Marmara denizini saran müsilaj, Akdeniz’de yangınlar, Karadeniz’de seller ve daha bir dizi ekolojik sorunla geçen bu dönemde, iklim krizi kavrayışı da bir tartışma konusu olarak gündem oluşturuyor. Zaman zaman iklim krizini dile getirmekten kaçınıldığı görünüyor. Bu kaçınma temelde AKP’nin iklim krizini, ortaya çıkan ekolojik hasarlardan kendini aklamak için bir tür bahane olarak kullanmasından kaynaklanıyor. Bu durum bu konudaki karşı tutumunun nasıl olacağı konusunda kuşkulara yol açmış görünüyor. Bir yanıyla sorunları salt çevresel açıdan ele alanlar ve iklim krizini de buraya sıkıştıranlar, bir yanıyla iklim krizini tırnak içine alarak çeşitli itiraz biçimlerini eleştiren yazılar, açıklamalar yapılıyor.
İklim krizinin toplumdaki algısını da şekillendiren bu tartışmalar solun iklim krizi kavrayışı üzerine tartışmasını gerekli kılıyor. Dahası, ekososyalist perspektifin iklim krizi konusundaki tutumunun önemini artırıyor. Nihayet krizi nasıl kavradığımız onunla mücadele için nasıl bir yol izleyeceğimizi de belirleyecek bir izlek sunacak. Esasen, iklim krizi var demenin ve seller ile yangınları da buradan değerlendirmenin, AKP’ye bu konuda sorumluluk yükleyen bir yaklaşım olarak düşünülmesi bu açıdan elzem.
Nitekim buradaki temel sorun hükümetin, iklim krizinin ortaya çıkan tahribatın bir bahanesi olabileceğini var sayması. İklim krizine, AKP gibi bahane olarak bakar veya örneğin kaderci yaklaşırsanız, bundan ancak ekosistem tahribatlarına, yok oluşa seyirci kalacağınız sonucuna varabiliriz. Bu doğrultuda ortaya çıkan iktisadi, toplumsal, ekolojik sorunları görmediğiniz gibi çözmeye dair bir öneriniz olmadığı sonucuna varabiliriz.
Öte yandan, bizim gibi sorunlar yaşayan başka ülkelerdeki soldan gelen yorumlara da bakıldığında iklim krizinden çıkış için artan şekilde toplumsal adalet temelli bir yaklaşıma işaret edildiği görülebilir. Çünkü iklim krizi, türleri ve yaşam alanlarını yıkıp mevcut toplumsal eşitsizlikleri derinleştirirken, sınıflar, topluluklar arasındaki ayrışmaları da görünür kılmaktadır. İklim krizinin sistemik sorun olarak tarif edilmesi de burada anlam kazanır. Ormansızlaşma, HES’ler, bilinçli çıkarılan yangınlar, denetimsizlik; bunlara karşı süren hak arayışlarına yönelik antidemokratik baskı biçimleri; doğaya zarar veren türlü türlü talan projesi dururken orman yangınlarıyla ortaya çıkan yıkımın suçunu atacak bir “terör”, “sabotaj” aranması da bununla ilgili gözüküyor.
Böyle düşünüldüğünde sorunları iklim krizine bağlamak AKP’yi aklamaz aksine krizden sorumlu kılar. Aynı zamanda iklim krizi mücadelesi için ekolojik tahribatları durdurmanın yanı sıra, kamuoyunu sermayedarların oluşturduğu karar mekanizmalarını; “küresel iklim değişikliği, kuraklıkla mücadele ve su kaynaklarının verimli kullanılması için alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi” için TBMM’de kurulan araştırma komisyonunun bu sorunlardan etkilenenleri değil de “sera gazı teorisi”ni bilimsel bulmayan ve kömür üretimi artırmayı talep eden madencilik sektörü temsilcilerini dinlemeyi tercih etmesini de hedef almayı gerektiriyor.
Bu çerçevede başka ilham verici karşı çıkışlardan da esinlenebiliriz. Mesela Temmuz ayı sonunda küçük ölçekli gıda üreticileri, araştırmacılar ve yerli halklardan oluşan 300 civarı kuruluşun, tüm kıtalardan yüzlerce gıda ve tarım emekçisinin, kadınların, gençlerin de katılımıyla gerçekleştirdiği çevrimiçi forumdan esinlenebiliriz. BM Gıda Sistemleri Ön Zirvesi’ni (UNFSS) protesto etmek için bir araya gelinen forum “Gıda sistemlerini dönüştürmek için halkın karşı-seferberliği” iddiası ile şirketlerin hakimiyetini hedef aldı. Bu doğrultuda hükümetlerin yetkilerini endüstriye devretmesine karşı, halkın kendi anlatısını harekete geçirerek bir zeminin adımı atıldı. Eylül ayında değerlendirme süreci ile devam etmesi beklenen bu karşı çıkış, iklim krizi kavrayışı üzerine süren tartışmalar açısından, hükümetin anlatısına teslim olmaktansa halkın anlatısını egemen kılma çabası olarak ilham verici bir örnek oluşturuyor.