Yazar Hasan Hayri Ateş ile Dersim Tertelesi’ni anlattığı ‘Şer Zamanıydı’ adlı romanını konuştuk. Ateş, “Kaynağım gerçek hikâyelerdir. Dersim meselesinde ‘Tertele’ dediğimiz olay hikayeler toplamıdır. Dersim Katliamı’nda başından beri resmi anlatıya göre bir hakikat oluşturulup dolaşıma sokuldu. Ben istiyorum ki romanda anlatılan hakikatler okunsun ve yüzleşilebilinsin” dedi.
Yazar Hasan Hayri Ateş‘in son romanı ‘Şer Zamanıydı’ Dipnot Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabını PİRHA’ya anlatan Ateş, romanda anlatılan hakikatlerin okunmasını ve yaşananlarla yüzleşilmesini istediğini belirterek, bu anlamda suçların, trajedilerin, yaşanmışlıkların görülebilmesinin önemli olduğunu vurguladı.
Edebiyat ve sanatın bir pencere olduğunu da ifade eden Ateş, romanı okuyacak olanların bir de mağdurdan yana açılan pencereden meselelere bakmasını istediğini söyledi.
“BAŞINDAN BERİ RESMİ ANLATIYA GÖRE BİR HAKİKAT OLUŞTURULUP DOLAŞIMA SOKULDU”
Dersim meselesinin başından bu yana bir hakikat meselesi olduğunu dile getiren Ateş şunları ifade etti:
“Özellikle mağdurdan yana hakikati ortaya çıkarmak, görünür kılmak edebiyatın, sanatın işidir. Bu anlamda edebiyat ve sanatın en önemli işlevlerinden biri bastırılmış olan mağdurun sesinin duyulur kılınmasını sağlamaktır. Dersim meselesinde ‘Tertele’ dediğimiz olay hikayeler toplamıdır. Bazen bir hikaye bir gerçeği yansıtır, gerçeğin aynası olur. Bazen de hikayenin içerisindeki bir ayrıntı gerçeği yansıtır. Önemli olan bu hikayelere odaklanabilmektir. Bunları görünür kılabilmektir. Çünkü hakikat burada gizli. Dersim meselesinde de, Dersim Katliamı’nda da böyle oldu ve başından beri resmi anlatıya göre bir hakikat oluşturulup dolaşıma sokuldu. Toplum büyük oranda böyle bildi. Ben istiyorum ki romanda anlatılan hakikatler okunsun ve yüzleşilebilinsin. Bu anlamda suçların, trajedilerin, yaşanmışlıkların görülebilmesi önemlidir. Edebiyat ve sanat her zaman bir penceredir. Ben de bu pencereyi açmaya çalıştım. Okuyacak olanların bir de mağdurdan yana açılan pencereden meselelere bakmasını istedim.”
“KAYNAĞIM GERÇEK HİKÂYELERDİR”
Romanda anlattığı olayları gerçek yaşanan olaylardan esinlenilerek kaleme aldığını belirten Ateş, “Sonuçta bu bir roman ve bu bir kurmaca olay örgüsü. Karakterleri ile bir kurmacadır ama her roman aynı zamanda hakikat içerisindeki gerçek olaylardan yola çıkar. Benim de romanımda odaklandığım gerçek hikayeler oldu. Romana konu olan olaylardan bir tanesi Pir Seycan’ın ve ailesinin başına gelenler ve yine aynı zamanda Mevali Ağa’nın başına gelenler. Gerçek hayatta baktığımızda özellikle Mevali Ağa’nın hikayesini gerçek hayatta Bertan Efe de görüyoruz. Bertan Efe de 2 yıl boyunca devlete müteahhitlik yapmış ama bütün ailesi ile birlikte kırıma uğramıştır. Yine 17 Ağustos 1938’de Pülümür Deresi’nde katledilen inanç önderleri, kanaat önderleri var. Bunlar köylerinden alınmış ve oraya götürülmüş, orada katledilmişler. Bunu da Pir Seycan’ın ailesinde görüyoruz” dedi.
Ateş şöyle devam etti:
“Dolayısıyla ben bu romanları yazarken gerçek hikayelerden yola çıkarak yazmaya çalıştım. Kaynağı gerçek hikayelerdir. 1937 yılı çok önemlidir. Çünkü Dersim’de inanç önderleri, kanaat önderleri idam edilmiştir. O yılda Alişer, Dersim hafızasında çok önemli bir yeri olan kişidir. Aynı zamanda bir ihanet sonucu katledilmiştir. Üzerine yığınla ağıt yakılmıştır. Seyit Rıza da dahil olmak üzere 7 kişi idam edilmiştir. Ama asıl tertele 38’de yaşanmıştır. Çünkü devletin 37’de 6-7 aşiretin üzerine yürürken söylediği şey şudur; Bunlar her zaman asayişsizliğe neden oluyor, bir şekilde biatı kabul etmiyorlar. Bunlar bir şekilde hizaya getirilirse Dersim sorunu da çözülür diyor. Böyle bakılınca büyük bir çoğunluk, canımızdan bir parça gitse de eğer huzur gelecekse susalım düşüncesiyle sessiz kalıyor, pasif kalıyor. Devlet bunları biat eden aşiretler diye kayıtlara geçiriyor. Ama 38’de katliama uğrayan yine bu aşiretler oluyor.”
“38 DERSİM KATLİAMI BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN KRİTERLERİNE GÖRE SOYKIRIMDIR”
38 Dersim Katliamı’nda Birleşmiş Milletler’in soykırım kriterlerine göre bütün fiillerin işlendiğini vurgulayan Ateş sözlerine şu şekilde sürdürdü:
“Aynı zamanda 38’de yaşanan bir soykırımdır. Birleşmiş Milletler’in kriterlerine göre soykırım tanımına uyuyor yapılanlar. Biz terteleden konuşurken özellikle bahsettiğimiz büyük katliamlar bu yılda yaşanıyor. Tertele aslında 38’dedir. Ben de o yüzden romanımda 38’e odaklandım. Devlet Dersim’de başından beri bir anlatı oluşturdu, bir hikaye üretti. Kendine göre hakikat yarattı ve devletin hakikati zalimin hakikatiydi. Diyordu ki, burada isyan var. Ben bu isyanı bastırdım. Dönemin basınına baktığımız zaman da bunu görüyoruz. O dönem resmi ideolojiyi meşrulaştırmak için yazılan romanların, eserlerin, gazetelerin altına baktığımızda da bunu görüyoruz. Birçok yazılı kaynakta bunu görüyoruz. Dersim hiçbir zaman devlete biat etmedi, devlet, hükümet buraya giremiyordu. Burası devleti tanımıyordu. Ama bütün bunlar yalan. Hakikat nedir peki? Hakikat burada bir katliamın yapılmış olduğudur. Ben de gerçek olaylardan yola çıkarak yazmaya çalıştım. Bir isyan olmadığı çok açık bir şekilde ortadadır. Bunların bilinmesini istiyorum. Okuyacakların hakikati mağdur açısından görmesini istiyorum. Dolayısıyla şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz, Dersim’de yaşanan planlı bir soykırımdır, planlı bir katliamdır. Bunlar hakikattir gerisi yalandır.”
“EDEBİYAT, SANAT AYNI ZAMANDA BİR HAFIZA OLUŞTURMAKTIR”
Romanda dönemin yaşanmışlıklarının konu olduğunu söyleyen Ateş, “Romanın baş kahramanı Pir Seycan gelecek felaketi görüyor. Yaşadıkları bölgenin orada bulunan Harçik Deresi’nin karşı tarafında çok ağır bir katliam yaşanıyor. Buna tanık oluyorlar. Ve bir şekilde kendilerine de sıra geleceğini biliyorlar. Fakat kaçmıyor Pir Seycan. Neden kaçmıyor? Çünkü şunu düşünüyor devlet, ’37’den itibaren isyan ettiler, ben de bu isyanı bastırmaya geldim, isyan edenleri öldürüyorum’ diyor. Bu yalanını ortaya koymak için Pir Seycan kaçmıyor. Ayrıca romanda oğlu da, kardeşi de neden yerinden kalkmıyorsun, başka yere gitmiyorsun diye sorduklarında dediği şey şudur; Hakkımızda ferman yazılmışsa -ki yazılmış öyle görünüyor- gelsinler bizi hanelerimizde bulsunlar. Gelsinler bizi hanelerimizde bulsunlar ki hakikat böyle bilinsin. Dolayısıyla ne yapmaya çalışıyor? Devletin dağlara sığındılar, ellerinde tüfekler vardı, isyan ediyorlardı yalanlarına prim vermek istemiyordu. Ben de bu hikayelerden yola çıkarak o günkü hakikatleri gün yüzüne çıkartmaya çalıştım. Onların hikayelerinden yola çıkarak diyoruz ki, Dersim’de planlı bir soykırım ve katliam vardı. İşte bu hikayeler bunun kanıtıdır. Edebiyat, sanat aynı zamanda bir hafıza oluşturmaktır, oluşturma çalışmasıdır. Romanda dönemin yaşanmışlıkları konu oldu” ifadelerini kullandı.
“HALA REJİM ALEVİLERİ KENDİSİNE BENZETMEYE ÇALIŞIYOR”
Romanında Alevilerin inançlarından dolayı yaşadıkları baskılara da değinen Ateş şunları kaydetti:
“İnsanlar romanda cem erkanını yürütürken gizlenmek zorunda kalıyor. Bunu gizli yapmak zorunda kalıyorlar. Niye? Çünkü yasaklı, inkar edilmiş, yok sayılmış. Bu şekilde bakıldığında özellikle Aleviler sürekli katliama uğramışlar. Devletin nüfuz ettiği yerlerde kendilerini gizlemek zorunda kalmışlar. Ama Cumhuriyet ile birlikte tekkeler ve zaviyeler kanunu çıkarıldıktan sonra Alevi inancı tamamen inkar edilmiş, yok sayılmış. Böyle olunca da kendilerini gizlemek zorunda kalmışlar. İnançlarını gizli bir şekilde yerine getirmek zorunda kalmışlar. Çünkü açığa çıkması, bilinmesi halinde başlarının belaya gireceğini düşünüyorlar. Günümüze baktığımızda değişen bir şey var mı dersek, tabii Aleviler o zamanki gibi kendini çok gizlemiyor ancak bugün çok daha ağır bir sorunla karşı karşıyalar. Kadim inanışları tarihsel bağlamından koparıldı. İkrar ve rıza ilişkisi içerisinde, talip ve mürit ilişkisi içerisinde inançlarını sürdürme imkânlarını kaybettiler. Alevi Kızılbaş inancı öyle bir şey ki kundak beşiğiyle anne gibidir. Biri diğerinden koptuğu zaman varlığını sürdüremez. Dolayısıyla Alevi Kızılbaş inancında Ocaklar belirli bir mekanla sabitlenmiştir. Toplumun bir yere gittiğinde bunları götürebilme şansı yoktur. İkrar vermek bunların etrafında hayat buluyor. Buradan koptular. Buradan kopunca bugün çok daha ağır bir durumla karşı karşıya kaldılar ve ocak, talip, mürşit ilişkisini sürdüremez duruma geldiler. Rızalık sürdürülemez duruma geldi. Yine ağır bir sorun şu ki Sünni İslamla başkalaştırmaya çalışılıyor. O yüzden Alevilik tanınmıyor, inkar ediliyor. Hala rejim Alevileri kendisine benzetmeye çalışıyor. Yapılması gereken tek şey Aleviliğin tanınmasıdır.”
“ALEVİLİK TOPLUMUN ÖZ YÖNETİMİDİR, HİYERARŞİK SİSTEMİ YOKTUR”
‘Devlet Alevilikten, Alevi inancından korkuyor’ diyen Ateş, “Çünkü Alevilik toplumun öz yönetimidir. Hiyerarşik sistemi yoktur. Doğal, öz örgütlenme sistemidir. Yaşamı tüm yönleri ile yeniden kuruyor, sürdürüyor, şekillendiriyor ama aynı zamanda doğaya karşı ikrar-rıza ilişkisi içerisinde bir yaşam sürdürüyor. Cümle mahlukata aynı nazarla bakıyor çünkü. Kâinattaki cümle mahlukatın hakları olduğuna inanıyor. Böyle olduğu için de itaat edecek, biat edecek bir gücü kabul etmiyor. Bir Alevi kendini hem topluma karşı hem cümle mahlukata karşı sorumlu görür. Böyle bir inançtan bu yüzden devlet korkuyor. Bu öz örgütlenme var olduğu sürece, rejimde toplumu istediği şekilde değiştiremiyor, dönüştüremiyor, başkalaştıramıyor, yönetemiyor. Tunceli kanunu çıkartıp Mabek Köyü’nü şehir merkezi ilan ettikten sonra yaptıkları ilk şey nedir? Kışla, Camii ve Hükümet Konağı. Yani devletin üzerinde temellendiği bu üç ayağı görünür kılmak istiyorlar. Oysa ki burası Alevi Kızılbaş inancının Serçeşmesidir. Dersim dediğimiz bölge Alevi Kızılbaş inancının Serçeşmesidir. Ocaklar büyük oranda buradadır. Toplumun ezici çoğunluğu Alevi Kızılbaştan oluşur. Böyle olduğu halde ne yapıyorlar? Cami, Kışla ve Hükümet Konağı ile başlıyorlar. Bu romanda bahsi geçen bu konu idarenin nasıl olacağı noktasında bir ipucu veriyor. Böyle idare edileceksiniz diyor. Buna itaat edeceksiniz diyor. Bugün de gördüğümüz şey aynıdır. Devletin en görünür kurumu hangisidir? Diyanettir, askerdir. Yine Dersim’e baktığımız zaman hala askerle yönetiliyor. 80’de gördüğümüz neydi? Vali Kenan Güven her yere cami konduruyor, Dersimlilerin çocuklarını imam hatiplere gönderiyordu. Dolayısıyla dünden bugüne idarenin nasıl olduğu, toplumu nasıl yönetmek istedikleri açık ortadadır ve burada da verilmek istenen mesaj nettir” şeklinde konuştu.
“ASLINIZA NE KADAR İHANET EDERSENİZ EDİN DEVLETİN GÖZÜNDE ALEVİ KIZILBAŞ OLARAK GÖRÜNÜYORSUNUZ”
Devletin gözünde Alevilerin her zaman ‘tehlikeli’ olarak görüldüğünü belirten Ateş şunları ifade etti:
“Alevi Kızılbaş inancının en önemli özelliklerinden biri yaşamı bir bütün olarak yol kurallarına göre düzenlemedir. Yol kurallarına uymayanların uğradığı en büyük ceza da düşkünlüktür. Romandaki Serko da düşkün olmuş, lanetlenmiş, köyden sürülmüş bir tiptir. Daha sonra da milis olarak operasyonlarda görev alıyor. İnsanları öldürüyor, kafa kesiyor. Yani vahşilik de sınır tanımıyor. Benzer bir durumu dönem açısından bakarsak Alişer’in katledilmesinde görüyoruz. Saruhan da, Seyit Rıza’nın katledilmesinde birinci derecede rol sahibidir. Ama ne yapıyor 38’de bir gece süngülenerek öldürülüyor. Romana konu olan Serko’un sonu da bu oluyor. Ne yapıyor ailesini kaybediyor, ailesine ve karısına, çocuğuna asker el koyuyor, alıp götürüyor. Kendisi ölümden dönüyor. Amcasının oğlu Bedro onu kurtarıyor, bakımını yapıyor sonrada sürgüne gönderiliyor. Aynı şey Mevali Ağa’da da var. 2 yıl boyunca devletin müteahhitliğini yapıyor. Aslında alim biridir, bölgede ciddi ağırlığı olan birisidir. Fakat sonra ne oluyor? O da ailesi ile birlikte kırıma uğruyor. Mesaj çok açıktır. Yani ne kadar hizmet ederseniz edin, kendi aslınıza, neslinize ne kadar ihanet ederseniz edin, devletin gözünde her zaman Alevi Kızılbaş olarak görünüyorsunuz ve güvenilmezsiniz. Mesaj budur yani.”
“MEZAR BİR YAŞANMIŞLIĞIN ANLATISIDIR”
Devletin mezarlardan dahi korktuğunu söyleyen Ateş şunları dile getirdi:
“Bakıldığında toplumlar açısından mezarların çok önemli bir işlevi var. Bugün Hristiyanlar için de, Müslümanlar için de, Yahudiler için de sembol haline gelmiştir. Dolayısıyla mezarlar belli bir süre sonra toplumlar açısından bir tarihsel hafızaya dönüşür. Bir hafıza mekanına dönüşüyor. O yüzden devlet de Türkiye açısından bakarsak mezarlardan korkuyor. Çünkü inkar ettiği, yok saydığı toplumun görünmez olmasını istiyor. Onlardan geriye hiçbir şey kalmasın istiyor. Çünkü çok iyi biliyorlar ki mezarlar geçmişten geleceğe bir tarihsel anlatıdır, bir hafızadır. Ama aynı zamanda mezarların en önemli işlevi oranın yurt bilinmesidir. Gelecek kuşaklar kendilerine dedelerinin mezarlarının olduğu yeri yurt bileceklerdir ve özellikle Dersim Katliamı’nda bunu yapmak istiyorlardı.
Eğer sürgüne gitmişse, Dersim’den zorunlu olarak ayrılmışsa, yaptıkları ilk vasiyet neydi? Mezarlarının Dersim’e götürülmesi. Çünkü istiyorlardı ki gelecek kuşaklar mezarlar yoluyla bulunduğu yeri yurt bilsin, vatan bilsin. O yüzden devlet mezarlara saldırarak ne yapıyor? Görünmez kılmak istiyor. Ana Goye’nin başına gelen de budur. Sürgündür ve öldükten sonra da götürüp kimsesizler mezarlığına gömüyorlar. Eğer adının yazdığı bir mezarı olsaydı daha sonra oraya gidenler bakacaklar ve Ana Goya kimdir? Mezarı neden buradadır? Buraya nasıl gelmiştir? Gidip ziyaret edeceklerdi, sahip çıkacaklardı ve onun hikayesi onlara bir şey anlatacaktı. Bir yaşanmışlığı anlatacaktı. Mezar bir yaşanmışlığın anlatısıdır ve bunun gerçekleşmesini istemedikleri için de her şeyi ile toplumu inkar etmekle kalmıyorlar sadece, tüm görünürlüğü ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. O yüzden mezarlara da düşmanlık yapılıyor.”
“ÜLKENİN EN KADİM TOPLULUĞU ALEVİ İNANCIDIR”
Ateş, Alevilere yönelik lincin, saldırıların hala devam ettiğini belirterek, şunları aktardı:
“Romanda sürgün edilirlerken Kürt oldukları için, Alevi oldukları için gittikleri yerlerde yol boyunca linçlere, saldırılara maruz kalıyorlar. Günümüzde de bu hala devam ediyor. Hem kimin lince uğradığı hem de lincin nedeni önemlidir. Çünkü kimin lince uğradığına baktığımızda o zaman lincin nedenlerini de anlamış oluyoruz. Lince uğrayanlar bu ülkede her zaman inkar edilen, yok sayılan toplumsal kesimler olmuşlardır. Rejimler bunları inkar etmekle kalmayıp aynı zamanda gelebilecek tüm kötülüklerin nesnesi olarak da gösteriyor. Din düşmanı gösteriyor, vatan düşmanı gösteriyor, ezan bayrak düşmanı gösteriyor… Dolayısıyla böyle yaparak hem inkar etmiş oluyor hem de hem de tüm kötülüklerin nesnesi haline getirip topluma böyle sunuyor ve toplumda bunları düşman biliyor, öyle görmeye başlıyor ve linçler de bunun üzerine gerçekleşiyor. Çözüm ise tüm toplumların, tüm kesimlerin varlığının tanınması, toplumların birbirini tanıması, anlaması ve birlikte yürümesindedir. Linçlerin önüne ancak böyle geçilebilir.
Yaşanan tüm katliamlara rağmen Alevi toplumu günümüze kadar geldi. Ülkenin en kadim topluluğu Alevi inancıdır. Aleviler kendi kadim topraklarına dönmelidir ve kendi kadim inançlarını gereken gibi yürütmelidir. Türkiye’de Kürtler ve Aleviler direnme potansiyeli oluşturuyor. Ben bu açıdan umutluyum. Toplumun diğer inkar edilen, baskı altına alınan kesimleri eşitlik, özgürlük mücadelesi veren kesimler daha güçlü bir birliktelik içerisinde hareket ettikleri sürece gelecek açısından umutluyum.”
Melis CİDDİOĞLU/ANKARA