AYTEN ŞİMŞİR
Geçtiğimiz Aralık ayından itibaren büyük bir hızla yayılarak şimdiye kadar Dünya genelinde 1 milyon 2 bin 561 insanın yaşamını yitirmesine neden olan Korona Virüsü birçok ülkede okulların, resmi dairelerin ve daha birçok iş yerinin kontrollü bir şekilde açılmasına, kimi alanlarda iş gücünün pasif duruma çekilmesine, birçok inanç kurumunun cenaze hizmetleri dışında kapatılmasına kadar giden önlemler dizisi ile adeta sosyal yaşamı ters düz etmiş durumda. Avrupa Birliği ülkelerinin güçlü ekonomik paketleri yanında salgını önlemeyi hedefleyen stratejiler, geniş kapsamlı programlar, yasaklar ve olası erzak stoklarının nasıl yapılması gerektiği en çok konuşulan konular arasında ilk sırayı alıyor. Diğer yandan vaka ve hastayı ayırd etmek gerektiğini dile getiren, hijyene ilişkin tedbirler öğütleyen basın açıklamaları ve sanki hiç var olmamışlar, yoklarmış bizimle aynı havayı solumamışlar gibi sadece rakamlarla ifade edilerek yapayalnız – vedasız ölüme giden isimsiz korona sayıları hemen her gün hatta her an gündemimizde.
Öyle ki Dünya genelinde insanlara yapılan evinde kal çağrılarının, sokağa çıkma yasaklarının yerini sürü bağışıklığı söylemleri almış durumda. Mevsim kışa dönerken, vaka sayısınının yeniden artışa geçmesi hemen her alanda kaygı ve belirsizlik durumunu da aynı hızla arttırıyor. Kaygı ve belirsizlik, korku halini büyütürken, sosyal ilişkileri nerdeyse duran, günün büyük bir çoğunluğunda maskelerle yaşamak zorunda bırakılarak izole edilen ve adeta yalnızlaştırılan insanlığın , yarınlara dair umutlarını diri tutabilmek için büyük bir psikolojik savaş vermelesi elyem . Artık hepimiz maske ile yaşıyoruz, ne kadar irite edici bir cümle değil mi ? ‘Maskeyle yaşıyor olmak’ hemen hepimizin eleştirdiği mümkün mertebe uzak durmaya gayret ettiği bir hal iken, pandemi sürecinin yarattığı vazgeçilmez bir ikona dönüştü maske !
Maskeli yaşamın insan psikolojisindeki etkilerine dair çok uzaklara, bilimsel makalelere – araştırma tezlerine uzanmadan, kendi yaşantımızdan, iç dünyamızda nelerin değiştiğinden ve hissettiğimiz kaygı halinden söz edebiliriz. Hemen hepimizin bilierek veya bilmeyerek dilinde dolaşan ‘ artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak’, ‘ birçok insan ölecek’, ‘ kendimizi nasıl koruyabiliriz’vb… birçok cümleye karşın ‘ korona yeni değil, eskiden de varmış’, ‘ tümüyle kapitalizmin ürünü’ gb.. redde dayalı kalıplar günlük yaşantımızın içerisinde yer etti.. Evet artık hiç bir şey eskisi gibi değil, Dünya maskeler arkasından hiç ama hiç güvenli değil ! Maskeler gerçekten bizleri koruyor mu bunu bile bilmiyoruz. Evden çıkarken telefonumuzu veya anahtarımızı unutursak çözüm bulabiliriz ancak maskeyi unutursak herşey olabilir. Hiç birşey olmasa bile bindiğimiz tren veya otobüste, alışveriş için girdiğimiz herhangi bir dükkanda maskeli insanlar tarafından, maskemiz olmadığı için linç edilebiliriz ! Evet Dünya beklenmedik bir biçimde değişti ve insanların büyük bir kısmı maskelerin virüsten tümüyle korumadığını bilse de kendisini güvende hissedebilmek adına da olsa maskelere gereksinim duyuyor. Çünkü artık sokağa çıkarken kullanmak zorunda kaldığımız maskeler insanı virüsten tümüyle değilse de korkudan, geçmeyen kaygı halinden, sürü dışı bırakılma riskinden bir bütünen koruyor. ( maskeye ek kullanılan ürünleri de es geçmemek gerekli; eldiven, dezanfektan losyon ve jeller, vb..)
Diğer yandan Korona virüsü, geçtiğimiz süre içerisinde kalıcı bir pandemiye dönüşerek tekçi iktidar aklının inşa ettiği ortodoks sağlık sistemi başta olmak üzere, ona bağlı olarak geliştirilen bir çok sistemin varlığını sürdümediğini / bir boyutuyla çöküşe geçtiğini tüm insanlığa göstermiş oldu. Birçok ülke büyük kaotik süreci aşabilmek, ekonomik olarak etkilenmemek adına önlem paketlerini bir bir devreye sokarken, diğer yandan bir çok farklı kesim tarafından olası bir durumda çökmesi en iyi ihtimalle değişmesi kaçınılmaz görünen mevcut sistemin yeniden inşaasına yönelik birçok tartışma devam etmekte.Özellikle uluslararası ekonomi piyasaları alternatifler üretme çabasında. Jeopolitik ve ekonomik hareketsizlik, artan eşitsizlik, küreselleşmeyi yönetmek için yeni siyasi yapılar geliştirememe sorunu ve yeni tehditlere yanıt olarak yeniden doğuyor. Tüm Dünya’da küreselleşme karşıtlığı hızlanarak artıyor, eşitsizlik artarken yerelleşmenin çözüm olacağı yönünde tartışmalarda bir biçimde yaygınlaşarak sürüyor.Alternatif sistem tartışmalarına karşın açık olan şu ki; Küreselleşmenin hizmet ettiği Ulus Devletlerin kendi iktidar alanlarından vazgeçerek yerelleşmek gibi bir niyeti yok, söz konusu iktidar olduğunda bu biçimde bir sistem değişikliği pek mümkün görünmüyor. Diğer yandan birçok Avrupa ülkesi yeni bir salgın halinde olası komplike sorunların üstesinden gelebilmek adına sağlık sektörünü güçlendirmeye dönük alternatif paketler uyguluyor. Örneğin Almanya’ da sağlık hizmetlilerine yüklü ödemeler yapılarak motive edilmesi dile getirilirken, sağlık hizmetlileri sorunun yüksek ücret değil sistemin kendisi olduğunu ve değişmesi gerektiğini tartışmaya açıyor ! Dünya ülkeleri bu süreci yenilenerek güçlenip aşmayı hedeflerken Türkiye’de TTB’nin kapatılması gibi apsürt tartışmalar halkın gündemine sokularak, Tabibler Birliği yandaş yığınlara hedef gösteriliyor .
Dünyada bunca şey yaşanırken, Türkiye’ de AKP Hükümeti adeta diktatörlüğünü ilan etmiş, kendisinden olmayan, biat etmeyen tüm kesimleri korku cumhuriyetinde yaşamaya zorluyor.7 Haziran yenilgisini bir türlü sindiremeyen ve mücadele hattında oluşacak olası güçlenmeyi hedef alarak, korku ile sindirerek zayıflatmayı hedeflediği muhalefet cephesine dönük şiddeti artırdıkça arttırıyor. Geçtiğimiz hafta her biri kendi alanında uzun yıllardır mücadele ederek öncülük misyonu taşıyan 20 muhalif insanın altı yıl öncesine ait Kobane suçlamalarıyla gözaltı adı altında rehin alınması asla tesadüfi bir durum değildir. Rehin alınan insanların profilini incelediğimizde 7 Haziran sürecini getiren mücadele hattındaki çok renkliliği kolayca görebiliyoruz. Kadın Hakları mücadelesi yürütenden, Sinemacı –Sanatçı kimliğine, Türk, Kürt, Genç, Gzeteci -Aydın – Yazar – Ekolojist mücadele yürütene kadar çok renkli ve birbirinden farklı görünen insanlar. Devlet aklının mevcut AKP Hükümeti eliyle hedef aldığı salt kişilerden öte halkların Rızalık Bahçesi’ni yeniden yaratma umududur. Bir biçimde hayatımıza dokunan 20 insan tekçi akıl tarafından gözaltı adı altında rehin alındı avukat görüşmesi yapmaları yasaklandı, olağanüstü hal sürecinde yürürlüğe sokulan kararnameler uygulanıyor ve yine gözaltında tutuldukları yerde verilen yemekten zehirlendikleri haberi bir iki ajansa düştü. Diğer yandan yandaş medya bu gözaltıların farklı bağlantıları çıkacağından yani operasyonların genişleyeceğinden hatta Gezi Sürecine dokunacağından söz ediyor. Tüm bunlar karşısında bizler müthiş şaşkınız !!!Tekçi Devlet aklı tıpkı yıllardır yaptığı gibi gerek fiziksel gerekse psikolojik baskı ve işkence ile yıldırmaya – korkutarak geri adım attırmaya dolayısıyla biat ettirmeye çalışıyor. Bu durumda bir gariplik yok, büyük olasılıkla gün geçtikçe de şiddetini yaygınlaştırarak arttıracak çünkü Türk –İslam Sentezinin son halkası olan aktörler kendilerine verilen rolü gerçekleştiremeden, bin yıllık müthiş projeyi gerçekleştiremeden kaybediyor.
Firik Dede’nin söylediği gibi ‘ haramiler yaşadıkları hiçbir şeyi hazmetmedi, kendi fıtratlarına sadık kaldı’ Bu mana ile baktığımızda son yıllarda yaşanılanları ne tez unuttuk ki şaşkınlık içerisinde izliyoruz olan biteni. Bu akıl değilmiydi Rızalık Bahçesine girdiği andan bugüne bağı bostanı talan ederek kana boğan, elindeki kanı kurumamışken duracağını ummak neden ? İstila – yağma – talan ve katliamlarla yazılmış düzmece bir tarih yazını olduğunu göz önüne alınca şaşırıyor olmanıza şaşırmamak elde değil açıkçası! Katliamcı bir zihniyetle karşı karşıya iken beklentimiz ne olmalıydı diye sormadan edemiyorum. Elbette kan ve katliam ile inşa edilerek bugüne gelen, halihazırla kendisinden olmayan tüm etnisitelere ölümden ölüm beğeni dayatan zihniyetin uyguladığı vahşete alışmayalım, kanıksamıyalım olan biteni ancak tanıyalım. Çünkü düşmanını tanımayanlar olası saldırılara karşın koruma reflexsilerini yitirirler ! Evet ne yazık ki Alevi Toplumunun getirildiği ve günümüzde de özellikle tutulduğu araf budur, düşmanını tanımama hali.
ekçi aklın inşa ettiği ‘ Kemalist Devlet’aklının her geçen gün kendisini örgütleyerek farklı aktörlerle güçlendiği aşikare iken, toplumun büyük bir kesiminin özelde ise Alevilerin bir türlü devlet aklı ile yüzleşmek istemeyişini bir biçimde irdelemek zorundayız. Bir yandan ısrarla pompalanan Arap – İslam düşmanlığı, diğer yandan sözde Laiklik ve Cumhuriyet safsatalarına Modernizm ve Devrim’cilik söylencelerini eklediğinizde Alevi toplumunun tarihsel kökleri ve hafızası üzerindeki beton gittikçe kalınlaşıyor. Hal böyle olunca köklerimizden kopartılmış, adeta hafıza yitimine uğratılmışız. Suni tartışmaların ekseninden bir türlü yakasını kurtamayan Alevi Toplumu bellek aktarımındaki direniş ve mücadele kimliğini oluşturan toplumsal siyasal reflexsini de yitirmiş durumda.Her geçen gün pompalanan magazinsel tartışmaların etkisi tahmin ettiğimizden fazla, öyleki gözlerimizin önündeki hakikati göremiyoruz.
Mevcut durum karşısında birkaç yıl önce mülteci kampı adı altında yapılan DAEŞ Kampına karşı başlatılan mücadeleye katılmak için gittiğimiz Maraş’da tanıştığım gencin söylediği sözü anımsıyorum; ‘biz Doğudakiler gibi devlete karşı gelmedik, bir taşı bırak ters bir bakış bile atmadık devlet bizden ne ister bize neden zarar verir ki’ Oysa ki bunu söyleyen gencin yaşadığı topraklar Hititlerden bugüne onlarca yıl sayısız medeniyetlere ev sahipliği yapmış, Aslanların Yurdu denilerek direnişçi kimliğiyle ve tekçi aklın gerçekleştirdiği katliamlarla adeta boşaltılan bir tarihe sahipti ancak genç bunların neredeyse hiçbirisini bilmiyordu ! Bilmiyordu ki, kendisi devlete karşı gelecek hiçbirşey yapmasa, bir yan bakış atmasa bile bu toprakların dokunulmadan – tahrip edilmeden kalması büyük bir tehditdi. Bu toprakların taşıdığı hafıza yok edilmeliydi ki bir biçimde kendisiyle ikrarlaşan insana dokunmasın. Dokunup anımsatmasın kim olduğunu, yok edilmesi gereken asimilasyon politikaları ile köksüzleştirilen insan değil kökleri hala diri tutup besleyen topraktı … Ancak ne acıdır ki bu durum bir tek Maraş için geçerli değil halihazırda özellikle Alevi coğrafyası olarak bilinen Dersimden Trakya’ya kadar uzanan hattı incelediğimizde neredeyse tümünde aynı durumla karşılaşmamız mümkün. Anaye mezin diyerek ikrar verdiği toprakları yağmalanıp talan edilirken namustan söz eden, dili yok edilirken tecavüzü kınayan, kültürünü – inancını var eden değerleri yok edilirken Laiklik ve Cumhuriyeti Modernlikle eşit görerek kıyımı göremeyen, faşizme karşı mücadele yürüttüğünü iddia ederken Kemalizmin inşaa ettiği kimliğin tahribatlarını görmemekte ısrar eden, kendisinden kaçan kendisiyle yüzleşmektense kendisinden razı gelen diğer yandan siyaset yapmaktan kaçan, günü birlik mücadele ortaklığından öteye gidemeyen adeta amaçsızlaştırılarak iğdiş edilmiş bir bellek ile karşı karşıyayız. İnsan böylesi bir durumda sözü edilen ve uzak durulan ‘siyasetin’ ne oldunu sormadan edemiyor.
‘Ulus Devlet ‘ yapılanmasının, coğrafyamızdaki inşa planları henüz istenilen aşamaya ulaşmış değil. Yusuf Akçura ‘üç tarz siyaset’ projesi Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu siyasal çıkmazı aşmaya yönelik geliştirmiştir. Yusuf Akçura’nın hedefi tarih boyu bağımsız bir imparatorluk oluşturmayan, süreç içerisinde birbirinden farklılaşan Türkleri bir araya toparlayabilecek bir sistem inşasıdır. Buna göre izlenecek yol ile Osmanlıcılık; bir ulusu meydana getirmeyi, İslamcılık; parçalanmayacak bir dine dayanan devlet yapısı kurmayı, Türkçülük ise bir ırka dayalı siyasal ulusçuluğu meydana getirmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş sürecinde izlenilen yolun da pek farklı olmadığını açıkça görebiliriz. Tek Millet, Tek Din, Tek Dil, Tek Bayrak… teklik üzerinden kendisini inşa eden bir sistemin ‘7 uğursuz T’sini unutmak ( te’dip,tenkil, taqtil, tehcir, temsil, temdin ve tasfiye ) gelinen aşamada adeta yok saymak ciddi bir hafıza yitiminden öte nedir ?
Teknoloji geliştikçe yeni yeni putlar dikilirken zihinlerimize, putlar ormanında hayatta kalma çabası veren insanlık, adına bilgi denilen putları aşmakta zorlandıkça zorlanıyor. Erk iktidar akıl bilgi dini ile aklı, mantığı pasivize ettiği gibi göz göre göre yaşamı yok ediyor. Bilenin cahil, bilmeyenin alim olduğu bir çağdan geçerken; Alevi ana babadan doğan, aidiyette kendisini tanımlarken ‘Alevi Kökenli’ diye başlayan, Kürt kimliğini dile getirmekten hicab duyan akabinde Ateist / Metaryalist / Batıcıl / Modernist / Realist / Hümanist / ve daha bir çok üst kimlik ile kendisini tanımlayarak Aleviliği çokda gerekli olmayan, Kürtlüğü ise milliyetçiliğin göstergesi sayarak bir alt kimlik olarak gören birçok insan bu kaotik sürece ilişkin yazıyor / çiziyor ve konuşuyor. Çok şey yazılıp, çok şey çizilirken hala sömürge kimliği ile yüzleşmekten kaçan, yürütülen politikaları bir bütün ele alarak ortak çözüm önerileri üretmektense parçalı duruşta ısrar eden çok aydınları gördükçe ‘yeter artık susun’ diyesi geliyor insanın.
Öylesine bir zamandan geçiyoruz ki; bir yanımız bireysel özgürlükleri pompalayarak, toplumsal bütünlüğü hedef alan tüketim odaklı modernite sarmalında takılıp kalmışken, diğer bir yanımız kendi kadim geçmişinden / geleneğinden / itikadinden dolayısıyla ikrarından kopmuş ve etnokültürel kırımı hızlandıracak ölçüde bellek yitimine uğratılmış.Tüm bunlar yetmezmiş gibi 1500 yıllık kayıp bir tarihin bataklığına saplanıp bırakılmıştır. Aşikare olan şudur; nefse bulaşan benlik yani erk / iktidar aklı külli varlığı bir bütün olarak görüp ikrarlaşarak yaşayan toplumlara, doğayı rahim bilen inançlara müdahale ederek zaptetmek uğruna elinden geleni tüm teknolojik aygıtları da kullanarak gerçekleştiriyor. Erk / iktidar aklı ‘rahime yani yaratıcılığa / doğa ve kadına dolayısıyla yaşamın kendisine’ tüm kadim değerleri bir biçimde koruyan toplumlara müdahale etmenin, onu ele geçirmenin planlarını ezelden devreye sokmuştur.
Toplumumuz hapsedildiği kayıp tarihten kendisi ile yol yürüyen – yarenlik eder’miş gibi görünerek kendini var edenlerin maskelerini çıkartıp, tarihsel gerçeklerle yüzleşmeye başlayarak kurtulacak günü birlik mücadele ortaklıklarındansa mazlumun kendisi olma vasfıyla zulumata karşı olanların safındaki yerini alacak ve kendisi için yapılan hesapları bozacaktır…