir ağaç gibi mutluydum. Beni bu göğe, bu geceye, bu toprağa bağlayan bir şey kımıldıyordu kalbimde.
Selim Temo
(29.03.2017)