Ayten Şimşir
Geçtiğimiz hafta içerisinde Fransa’da bir öğretmenin kafasını kesilmesinin hemen ardından yine Fransa’da bir kiliseye yapılan saldırıda üç insanın öldürülmesi ve önceki akşam Viyana’da gereçkleşen saldırların ardından insanlık DEAŞ’in yapabileceklerini konuşmaya başladı.Fransa’nın Ülkü Ocakalrını terör örgütü statüsünde görerek kapatma kararı alması ile birlikte farklı devletler de önlemler almaya başladı. Peki ya kadını kızı helal kılınan, malı mülkü helal kılınan katli vacib görülen Aleviler, korkuyu besleyen söylemler dışında bu süreçten nasıl etkileniyor neleri tartışıyoruz ?
lrak Savaşının ilk yıllarında kurulan örgüt kısa süre içerisinde Irak’ın El Kaidesi ünvanını aldı, genelde Sunni topluluklar olmak üzere Mücahidin Şura Konseyi, el Kaide, Ceyş el Fatihin, Cund es Sahaba, Katbiyan Ensar el Tevhid,Ceyş el- Mansure gibi farklı isyancı gruplardan oluşan Irak ve Şam İslam Devleti bilinen ismi ile DEAŞ Dünyanın en zengin silahlı örgütleri arasına girmekte gecikmedi.
Irak savaşının son döneminde güç kaybetmiş olsa da ABD’nin çekilmesi ile yeniden ve hızla güç kazanmış hatta üye sayısını iki katına arttırmıştır. 2013 yılında henüz El Kaide’den ayrılmamışken, El kaide Suriye kanadını tasfiye kararı almış olsa da, Suriye’nin güneyinde örgütlenmesini büyük bir hızla sürdürerek Şeriat Kanunlarını uygulamaya başladı. Birçok insanı İslam Şeriatına uygun yaşamadıkları için cezalandırmış, muhalif ve rakip gördüğü askerleri – gazetecileri- yardım kuruluşlarında çalışan gönüllüleri ve sivil insanları ya hapsetmiş yada sürgüne göndermiş, birçoğunu vahşice idam etmiştir.
Suriye İnsan Hakları Gözetleme örgütünün raporuna göre Ağustos 2014’de örgütün Suriye’deki savaşçı sayısı 50.000, Irak’ta ise 30.000 olduğu bildirilmiştir. CIA ise Eylül 2014’ te örgütün Irak ve Suriye’de toplam 52.000’e yakın savaşçısı olduğunu açıklamıştır. Bu veriler dışında halihazırda DEAŞ’in nekadar savaşçısı ve sempatizanı olduğuna dair hiçbir veri bulunmamaktadır.
Tüm Dünya’nın gözleri önünde 3 Ağustos 2014’de DEAŞ Şengal’e saldırdığında nasıl bir barbarlıkla, nasıl bir vahşetle karşı karşıya kaldıkları hala belleklerimizdedir. Öyle ki DEAŞ vahşetinden kaçabilen binlerce Ezidi Şengal Dağlarına sığındığında kavurucu sıcaktan, açlık ve susuzluktan yüzlerce çocuğunu yitirdi. Peşmergelerin Şengal’i terk etmesi Ezidi Halkının ölüme terk etmesi ile birlikte bölgey işgal eden DEAŞ, sırf Müslüman olmadığı için genç, yaşlı, çocuk ve kadın diyerek ayırt etmeksizin 5 bin Ezidiyi katlederken, en az 10 bin kadını kaçırarak köleleştirdi. Bu kadınların büyük bir kısmı hala DEAŞ’in elinde, tecavüzün çocuklarını dünyaya getirmek ve onlarla yaşamak zorudunda.
Bunca acının ortasında birçoğumuzun gözardı ettiği önemli bir detay vardı, DEAŞ 3 Ağustos’ta Şengal’e girmesine rağmen halkın yoğun olarak yaşadığı bölgelere hemen saldırmadı. Ezidilere kirveleri aracılığıyla haber ve selam göndererek ‘sizlere saldırmayacağız’ dedi. Bu haber üzerine Ezidiler dağlara kaçmak için yaptıkları hazırlıklardan vazgeçerek kaldı, peşmergeler bölgeyi terkederken yine Ezidilere kaçın diye bir uyarıda bulunmadı. Velhasıl bölgedeki Ezidiler bir biçimde başlarına birşey gelmeyeceğine inandırıldı. Peşmergeler bölgeden tümüyle çekildikten sonra 15 Ağustos günü DEAŞ kirvelerinin aracılığıyla korkunç katliamını devreye soktu, birçok Ezidi kadını kirveleri tarafından kaçırılarak ya satıldı yada köleleştirildi.
Alevi Toplumu olarak bizler hafızamızı az biraz yokladığımızda kendi tarihsel belleğimizden doğru kirveleri aracılığıyla katliama sürüklenen Ezidi Toplumuna, özelde Ezidi kadınlara reva görülen vahşete hiçte yabancı değiliz aslında ! O dönem yani 73’üncü ferman sürecinde ekranlara yansıyan görüntülerin vicdanları paramparça ettiği günlerde gerek siyasal çevrelerde gerekse kimi Alevi Kurumlarında dile gelen konulardan bir tanesi ‘öz savunma’ idi. Alevilerin de tıpkı Şengal’deki Ezidi’ler gibi büyük yaşamsal tehtid altında olduğu ve acilen kendi özsavunmalarını almaları yönünde tartışmalar kimi alanlarda dile gelse de pek ciddiye alınmadı ne yazık ki.
Acının en yoğun hissedildiği, yüreklerin paramparça olup kan ağladığı günlerden bir devirdi Şengal süreci.. Böylesi bir zamanda ana – atamı ziyaret ettiğimde sürece ilişkin konuşurken anam biranda; ana kurban ne olacak ne yapacağız, bu vahşiler gelirse ne olacak halimiz, çoluk çocuk kızlarımız ? Sizinkiler, o devrimci çocuklar bizi de korur mu ? deyiverdi. Öylesine büyük ve kederli, öylesine kimsesiz bir çaresizlikti ki bu soruda gizli olan. Çocukluğumuzda bizden gizli tutulmaya gayret ettikleri korkunun her hecesini hissettim anamın sesinde, ‘ana binada amcam gil ve kuzenlerle birlikte altı erkek, altı kadınsınız siz kendinizi koruyun devrimciler ne yapsın, işleri yok gelip sizimi korusunlar’ dediğimde anam ‘ iyi de biz kendimizi ne ile nasıl koruyacağız’ dedi. Bu doğruydu ne ile koruyacaklardı kendilerini, ana her biriniz bir silah alsa on ik silah yapar değil kendinizi mahalleyi korursunuz diyerek şakayla karıştırdığımda gelen tepki şaşkınlık ötesi bir hale yolaçtı bende. ‘Olmaz ! biz elimize silah almayız, alacak olsakta bulamayız, nereden nasıl bulunur bilmeyiz ki ’ Ve ben o gün farkettim ki binadaki evlerin hiç birinde insanın kendisini savunmasına yarıyacak tek bir çakı dahi yoktu, bu saatten sonra da olması mümkün görünmüyordu.
Şengal Katliam sürecinin acıları henüz taze iken akabinde 6 – 7 Ekim 2014’de Kobane Direnişi süreci başladı. Kobane’de çatışmalar sürerken sınırın bu tarafındaki illerde de sokaklar can pazarıydı adeta. Bu süreçte de Alevi toplumu korku halini en derinden yaşayanlardandı. Gezi Sürecinde alanlara inmekte tereddüt etmezken, Kobane Direniş sürecinde örgütsel – ideolojik direniş bilinci olanlar dışında toplumumuzun büyük bir kesimi bekle – izle ve gör stratejisini seçti. Hatta bu bizim değil Kürtlerin meselesi diyenlerimiz dahi vardı.
Haziran seçimlerindeki hareketlenmenin ardından gelişen konjektür tüm kesimlerde umut yitimine yolaçtı, süreç o kadar büyük bir hızla tersine evrilmeye başladı ki birçok kesimden ‘ne olacak şimdi’ sorusunu duyar olduk. Dünya genelinde DAEŞ’in korku salan eylemleri yayılır, medyada Alevi Kurumlarının krokilerinin DEAŞ’in elinde olduğu, heran saldırabileceği dillendirilirken 12 Kasım 2015 günü Ankara Emniyet Müdürlüğü kimi Alevi Kurum temsilcilerini davet ederek savunmalarını güçlendirmelerini, kimi duyumlar aldıklarını olası bir durumda Alevi Kurumlarını koruyamayacaklarını sözlü olarak tebliğ etti.
İşte bu günlerde Alevilerin Öz Savunmalarını güçlendirmesi tekrar konuşulmaya başladı. Katıldığım bir toplantıda saçlarına aklar düşmüş bir amcanın; ‘ gençlere ihtiyacı olan ne varsa alalım, bizi korusunlar ne iş yapacaklar ki başka’ dediğinde ‘acaba öz savunmadan anladığımız şey fiziki saldırılara karşı savunmamı sadece’ diye sormuş ve ne yazık ki aksi yönde bir yanıt alamamıştım . Yıllar geçti yaşamsal tehtid içeren küçük çaplı provakasyonlarla birlikte, Alevi evlerinin kapılarına tehdit mesajları yazılmasına kadar birçok olay gündeme düştü. Geçen zamana tanık olunan onca şeye karşın geldiğimiz aşamada gerek Türkiye’de gerekse Avrupa genelinde bu algıya ilişkin neredeyse hiçbirşeyin değişmediğini hatta gündemleşmediğini aksine kimi Alevi Kurum temsilcilerinin Sol Sosyalist Yapılanmalara yönelttiği sitemkar eleştrileri okuyor, görüyorum.. Gelinen aşamada görülüyor ki kendi güvenliğini sağlamak, öz savunmasını geliştirmektense kurum temsilcilerimiz Devrimcilerin toplumumuzu korumasını bekliyor !
‘Öz Savunma’ dendiğinde olası fiziksel bir müdahalenin gelmesi gerekliymiş gibi bir algı hakim, sanki fiziksel varlığa müdahale olmadıkça savunmaya, herhangi bir ön hazırlığa ihtiyaç yok . Peki içerisinde bulunduğumuz çağda bu kabul edilebilir bir algımıdır ? Öz Savunma için illede ele silahmı almak gereklidir, ağzı lisanı olmayan gül kendisini dikeni ile korurken insan canlısı eline silah almadan kendisini koruyamaz mı ? Gerek kurumsal yapılarımız gerekse toplumsal öncülerimiz bu durumu nekadar sorguluyor, toplumumuz öz savunma dendiğinde neden direkt siyasal – ideolojik yapılanmalar üzerinden aklına şiddeti getirerek karşı tutum belirliyor ? Öz Savunmadan anladığımız nedir ? Alevi Toplumunun örgütlülüğünü esas alan kurumsal yapılarımız neden ‘Siyasetten uzak durma’ ilkesi ile yol yürümekte ısrarcı ? Peki siyasetten uzak durmaktan tam olarak kastedilen şey nedir, hangi siyasetten söz ediyor, siyaseti nasıl tanımlıyoruz ki insanlarımız siyasete ve dolayısıyla kimi kavramlara öcü gibi yaklaşarak uzak duruyor ?
Uzun uzadıya siyasetin veya öz savunmanın ne olup olmadığına dair tanımlamaya girmeyeceğim sadece sorulması gereken birkaç soru olduğuna inanıyorum ; Küntü kenzden –Qalu belliden –Big Bangden hatta nurun –ışığın kendisini bilme halinden – olasılıklı hiçlikten bugüne Aleviliği öğrenme / anlatma / yaşama gayretinde iken gözden kaçırılan en önemli detaylardan bir tanesi ne olaki siyasetle aramıza bu denli mesafe koyma gayretindeyiz ? Üçlü kadim ortaklıktan – sürü olma halinden kendini bilme haline geçişte toplumsallaşmanın temeli Klan –Kabile döneminde ve sonrasında toplulukların bütünlüğünü sağlayan –koruyan ne idi ? Sınıflı toplumların açığa çıkışına kadar, yazılı hüküm ve yasalar henüz yokken toplum içerisindeki düzen, diğer topluluklarla ilişkiler nasıl sağlanıyordu ?
Bu ve benzeri birçok birikimi toplumumuza nasıl hangi argümanlarla izah ediyoruz yada izah ediyormuyuz ? Toplumların ortak kabulleri ve reddedişleri iç hukuklarını ve dış ilişkilerini inşa eden temel faktörlerse toplulukların ortak red ve kabulleri varsa bunlar kendi yaşam formları ekseninde gelişen düşün dünyaları – inanç ve kültürlerinin yaşamsal birikimi siyasal politik reflexs değilmidir ? Toplumsal yapı içerisinde tarihsel katmanlardan süzülerek gelen ahlaki –politik dinamikler siyasetin kendisi değilse nedir ? Aleviliğin dört bir yandan kuşatıldığı bir süreçte tüm bu soruları sormak ve tartışmak durumundayız aksi halde kimlik yitimine engel olmamız imkansızdır.
Toplumumuzu siyasetten uzak tutma gayreti içerisindeki kimi akılların bir yandan aydınlanmadan söz ederken diğer yandan toplumsal yaşamın içerisine nüfuz etmiş hurafeleri zayıflatmaktansa besleyerek düşünsel gelişimin önüne geçiyor olmaları da ayrı bir tragedya. Öyleki kime ait olduğu tam olarak bilinmeden getirilip günlük yaşantımıza empoze edilen kimi kavram ve kuramlar süreç içerisinde savunma reflexslerini önleyerek bağlayıcılığını arttırmış ve Alevi toplumunu direngen, mücadeleci damarından adeta kopartmış durumdadır . Zülme karşı durmak neredeyse anlamını yitirmiş, nicelik ve nitelik adeta at izi ile it izi gibi karmakarışık bir hal almıştır.
Hemen hemen hepimizin bildiği ve sıkça telaffuz ettiği ‘sağ yanağına vurana sen diğer yanağını çevir’ sözü üzerinden birkaç kelam etmek isterim naçizane. Bu söz kendini savunma hali söz konusu olduğunda engelleyici bir unsur olarak kimi zaman Hünkar’a, kimi zamanda ismi bilinmeyen erenlere – evliyalara atfedilerek kullanılıyor. Birkaç kaynağı gözden geçirdiğimizde bu söz ne Hünkar’a nede herhangi bir yol Erenine ait görünmüyor. Bu sözü İsa Peygamber’in Zeytinlik Dağında yaptığı ünlü vaazında dile getirdiğini Matta5:39’da açıkça görebiliyoruz. İsa Peygamber’in söz ettiği ilke kutsal yazınların Tevrat kısmında Çıkış 21:24 ve Levioğulları 24:20 ayetlerinde çok daha net görülebilir. Tarihsel, toplumsal ve Kültürel geçirgenlik ilkesi ile hareket etsek bile bu ilkedeki esas olası bir saldırıda kendini savunmamak, pasif kalarak saldırıya açık olmak değil.Toplumsal aıdan bakınca tokat atan kişinin amacı karşı tarafı yaralamak değil, aşağılamak küçük düşürmek ve karşılık vermesi için kışkırtmaktır. Burada karşılık verilmemesi öğüdünün asıl amacı durumun iki tarafın sürekli birbirinden öç alacağı kısır bir döngüye dönüşmesine engel olunacak biçimde hareket edilmesi, sorunun çözümüne gidilmesidir. Romalılar 12:17
Bireyin kimlik oluşum sürecinde birçok etkenin olduğunu hepimiz biliyoruz, bu mana ile bakıldığında insanlar ; inanç – dil – etnik köken- tarih- toprak – obje ve nesneler – mitler / inancın kozmogonisi ve tarihsel düzlemde ortak kabuller neticesinde gelişen gelenekleri paylaşarak maddi ve manevi bütünsellikte buluşarak grup üyesi haline gelirler.Tarihsel / Toplumsal gelişim sürecinde bizdeki yansıması Ocax ekseninde ikrar bağı ile bir araya gelmiş taliblar topluluğudur. Ulaşılabilen tarihten bugüne her grubun kendi iç işleyişi olduğu gibi savunmaya dönük mekanizmaları da aynı oranda gelişmiştir. Grup üyelerinin tüm kimlikleri içselleştirerek özümserse, olası herhangi bir tehtid karşısında savunma reflexsini devreye koyabilir. Savunma mekanizması ancak her bir üye benimser, tarihsel aktarımları topluluk değeri olarak korursa mümkündür.
Ne yazık ki günümüzde toplumumuz kimliğini var eden ortak birçok değerden yoksun bırakılmıştır. Göç, sürgün, katliam, asimilasyon gibi etkenlerle çoklu kimliğe yönelim ayrı ayrı ortaya çıktığında oluşan kırılmalar üst kimliğe aidiyeti güçlendirirken özünde kimliği var eden nesnel unsurları aşındırmıştır.Mesela;Aleviliğini büyük bir gururla dile getiren birey ulus kimliğinden yoksunlaşabilmiş buna karşın ulus kimliğini öne çıkartan bir başka birey inanç kimliğini ötelemiştir.Batıcıl aklın kendisine dayattığı birçok özellikten rahatsızlık duymazken ana dilini konuşmaktan imtina eder, inancının gerektirdiği brçokş uygulamayı gerilik olarak adleder ve uzak durur. Bu örnekleri çoğaltabiliriz bir bütünen bu durum çoklu kimliklerin asimilasyonu olarak tanımlanabilir. Çoklu kimliklerin zorunlu göç – sürgün – katliam vs.. gibi etkenlere karşı korunması noktasında şimdiye dek kayda değer kurumsal bir çalışma yürüttüğümüzü ne yazık ki dile getiremiyoruz.
Maykel Verkuyten’in Etnik Kimlik üzerine yürüttüğü araştırmaya göre Etnik Kimlik tanımlamasının dört unsuru vardır. Bu unsurlar : 1 ) Olmak; gözle görülebilen özellikler, 2 ) Hissetmek, 3 ) Yapmak ; Grup faaliyetlerine katılmak, 4) Bilmek; Grup inançlarına katılım olarak sınıflandırılmıştır. Bu sınıflama ekseninde ne yazık ki toplumumuz ‘olmak’ dışındaki unsurlardan her geçen gün kopuyor ve etno –kültürel kırıma doğru hızla yol alıyor. İşte burada tekrar sormak gerekli öz savunması olmayan bir canlı ancak teslimiyetle ifade edilirken bir toplumun öz savunması nedir – nasıl olmalıdır ?
Toplumsal savunma topluluğun tüm bireyleri tarafından güvenliğin ortaklaşa gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Toplumsal güvenlik ise dil – kültür- inanç gibi özelliklerin örgütlenmesi ile gelişir. Ancak bu biçimde toplum kendi farklılığını koruyarak iradesini geliştirebilir. Tarihine, Kültürüne, Kimliğine ait olan ancak tekçi akıl tarafından gasp edilen değerlerini geri alarak ortak değerler haline getirmedikçe hiçbir toplum kendisini koruyamaz. Soykırım ve topluma karşı her türlü saldırıyı önlemenin tek yolu toplumu iç dinamikleriyle buluşturarak ahlaki politik gücünü yeniden kazandırmakla sağlanabilir. Kendi kendisine yetebilen, kendi sorunlarını çözebilme gücüne ulaşmış ve bunu süreklileştirebilen toplumlar güvenlik ve savunma sorunlarını büyük ölçüde çözebilirler.Toplumları çoklu kimliklerine saldırarak parçalamayı ve bu yöntemle zayıf düşürerek kendisine bağlamayı hedefleyen, uygarlık hastalıklarını toplumlara bulaştırarak çürümeyi dayatan politikalara karşı tek çözüm Rızalık Şehri öğretilerini bir biçimde yaşama katmaktır.