“Damlanın içinde gerçeği buldum
Yine benden bana getirdi beni” (Daimi)
Son birkaç aydır Alevilik üzerine yazılmış epey kitap okudum. Bu kitaplar arasında çok değerli çalışmalar olduğu gibi, her biri birbirini boşa çıkaran kitaplar da bulunuyor ne yazık ki. Kitapları okurken gördüm ki, bazı kitaplarda yazarın kendisi bile neyi anlattığının veya neyi anlatmak istediğinin pek de farkında değil.
Nasıl mı? örneğin yazar bir yandan ballandıra ballandıra Aleviliğin kalu beladan beri var olduğunu, insanlığın doğum kapısı ile geldiğini, doğurganlığı ile her türlü kutsallığı hak edenin kadın Analar olduğunu, Aleviliğin bir kadın inancı olduğunu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir inanç olduğunu söylüyor. Buraya kadar her şey normal. Ancak bir başka bölümde bütün bu söylenenleri boşa çıkaran tanımlamalarla Alevilik götürülüp İslam’a bağlanıyor. Hatta “Alevilik İslam’ın özüdür” denilerek önceden söylediklerinin tersine Alevilik tarihini İslam’la başlatıyor. Elbette bu dediğimi yapan yazar sayısı çok az ama var.
Bir yandan varoluşçu olunuyor, vardan var olduğumuz gerçeği dile getiriliyor. Öte yandan yaratılışçı olan, Adem’i balçıktan yaratan onun kaburgasından da Havva’yı yaratan bir tanrı anlayışı savunulur olunuyor. Bunları yazanlar Eğer kötü niyetli değillerse, en hafifinden kara cahildirler denilebilir ancak. Çünkü biliyoruz ki; iki zıt bakış açısı, iki zıt oluşum teorisi bir anda aynı inanca kaynaklık yapamaz.
Yaşananlar ve yazılanlar tam bir kavram kargaşasına yol açmış bulunuyor. Bazı yazarlarımız Aleviliği arş-ı alada yapılan Kırklar Cemi ile başlatıyorlar. Bazıları insanlığın doğuşundan bu yana, bazıları Kerbela’dan başlatıyor. Bazıları ise doğa inancı diyorlar bu inanca. Ortak bir tanımda buluşulamadığı için, hepimiz “yol bir sürek binbir” diyerek işin içinden sıyrılıyoruz. Pirlerimizden öğrendiğimiz yakın akrabalar müsahip olamazlar. Ancak Muhammed damadı Ali ile müsahip oluyor. Yine Cemlerde kadın erkek olmaz can vardır diyor Pirlerimiz. Ancak ne hikmetse yazarlarımızın ezici çoğunluğu Kırklar söylencesini anlatırken 17 Kadın 23 Erkekten bahsediyorlar.
Birçok kitap okuduktan sonra çokça konuda ezberim bozuldu. Çok düşündüm, eğer Alevilik Zerdüştlükten geliyorsa İbrahim’i bir inançtır. Çünkü Zerdüştlük İbrahim’i dinlerin ilkidir. Yani tanrıyı yer yüzünden gökyüzüne çıkaran, görünmez kılan ve insanı da kul yapan inançların anası olan Zerdüştlükle, insan ve doğa merkezli bir inancın uyum göstermesi pek akıl karı değil. Birçok yazarın ise Zerdüştlükle Mazda inancını karıştırdığını gördüm. Alevilik Mazdaizmden çok şey almıştır elbette. Ama anladım ki, bugün yaşayan Alevilik tüm asimilasyon çabalarına yoldan saptırma uğraşlarına karşın kendine özgü bir inanç bir doğa dinidir.
Okuduklarımdan ve yaşananlardan, yazılanlardan görmekteyim ki; geçmişte Kızılbaş Kürt ve Türkmen Alevilerin katline ferman vermiş Bektaşi postnişinlerinin Mürşid-i Alem ilan edilmekte ve devlet müzesi statüsünde olan, bahçesinde cami bulunan Hacı Bektaş Tekkesi’de bizlere serçeşme olarak dayatılmaktadır.
Son 25 yılda katıldığım Alevi örgütlenmesi çalışmalarında: Bu serçeşmelik oyununa balıklama atlayan Alevi okumuşları, şairleri, zakirleri tanıdım. Bunlar bir yandan Bektaşi Tekkesine serçeşme diyorlar, tarih boyunca Alevi ve Kürt katliamına imza atanları göklere çıkarıyorlar. Ardından da Kürt halkı ile Alevilerin birleşmesi, ortak mücadele etmesi gerektiğini söylüyorlar. Tam bir riya ve ikiyüzlülük örneği. Bu düşüncenin sahipleri ne yazık ki hala aramızda itibar görüyorlar, saflarımızda barınabiliyorlar.
Okuduğum kitaplar beni şu sonuçlara götürdü: Alevi-Bektaşi deyiminin bilinçli bir tercih olduğunu ve esas amacın da Ocaklara, Hakikatçi Pirlere, ziyaretlere inanan, doğayı kutsayan Naci ve Naciye yolundan gelenlerin asimile edilerek, Bektaşilik aracılığıyla götürülüp İslam’a eklemlenmesi ve bu yöntem ve yolla da Rea Heq Aleviliğinin yok edilmesidir.
Biliniyor “Adem ile Havva yaratıldı… Naci ile Naciye doğdu… biri Kudret Kardili’nden emirsiz, diğeri Kubbei Rahman’dan emirle geldi.” (Sırrı Öztürk Alevilerin Büyük Sırrı sayfa 210) Alevik hakkında oluşmuş ortak görüş şu aslında; “Aleviler yok”a inanmazlar. “var”a inanırlar. La mekân yoktur. Her şey vardır. Bilinmeze değil bilinene inanır. Hak gerçektir.” (age sayfa 241)
Bu gerçeği kabul eden bir inancın mensupları, nasıl olur da bunun tam karşıtı ya da inkarı olan bilinmeze inanan, mekânsız ve sıfatsız bir tanrıya inanan, insanı kullaştıran ve tek uğraşı olarak, bilinmeyen ve dolayısıyla ispatı olmayan bir cennete gitmek, ahiret denilen bilinmeze varmak için ibadet edenlerle kendilerini buluşturabilirler, anlamak olanaklı değil.
Bunun tek izahı var süreç içinde egemen olan inançlar özellikle de İslam, Alevileri asimile edebilmek için birçok yola ve yönteme başvurmuş ve bir yere kadar da başarılı olmuştur. Bölgenin yasaklı ve kadim inancı olan Alevilik Selçuklulardan, Osmanlılardan bu yana büyük müdahalelere uğramış görünüyor. Bir dönem Emevi-Abbasi müdahalesi, bir dönem Selçuklu ve ardından Osmanlı ve Safevi müdahaleleriyle yoldan çıkarılmaya çalışılan Alevilik, zaman zaman da fiziki yok etme müdahalelerine uğramıştır. Tüm bunlara karşın yol bugünlere kadar sürdürülmüştür. Yine okuyarak gördüm ki; en büyük müdahalelerden birisi de 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi ile yapılmış ve bugün hala sürmektedir.
Alevilik üzerine yüzlerce kitap yine bu süreçte çıkmış, çıkan kitapların ezici çoğunluğu Aleviliği Türklüğe eklemleme, İslam’a eklemleme ve giderek eritip yok etme amaçlıdır. Önce Şamanizm vurgusu üzerinden Türklüğe bağlanmaya çalışıldı. Ardından bazılarınca 12 İmamlar üzerinden Şialığa bağlanmaya çalışıldı. Şimdi de Alevilik sadece farklı bir İslami yorum biçimi denilerek yok sayılmaktadır. Alevilerin ibadet yerleri kabul görmemektedir. Çünkü İslam’ın tek ibadet yeri Cami veya Mescittir denilmektedir.
Kendini aydın, araştırmacı, yazar, gazeteci olarak gören Alevi canlar inancımız üzerinde yüzyıllardır oynanan oyunları görmek için iğne ile kuyu kazarcasına çalışmalıdırlar. Oyun büyük. Düzgün Baba’ya, Munzur Suyuna, ağaçlara, ziyaretlere yani özcesi doğaya değer veren, onlara kutsallık atfeden, duyduğuna değil, gördüğüne inanan, cennet ve cehennemin varlığına inanmayan, insan ve doğa merkezli, sevgi inancı olan Alevilik yok edilerek karşıtına dönüştürülmek istenmektedir. Bu oyunu bozmanın biricik yolu hakikatimizi savunmaktan geçiyor.
Biz aydınlara düşen ana görev yoldan çıkarılmaya çalışılan inancımızı gerçeğimizle buluşturmak ve öze dönüşü gerçekleştirmektir. Elbette bunu yaparken Alevi ana-atalarımızın kutsallık atfederek, batıni anlamlar yükleyerek inancımıza adapte ettiği değerleri de kendi değerlerimiz olarak kabul etmeliyiz. Önemli olan özün kaybedilmemesidir.
Yine Öze dönüş derken, asla mühendisliğe soyunmadan, hakikatimizi olduğu gibi kabul ederek, Tanrısal anlamlar yüklediğimiz Ali kültünü, Hüseyni direnişçiliği de kabul ederek yolu sürdürmekle yükümlüyüz.
Aleviliği salt bir bilgi ve akıl inancı olarak algılarsak, onun inanç yönünü, kutsiyetini görmezden gelirsek, kaba materyalizme düşeriz. “Alevilik bir din değildir. Bir yaşam felsefesidir, bir yaşam biçimidir” demek hiçbir şey söylememektir aslında. Çünkü her inancın bir yaşam felsefesi var, bir hukuku var bu sadece bize özgü bir şey değildir. Evet Alevilik İbrahim’i (semavi) bir din değildir. Bir Doğa dini, bir doğal dindir. Her din gibi de kendine özgü inanç ve ibadet ritüelleri vardır. Bu açıdan Aleviliği bir din olarak görmeyenler, Alevi olamazlar.
Sözün özü tüm okumalarımdan çıkardığım sonuç şudur. Bu inancımızı büyük soykırımlara, inkara ve imhaya rağmen bugünlere taşıyan Pirlerimize, ocaklarımıza, hakikat arayışçılarımıza hakkını teslim ederek, Aleviliğe yapılan büyük dış müdahaleleri de unutmayarak, ancak bu süreç içinde içselleştirilmiş gerçekleri de bilince çıkarıp kabul ederek, ancak yolu bozan unsurları da temizleyerek öze dönüşü sağlayabiliriz.