Babil kralı Nebukatnezar, Kudüs’u ele geçirdikten sonra kentte yaşayan tüm Yahudileri sürgüne gönderir. Ahit sandığının içinde bulunduğu tapınağı yıkar, kenti tümden yağmalar. Bu sürgün zamanlarında Yahudilerin dillerinden düşürmedikleri ve her sabah uyandıklarında okudukları bir duaları ve ahdları vardır. Ahd :”Seni unutursam, ey Kudüs,
sağ elim hünerini unutsun!
Eğer seni anmazsam,
eğer Kudüs’ü baş sevincimden
üstün tutmazsam,
dilim damağıma yapışsın.” diye devam eder. Bu ahd sadece sürgüne karşı verilmiş bir tepki değil, aynı zamanda bir halkın kimlik kazanma mücadelesinin de sembol dizeleridir. Çünkü yıkılan sadece bir kent değildir. Yağmalanan bir toplumun hafızasıdır. “Ey kudüs” diye başlayan dizler ise hafızanın yok edilmek istenmesine karşı verilmiş belki de tarihin en güçlü anlamlarından biridir. Aradan yüzlerce yıl geçse de, bir toplum katliam, soykırıma tabi tutulsa da, direniş halinde olan toplumsal tarih ve hafızadır. Bu hafıza korunduğu müddetçe hiçbir soykırımın başarılı olamayacağının kanıtı yine Yahudi toplumsallığının bin yıllık pratiğinde saklıdır.
Günümüzde soykırım tartışmalarının en önemli boyutunu kuşkusuz hafıza, bellek, yüzleşme, hesap sorma, adalet ve unutmamak gibi olgular oluşturmaktadır. Bu kavramlar aynı zamanda soykırıma karşı verilen mücadelenin kilit anlamlarını oluşturur ki o da kimliğin kendisini ifade eder.
Dünya üzerinde çokça dile getirilen Yahudi, Ermeni, Asuri-Süryani, Ruanda, Bosna-Hersek, Amerika Yerlileri, Avustralya Aborjin soykırımları ve binlerce soykırım uygulamasına karşı verilen mücadeleler halklar açısından önemli bir birikim süreci yaratmıştır. Aynı şekilde bir soykırımlar ülkesi olan Türk devlet tarihi de soykırımlarla yüzleşmenin ne kadar hayati olduğunu her gün yaşadığımız acı deneyimlerle bizlere göstermektedir.
Sadece Ermeni, Asuri-Süryani soykırımları bağlamında değil, Dersim soykırımı bağlamında verilen mücadeleler bizzat soykırıma uğrayan toplulukların mücadelesinin belirleyici olduğunu kanıtlamıştır. Yahudiler bin yıldır soykırıma karşı mücadele ettikleri için bir sonuç alabilmişlerdir. Uluslar arası hukuğa “Yahudi soykırımını inkar etmek insanlık suçudur” ibaresini koymaları bu mücadelelerin başarısıdır.
Türkiye düzleminde olaya baktığımızda bırakalım Türk devletinin kendi soykırımcı tarihiyle yüzleşmesini soykırım iddiasında bulunan kesimlerin bile nasıl kıskaca alındıklarını, nasıl zülüm gördüklerini gündelik siyasette görebilmekteyiz. Soykırım gerçekliğinde hakkaniyete ulaşmak, adım adım yargılamak ve toplumsal vicdana dönük tarihsel hafızayı oluşturmak kesinlikle bir mücadele konusudur.
Dolayısıyla kırımlara karşı verilecek ortak bir mücadele topyekün bir sonucu doğuracaktır. Türkiye özgülünde düşünüldüğünde soykırım mağdurlarının mücadelesinde gerçekten istediğimiz noktadamıyız? Sadece birincil suçlu olan devleti hedeflemek tek başına yeterli midir? Peki ya mağdurlar mücadele değil de unutmayı “tercih” ederlerse?
Unutmaya çalışmak…Acı gelebilir ancak “unutmak” da bir çok toplum örneğinde görüldüğü gibi sığınılan bir liman olabilmektedir. Sosyolojik ve psikolojik olarak soykırıma uğrayan topluluklarda iki eğilimin açığa çıktığı tespit edilmektedir. Ya yüzleşmek, mücadele etmek ve toplumsal adalet sağlamak ya da “unutmaya” çalışmak, yaşanmamış gibi hayatına devam etmek, ya da “gizlemek, kapatmak, örtmek” olarak da nitelendirilen psikolojik reaksiyonlara sığınan eğilimler olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda kimisinin devlet ağzıyla konuşup “Maraş olayları” dediği, kimisinin “katliam” kimisinin de peşisıra yaşanan bütün sürece “soykırım” olarak adlandırdığı Maraş katliamı daha fazla değerlendirmeyi hak etmektedir. 19-26 aralık 1978 tarihinde bir hafta boyunca yaşanan katliam halen aydınlatılmayı beklemektedir. Günümüzün Daiş yöntemlerinin bire bir kullanıldığı Kürt Kızılbaşlara yönelik yapılan katliamda ne kadar insanın öldüğü resmi rakamlar dışında açıklanamamaktadır. Halen Maraş’ta sahip çıkılmayan toplu mezarlar bulunmaktadır. Anne karnındaki ceninlerin parçalanması, insanların kaynar kazanlara atılması, kafa kesmeler gibi daha da sıralayacağımız bir çok dehşet yöntem kullanılmıştır. Maraş’ta fiziki katliam bir hafta sürmüştür ancak devamın da yaşanan “ruhsal katliama” ise ibretlik bir örnek oluşturmaktadır.
Katliamdan sonra Maraş’ta demografik yapı tümden değiştirilmiştir. Nüfusunun yüzde 80’i yurtdışına, Türkiye metropollerine zorla göç ettirilmiştir. İşkence, korku, zülüm ve sindirme politikaları atbaşı gitmiştir. Sadece bununla da sınırlı kalınmamış alanda kalan çok az Kızılbaş Kürde de Sünnileştirme temelli politikalar uygulanmış, eğitim sistemi üzerinden toplumsal dinamikler tümden bitirilmeye çalışılmıştır. Demografik yapı sadece nüfusun boşaltılmasıyla değil dünyanın ikinci ve üçüncü en büyük çimento fabrikaları ve termik santrallerle de son nokta konulmak istenmiştir. Türkiye’nin en vermli toprak parçalarından biri olan Elbistan ve Pazarcık ovası günümüzde sadece zehir solumaktadır.
En son kızılbaş Kürtlerin yaşadığı Pazarcık’ın ortasına “Selefistlerle” doldurulan bir kampın kurulması, bölgeye dönük bitirme, yok etme stratejisinin de son halkasıdır. Bölgede kalan Kürt-Kızılbaşların nüfusundan daha fazla insan bu kamplara yerleştirilmiştir. Devlet geriye kalan yöre insanının da topraklarını satıp gitmesini dayatmaktadır. Açıktır ki bütün bu uygulamalara “katliam oldu, geçti, gitti” deme sıradanlığına düşmeden yaşananların soykırım politikaları olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Maraş katliamı ve peşisıra geliştirilen soykırım uygulamları açısından irdelenmesi gereken konulardan biri bu olurken diğeri de toplumun bu gerçeklikle yüzleşme biçimine dönük olacaktır. Maraş’ın Kürt-kızılbaşları yaşadıkları süreçlerle yeterince yüzleşmiş midir sorusu canalıcılığını korumaktadır. “Unutmak mı mücadele etmek mi” ikileminde gelip giden Maraş toplumsallığı açıktırki bu med-cezir arasında halen de yalpalamaktadır.
Yıllarca evlerde neredeyse konuşulmayan bir konu olan Maraş, büyüklerimiz tarafından sanki bahs edilmediğinde geçip gidecekmiş gibi ele alındı. Kendi çocuklarına bu acı deneyimi aktarmak istemeyen ebeveynler belki de farketmeden büyük bir “kötülük” yaptı. Kimisi koruma kaygısı, kimisi korku ve sinmişlikten, kimisi “belki anlatmazsak bizi rahat bırakırlar” düşüncesinden hareketle “yasaklı” bir konu düzleminde ele aldı. “Dokunmazsak dokunmazlar” psikolojisi katliam mağdurularının bir çeşit savunma mekanizması olarak gelişti. Yıllarca kapalı sandıklarda saklanan fotoğraf karelerinde kaldı ya da çocuklar anlamasın diye kendi ana dilimizde ifade edilerek bizden saklanmaya çalışıldı. Bu tıpkı Kenan Evrenden nefret eden Alevilerin “kendi evimize onun fotoğrafını asarsak bize karışmazlar” demesine benziyordu.
Kaçış ne çare. Kaldık ki katliam ve soykırımlarla yüzleşme ve hesap sorma yeterince gelişmediği taktirde devamının da geldiğini Maraş örneğinden çok iyi biliyoruz. Günümüzde Pazarcık ovasının ortasına Selefistler yerleştiriliyorsa bu zamanında yeterince verilmeyen mücadeleler sonucudur. Sorun burada kaba anlamda toplumu suçlamak değildir. Deneyimler bizlere soykırım mağdurlarının mücadelesiyle bir çok olgunun değiştiğini göstermektedir. Soykırıma karşı verilen bütün mücadeleler değerlidir ancak soykırımın uygulandığı özneler ancak bunun hesabını sorabilir. Hele hele Türk devlet geleneği düşünüldüğünde mücadele verilmeden yaprağın bile kıpırdamayacağı, bir milim dahi gelişmenin, değişmenin olmayacağını bilmek durumundayız.
Maraş gerçekliğiyle yüzleşmek, toplumsal hafızayı oluşturmak, hesap sormak ve yargılama süreçlerini başlatmak amacıyla Avrupa zemininde bir çok çalışma yürütüldü. Ancak bu çalışmalar henüz cılızdır, yaşananların derinliği karşısında yetmemektedir.
Bu anlamda Kürt-Kızılbaş toplumu kendi tarihsel gerçekliğini ele alırken “geçmişte ve uzakta kalmış bir hayalet” ten bahs etmemektedir. Halen devam eden bir sürecin vahim sonuçlarından söz ediyoruz. Kimilerinin salık verdiği “gönüllü unutkanlık” bir çözüm değil, bilakis katliama an be an davetiyeler çıkarmaktır. Burada mücadele ederken “Agadeye ağıt” biçiminde değil, gerçek anlamda hesap sormamız gereken canalıcı toplumsal kimlik sorunlarımız bulunmaktadır.
Unutmayalım ki Maraş vahşeti sadece devletin paramiliter güçleri tarafından değil, her gün merhaba dediğimiz komşularımızın, alışveriş yaptığımız bakkalların sahipleri tarafından yapıldı. Sivil faşizm şimdilerde Maraş’ta, 78’inkinde çok daha fazla örgütlüdür.
Hannah Arendt “kötülüğün sıradanlığı” derken sadece SS subaylarını değil Alman halkının bu soykırımda oynadığı role dikkatimizi çekiyordu. “Herkesin suçlu olduğu noktada, kimse suçlu değildir.” derken suçun toplumsal karakterini vurguluyordu.
Katledilen yüzlerce Kürt Kızılbaş “unutulmuş mağdurlar” değil sürekli “hatırlanacak Kürt-Kızılbaşlar” olarak belleğimizde yer edinmek durumunda. Hesap sormak için tıpkı Roboskili Ailelerin dediği gibi “ey Roboski seni unutursam kalbim kurusun” demeliyiz. Buna “ey Maraş, ey Dersim” ve daha nice soykırımı da ekleyerek insanlık mücadelemizin anlam derinliğinde buluşabilmeliyiz.
Maraş halen hesap sorulmayı bekleyen kanayan bir yaradır. Katillerin milletvekili olduğu, belediye başkanı yapılarak ödüllendirildiği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Mücadele, örgütlenme, hesap sorma, yargılama olmadan Türk devlet geleneği ve soykırımcı uygulamaları değişmeyecektir. Burada hesap sorma derken sadece uluslar arası mahkemelerde yargılamakla sınırlı kalmayan, toplumun kültürel, sanatsal, inançsal bir çok açıdan kendisini örgütlemesini sağlayan topyekün bir süreçten bahs ediyoruz.
Amin Maalouf, “ölümcül Kimlikler” adlı kitabında “siz kimliği bıraksanız da kimlik sizi bir gölge gibi takip eder” der. Geçmiş de böyledir. Biz uzaklaşmaya çalıştıkça o bizi takip eder. Biz kaçtıkça o ardımızdan koşar. Toplumların sağlıklı kimlik inşaları ancak hakkaniyete uygun oldukça anlamsal gücünü oluşturur. Soykırımlar ve katliamlarla yüzleşmek ve mücadele etmek soykırıma uğramış toplumların kendilerini sağlatmanın en anlamlı yolu ve hakikatidir.