Kürdistan isminin yeniden “suç” olarak mahkeme salonlarına taşınmasını değerlendiren tarihçi Mehmet Bayrak, “Devlet aklı açık planda ret ve inkarcı, gizli planda itirafçı ve kabulcüdür” diyerek, Kürdistan’ın 4 bin yıllık tarihe sahip olduğunu hatırlattı.
Cumhuriyet tarihiyle birlikte ret ve inkar edilen Kürdistan yeniden mahkeme salonlarına taşındı. Özellikle 1920’lerden sonra suçlulaştırılan Kürdistan kavramı zaman zaman Türk siyasetçilerin kullanımına açık olsa da Kürtlere hep yasak kılındı. En son Siirt’te esnaf Cemil Taşkesen, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’e “Burası Kürdistan” dediği için evi sabaha karşı basılarak gözaltına alındı. Ardından sosyal medya hesabından “Yaşasın Kürdistan” paylaşımı yaptığı için önce görevden alınan, sonra tutuklanan Fırat Üniversitesi Araştırma Görevlisi Hifzullah Kutum’un okuldaki odasına Türk bayrağı asıldı ve hakkında linç kampanyaları başlatıldı. Milliyetçi ve İslamcı tabanda hızlıca “Kürdistan neresi?” sorusu üzerinden Kürtlere hakkaret ve tehditler dizildi. Kürtler, İstiklal Mahkemeleri’nden “Yerli ve Milli” mahkemelere, 80 yıldır Kürdistan savunması yapmak zorunda kaldı. Siyasetçisinden toplumun her bir bireyine kadar Kürdistan’ı anlatmak zorunda kalan Kürtler, yeniden “Kürdistan neresi?” sorusuyla karşı karşıya. Tarihi, coğrafi, toplumsal ve siyasal meşruluğu tartışmasız Kürdistan’ı bir de araştırmacı tarihçi Mehmet Bayrak’tan dinledik. Türkiye’nin gizli evrak ve planlarında Kürdistan’ın nasıl kullanıldığını anlatan Bayrak, açık planlarda ise ret ve inkarın tarihsel döngüsüne dikkati çekti. Kürtlere yasak kılınan Kürdistan ile Türkiye’nin tarihsel ilişkisi için sözü Bayrak’a bırakalım…
Kürdistan isminin ret ve inkarı her dönem karşımıza çıkmakta. 2018’de TBMM Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı, Urfa Milletvekili Osman Baydemir’in genel kurulda bir konuşmasından dolayı “Kürdistan neresi?” diye sordu. Şimdi bu soru yeniden dolaşımda. Dolayısıyla bunu konuşmak elzem hal aldı. Bir deyim halini alan “Bilal’e anlatır gibi” Kürdistan’ın neresi olduğunu özetler misiniz?
Bu meselenin başlangıcını çok eskiye götürmek mümkündür. Kürtler bu coğrafyanın kadim halklarından biridir. Daha M.Ö. 5’inci yüzyılda Ksenophon’un Onbinlerin Dönüşü- Anabasis adlı kitabında Kürtlerin memleketi Kardavaya olarak geçer ve Kürtler Karduklar olarak sunulur. Sümerlerin beşik taşında Kardaka Kürtlerin memleketi ve Kürt halkının adı Karduklar olarak geçer. Gerek kaya taşları yazılamalarında, gerekse yazının icadından sonra özellikle Sümerler tarafından Kürdistan değişik adlarla anılarak bugünlere kadar geliyor. Demek ki 4 bin yıl önceden bu tarafa geliyor. Strabon’un coğrafya bilimi olarak kabul edilen meşhur kitabında Kürtlerin memleketi ve Kürt halkının adı geçer. Onlarla da bitmez. Türklerin baş tacı ettikleri Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânu Lugâti’t-Türk kitabı önemlidir mesela. Bu kitap kitabiyat bilgini Diyarbekirli Ali Emiri tarafından bir servet para verilip Mısır’dan satın alınmış ve Osmanlı literatürüne kazandırılmıştır. Bu kitap Türk kültürünün, dilinin temel taşıdır. Türk Dil Kurumu bu kitaptan yola çıkarak birçok eser yayınlamıştır. Bu kitapta bir de dünya haritası vardır.
Bu dünya haritasında Arz’ul Akrad adıyla Kürtlerin toprağı, Kürtlerin memleketi şeklinde bir bölüm, ibare var. Sultan Sancar döneminde, Selçukiler döneminde Kürdistan adı doğrudan literatüre girer. Keza 13’üncü yüzyılın ortalarına tarihlenen, Ali Emiri Koleksiyonu (Millet Yazma Eser Kütüphanesi) ve Selimiye Kütüphanesinde birer nüshası bulunan Tarihü’l Devlet’ül Ekrad yani Kürt Devleti Tarihi adlı eseri gözardı etmemek gerek. Arapça’da Kürdistan ismi ve Ekrad yani Kürtler birçok kaynakta geçer. Türklerin önemli destanlarından biri olan Reşîdüddîn Oğuznâmesî’nde yine Kürdistan ve Kürtlerin ismi geçer. Osmanlıca vesikalarda, gerek yerli gerek Batılı birçok kaynakta Kürdistan kavramı geçer. Bugün de bu Kuzey Kürdistan, Güney Kürdistan, Doğu-Batı Kürdistan olarak nitelendirilir. Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya ek olarak Horasan Kürt yerleşkesi ve Orta Anadolu Kürt yerleşkesinden söz edilir. Sınırsız örnekleri var. Keza 19’uncu yüzyılın ortalarına tarihlenen Şemseddin Sami’nin Kamusu’l-Alam’ında Kürdistan ve Kürtlerden uzun uzadıya söz edilir. Bunların bir bölümü sansürlü olarak geçer. 250 dolayında Batılı gezgin, seyahatnamelerinde Kürdistan’ın ismini verir. Yerli gezgin olarak Evliya Çelebi gibilerini bir tarafa bırakıyorum.
Lozana kadar geliyor…
İşte Lozan Antlaşması’nın bedeli esas itibariyle Kürtlere ödetilmiştir. Bunu unutmayalım. Henüz 17’inci yüzyılın ortalarına doğru Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Kürdistan ve Kürt ruhu ikiye bölündüğünde o zaman büyük bir tepki toplamış. Özellikle Ehmedê Xanî’nin Mem û Zin’i esas olarak buna tepki olarak görülmüştür. Daha sonraki süreçte bu sürekli rahatsızlık yaratmış fakat Lozan’la birlikte Kürdistan toprağı fiilen ve resmen 4’e bölünmüştür. Bu bilinmeyen bir şey değil. Oysa daha önceki söylem, Kürtler ve Türklerin birlikte kurtulması ve eşit yaşamasını öngörüyordu.
1920’lere dönelim, o süreçte ne oldu?
İlk olarak 1921 Anayasası’nda yukarıda saydığım hükümler var. Mesela Misak-ı Milli. Son Osmanlı meclisi tarafından kabul gören bu hüküm, 1921 Anayasası’na da girdi. Aynı zamanda 1922’de yapılan gizli görüşmede bir kanun teklifi müzakere edildi ve kabul edildi. Kürdistan’ın muhtariyet şeklinde yönetilmesi öngörülüyordu. TBMM reisi sıfatıyla Mustafa Kemal’in o dönemde cephe komutanlıklarına gönderdiği genelgeler vardı. Bunu ilk defa Amerikalı Profesör Robert A. Olson -benim 1992’de yayınladığım- Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Sait İsyanı adlı eserinde ilk defa ortaya çıkardı. Çünkü gizliydi. Gizli celse zabıtlarında görüşülmüş ve kararlaştırılmıştır bu. Demem o ki Lozan Antlaşması’na gitmeden önce 1921-22’de İngiliz ve Fransızlarla yapılan gizli görüşmeler var. Bu görüşmelerde esas olarak Lozan’ın temeli belirlenmişti. Bu arada Kürt demokratik örgütlenmesi, Kürt kimlikli 15 dolayında gazete ve dergi, 20 dolayında Kürt demokratik kurumu yasaklandı. 1924 Anayasası sürecinde ‘Türk’ün süngüsünün görüldüğü yerde Kürtlük biter’ gibi Kürtleri aşağılayıcı ve tahrik edici sloganlar gazetelerde yer almaya başladı. Buna tepki gösteren Kürt aydınları, Batılı devlet adamlarına başvuruyorlar. Birçok taleplerinin ret ve inkar edildiğini, Kürdistan isminin coğrafya kitaplarından çıkarıldığını ve bunun büyük bir düş kırıklığı yarattığını söylediler. Ondan sonraki süreç zaten biliniyor.
Siirt’te İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’e “Burası Kürdistan” diyen Cemil Taşkesen gözaltına alınıp bırakıldı. Hemen ardından da Fırat Üniversitesinde araştırma görevlisi Hifzullah Kutum’un, sosyal medya hesabında “Yaşasın Kürdistan” paylaşımından dolayı önce görevine son verildi ardından odasının kapısına Türk bayrağı asıldı, linç kampanyaları düzenlendi ve tutuklandı. Bu son gelişmeleri duyduğunuzda, gördüğünüzde ne hissettiğinizi paylaşır mısınız?
Ape Musa’nın söylemiyle son 50 yıllık Türkiye tarihinin hem sanıkları hem tanıkları konumundayız. Hem tanık olduk, hem sanık olduk. Bu nedenle bu bana çok yabancı gelen bir husus değil. Utanılacak bir husus. Özellikle 21’inci yüzyıla girilen ve ilerlenen bir dönemde hala insanların bu tarihsel kadim isimden dolayı tutuklanmaları, cezalandırılmaları esas itibariyle utanılacak bir olaydır. Ama biz bu filmi önceden de gördük. 1988-89 yıllarında toplam 8 sayı çıkarabildiğim Özgür Gelecek dergisiyle tanık oldum bu konuya. Bizden önce başkaları tanık oldu ama ben kendim bizzat o tarihlerde tanık oldum. Çünkü dergide ben hem yayın yönetmeni hem yazarlardan biriydim. O dergide Kürt halkı ifadesi veya Kürdistan ibaresinin geçtiği her yazı dava konusu oluyordu. Toplam 8 sayılık dergiye 32 dava açıldı. Sonuç itibariyle insan bir yandan üzülüyor, hazin buluyor. Haliyle ister istemez tepki duyuyor.
Kürtlerin haklarından bahsedildiğinde, Kürdistan ismi kullanıldığında çok hızlı harekete geçen bir reaksiyon var. Bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?
Ben Cumhuriyet döneminde 1924’te bizzat Kürt aydınlarının girişimlerinden söz ettim. Bunun akabinde 1925’te gizlice çıkarılan Şark Islahat Planı bilinmeden bu anlaşılamaz. Şark Islahat Planı Mesut Yeğen’in söylemiyle ‘Türkiye Cumhuriyetinin Kürt Anayasası’dır. Bu planla birlikte sürekli olarak Kürt coğrafyasında askeri yönetimler sürdürülmüştür. Yani “7 uğursuz T” olan tedip, tenkil, taqtil, tehcir, temsil, temdin gerçekleştirilmiştir. Temdin demek medenileştirmektir. Yani Türkleştirmek ve İslamlaştırmaktır. Aslında Kürt oplumu Türkleştirilinceye ve İslamlaştırıncaya kadar Kürt coğrafyasında Kürdistan ibaresi kullanılıyor. Gizli belgelerde Kürdistan ibaresi var. Örneğin ‘Kürdistan’da örfi idare devam ettirilecektir’ diyor.
Profesör Mustafa Erdoğan’ın tespiti var: “1925’e kadar resmi belgelerde Kürdistan kavramı sıklıkla geçtiği halde 1925’ten sonra sadece 5 yerde geçiyor. O da Kürtlerin aleyhine olan ya da Ermenilerle ilişkiler bağlamında geçiyor”. Bu da çok acı bir olay. Bütün tarih boyunca geçmekte iken bıçakla keser gibi bu ismin yasaklanması manidar. Kimi gizli belgeleri yayınlayan Hasan Reşit Tankut’un konuya ilişkin Etno-Politik İnceleme Raporları ve Ahmet Hasip Koylan’ın Kürtler ve Kürt ulusal hareketler ile ilgili gizli dökümanı olmak üzere birçok vesikayı yayınlayan kişi olarak şunu söyleyeyim, devlet aklı açık planda ret ve inkarcı, gizli planda itirafçı ve kabulcüdür. Gizli planda Kürdistan’ın adı her yerde geçer. Gizli belgelerde devlet, kalemşörler Kürdistan adını kullanırken, Kürtler ifade edince içinde suç aranıyor. Bu da asla çağımıza uymayan, yakışmayan bir utanç belgesi olarak tarihe geçecek.
Tarihsel, coğrafik ve politik meşruluğu olan Kürdistan’ı adliyelere hapsetmek, suçlulaştırma biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz. Kürdistan adliyeye sığar mı?
Garip bir durum. İşin enteresan tarafı mevcut yönetimin başındaki şahsiyet Kürdistan kavramını kullanmışken, Doğu’da Kürdistan eyaleti varken, Federe Kürdistan bölgesi varken bunlar resmi literatürde, diplomaside söz konusu iken sadece Kuzey Kürdistan’a ilişkin bunun suçlama konusunun yapılmasının anlaşılır tarafı yoktur.
Siz de bahsettiniz. Kürdistan hep mahkemelikti. İstiklal Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler ve günümüzün popüler deyimiyle “Yerli ve Milli” mahkemeler bunu sürdürüyor. Bu mahkemeler arasında ne tür farklılık veya benzerlikler görüyorsunuz?
Sıkıyönetim, ağır ceza ve DGM’de yargılanmış bir Kürt araştırmacı yazar olarak söylüyorum; O zamanki mahkemelerin dışardan müdahaleler olsa bile siyasi ortamla alakalı bu kadar güdümlü olduğunu hiçbir zaman görmedim. Bunu açık söylüyorum.
Ret ve inkar konusunda tarih hep tekerrür ediyor…
Şark Islahat Planı’nın bir maddesinde de Batılıların (ecnebilerin) Kürdistan’la veya Kürt halkıyla buluşmasının engellenmesi hükme bağlanıyordu. Hiç unutmuyorum şimdiki Meral Hanım’ın (Akşener), İçişleri Bakanı olduğu dönemde gönderdiği bir genelge basına yansıdı. Kürtlerin ecnebi gezginlerle, turistlerle görüştürülmemesi isteniyordu. Böyle enteresan ama tarihin bu yönde tekerrürünü gösteren bir durum. Zorla hiçbir şey çözülemez. Şiddet şiddeti, zor zoru doğurur. Daha önce Türkler ile Kürtlerin hep “etle tırnak” gibi oldukları söyleniyordu. Madem et ve tırnaklar, neden birisinin hiç hakkı, hukuku olmuyor. Birisinin kimliği neden yasaklanıyor? Bu neyi çözdü bugüne kadar? Her şey tepkisini beraberinde getiriyor. Bu nedenle artık insanların başını iki elinin arasına alıp bu konuda düşünmeleri gerekiyor. Zor yöntemlerin bir şeyi çözemeyeceğini ancak görüşme, diyalog ve barışçıl yöntemlerle sorunların çözüleceğini ve bunun da iki halkın yararına olduğunu anlamaları gerekir.
Bu konuda Kürtlerin sayısız teklifleri var…
Evet, 1926’da Avrupa’da sürgündeki Kürt entelektüellerinin dönemin Kürt kökenli başbakanı İsmet Paşa’ya verdikleri bir bildirge var. Kürt- Türk birlikteliğini, kardeşliğini savunan, cumhuriyeti, medeniyetleşmeyi savunan bu bildirge esas alınsaydı sonraki acılı sürecin hiçbiri yaşanmayacaktı.
Devlet ise her dönem bunun tersini yaptı. Devletin Kürt ve Kürdistan yaklaşımını dönemlere ayırdığımızda karşımıza ne çıkıyor?
Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Kürdistan’ı ikiye bölündü. Onun öncesinde 16’ncı yüzyılda İdrisi Bitlisi (Akkoyunlu iktidarında 30 yıl bürokratlık yaptı) olayı var. İkinci Beyazıt tarafından Osmanlı sarayına çağrılan ve 4 dilde yazışmalar yapan şahsiyet. Osmanlıyı Kürtlerle birleştiren ve barıştıran, Kürt birliklerinin bir bölümünü Osmanlıya bağlayan ve bundan dolayı da milliyetçi Kürt aydınları tarafından büyük devlet adamı olarak görülen biri. Oysa Celadet Bedirxan’ın Mustafa Kemal’e gönderdiği mektupta da açıkça ifade edildiği gibi Kürt aydınlanma hareketinin büyük bölümü tarafından İdrisi Bitlisi mandacı olarak görülür.
Bunu doğru anlamak, doğru kavramak gerekiyor. Nitekim haklar gasp edildiği için 19’uncu yüzyılın başlarından itibaren birçok Kürt hareketi ortaya çıktı. Bedirxanlar öncülüğünde başlayan hareketler böyleydi. Bunların tasfiyesi, etkisizleştirilmesi için önce 1848’de Kürdistan eyalet olarak Osmanlı yönetimi tarafından ilan edildi. Başlarında bir Kürt vali atandı. Asker kökenliydi valiler. Kürtleri yatıştırma amacı taşıyordu. Kürtleri biraz oyalamaya yaradı ama arkasından tekrar Kürt hareketlenmeleri başladı. Şex Ubeydullah Nehri, sonra Berzenci, Talabani gibi dini misyonu da olan aileler öne çıktıi. İkinci Meşruiyet’e gelmenin öncülüğünü yapan İttihat ve Terakki Cemiyetinin 5 kurucu üyesinden 2’si Kürt’tü. İttihat ve Terakki 1912’de bütünüyle devşirme Türklerin eline geçince Kürt aydınları koptu. Abdullah Cevdet, İhsan Nuri gibi Kürt aydınları kendi öz örgütlerine yöneldiler. 1920-21 yılları arasında 20 Kürt demokratik örgütünün kurulduğunu söyledim.
Bunların içinde Kürt Millet Fırkası, Kürt Demokrasi Fırkası, Kürt Kadınları Teali Cemiyeti gibi kadın örgütü, gençlik örgütü vardı. Ne zaman ki bu oluşumlar yasaklandı ve Kürdistan bölündü, o zaman Kürt halkında kırılma, travma yarattı. Buna rağmen özellikle 1926’da Kürt aydınlanma hareketinin, İsmet Paşa şahsındaki hükümete verdiği muhtıra eğer bugün baz alınsa sorun çözülür. Maalesef Şark Islahat Planlı ile gizli bir anayasa yapıldı ve sorun çözülemedi. Ateş, kan, barut siyaseti devreye girdiği için bu sorun bugünlere kadar taşındı. Bu ateş, kan, barut ve imha siyasetinden kaynaklı 100 yıldır sorun çözülemedi. Ve titreşimleri devam etti.
Tarihin akışını ayrıntılı anlattınız. Mustafa Kemal Atatürk’ten Tayyip Erdoğan’a kadar hemen hemen tüm siyasetçiler, Kürdistan’ın varlığını önce kabul sonra reddetti. Aynı kişilerin hem kabul hem de ret tutumu nasıl bir anlayıştır?
Devlet aklı gizli planda itirafçı ve kabulcüdür. Her şeyi biliyor, her şeyden haberleri var. 1925 hareketi neyle bastırılıyor. 16 uçaklık bir filoyla. Kaç kişi katlediliyor. 15 bin küsur kişi. Türkiye’nin nüfusu o zaman 12 milyon civarında. 15 bin 500 kişi ciddi bir rakamdır. Ardından Ağrı-Zilan geliyor. Dereler dolusu cesetler geliyor. Böyle kanlı bir tarihtir. Bunların tümünün yazışmaları, gizli yazışmaları askeri mecmualarda bile var. O yüzden hep diyorum, Türkiye tarihi yeniden yazılmalıdır. Resmi Türk tarihi gerçeği yansıtmıyor. Gerçeği vermiyor. Etno-dinsel temizlik, tek tipleştirme ve Türk-İslamlaştırma üzerine kurulu. 1915’te Ermeni Soykırımı, Süryani, Ezîdî Soykırımı arkasından Rumların göçertilmesi, mübadele olayları, 1921’de Koçgiri, 1925’te Kürdistan Azadî Hareketi… Ama Kürt halkı büyük bir halk olduğu için yapılan tüm uygulamalara rağmen hala önemli bir güç olarak varlığını, kimliğini koruyor, korumaya çalışıyor.
En son yayımlanan “Ateş- Kan- Barut Günlerinde Kürt Diplomasisi” kitabınızda özelikle Türkiye ve siyasi liderleriyle Kürtler arasında ne tür yazışmalar var?
Çok ilginç şeyler var. Bakın kitapta ilk defa yayımlanan benimde daha önce bilmediğim iki belgeden bahsedeyim. Bunlardan bir tanesi 1920’de Koçgiri (Batı Dersim) ve Dersim liderlerinin Sevr Konferansı sırasında Ferit Paşa’ya gönderdikleri aynı zamanda benzer bir örneğini de Mustafa Kemal’e gönderdikleri bir mektup var. Bunun Sevr’e gönderildiğini bilmiyorduk. Mustafa Kemal’e gönderildiğini Nuri Dersimi yazdığı için biliyorduk. 1925’te keza İhsan Nuri’nin yayınladığı bir bildirge var. Bizde yasaklı ancak bunlar Fransız arşivinde mevcut. Bunun dışında çok önemli şeyler var. Mustafa Kemal’in daha 1919’da Samsun’a çıkıp Sivas Kongresini yaptığı dönemde en çok yardımını istediği kişi Axuçan Piri Seyid Aziz’dir. Adını Türk tarih kitaplarında göremezsiniz.
Resmi yayınlar Şeyh Fevzi diye gösterirler. Halbuki Axuçan Piri Seyid Aziz 1921’de kendi toplumunu, yani Koçgiri halkını, Alevi Kürt halkını desteklediği için Divan-ı Harbe verilip idama mahkum edilmiş fakat o zamanki Dersim mebuslarının müdahalesiyle idamdan kurtulmuştur. Seyid Aziz ve birçok Koçgiri lideri mebuslar sayesinde kurtulur. Yine 1923’te Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey, Meclis’te bir konuşma yapar. Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapan ve birbirlerine ihanet etmemeleri gereken, birlikte kurtarıldıktan sonra çok daha büyüyeceklerine dair bir konuşma. Bu konuşma ayakta alkışlanır. Ama ne yazık ki 2 sene sonra Bitlis’te 1925’te o da idam edilir. Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey de Diyarbekir’de Kolordu Komutanlığı görevi sırasında Mustafa Kemal’in en yakınında olan şahıs, baş tacı edilir. İlk mecliste mebus yapılır ve o da 1925’te idam edilir. Bu ve benzeri o kadar çok şey var ki… Ne yazık ki politika etno-dinsel temizlik, tektipleştirme, Türk-İslamlaştırma olunca bu çıkmaz yol bizi bugüne kadar getirdi.
O halde güncel Kürt politikası nereye gidiyor?
Unutmadan bir şey daha söyleyeyim. Rojava çok gündemde olduğu için söylüyorum. 1922’de Çiyayê Kürdan (Kürt Dağı) Kürtleri atlarına atlayıp Ankara’ya geliyorlar. Ankara’da Hakimiyet-i Milliye matbaasında bir broşür bastırıyorlar ve bunu bütün mebuslara dağıtıyorlar. Mustafa Kemal’e ‘sen daha Samsun’a çıkmadan önce, biz antiemperyalist ve antiişgalci yönelimle bu bölgede Fransızlara ve İngilizlere karşı savaştık’ diyorlar. Bugün adı Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş olan bölgede çok yoğun olarak bu savaşlara, antiişgallere katılan Kürt toplulukları vardı. Mesela sadece Antep bölgesinde bu savaşa katılan 16 çetenin 12’si Kürt’tü. Bunların tümü hatırlatmak suretiyle Mustafa Kemal ve arkadaşlarına bir de diyorlar ki ‘Biz haber aldık ki siz Fransız ve İngilizlerle gizlice anlaşmışsınız ve bizi ortamızdan bölüyorsunuz’. Buna büyük tepki gösteriyorlar. Şehir şehir, kaza kaza, belde belde, köy köy Kürdistan bölünüyor. Bunu da hiçbir zaman unutmamak lazım.
Günümüze gelince bu sorun bir siyasal, kültürel, ekonomik sorundur. Bu sorun silahla çözülecek bir sorun değildir. Baskı, zor yöntemleriyle çözülecek sorun değildir. Onun için Tevfik Fikret ‘Zor zoru doğurur’ diyor. Siz zor uygularsanız karşınızda zoru bulursunuz. Yine Tevfik Fikret 1915’te ölmeden önce ‘Her gecenin sonu aydınlıktır’ diyor. Umarız ki Teyfik Fikret’ten başlayarak diğer Kürt aydınlarının uyarılarına en azından bundan sonra kulak verilir, dikkat edilir ve bu sorunun demokratik çözümü hayata geçirilir.
Kürt ve Kürdistan üzerine, sağ ve sol hareketler üzerine çokça tartışma yürütüldü, konuşuldu ve konuşulmaya devam ediyor. Bugünkü iktidarı da dikkate aldığınızda Türk-İslamcı hareketlerin Kürdistan’a bakışını değerlendirir misiniz?
Ben bu iktidarı proje olarak görüyorum. Demokrasi, eşitlik sloganlarıyla ortaya çıktığında insanlarda bir umut yarattı. Sonrasını insanlar görerek hayal kırıklığına uğradılar. Aynı süreç Demokrat Parti döneminde de yaşandı. Yani eşitlik, özgürlük, demokrasi ve hürriyet gibi sloganlarla ortaya çıktılar bir de baktık komünist avına çıktılar. Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe ve daha nice siyasi şahsiyet içeride çürütüldü. Nitekim 1955’te 6-7 Eylül olaylarıyla Rumlara darbe vuruldu. 1959’da Kürt aydınları sevkiyatı başladı. 500 Kürt aydının tutuklanması isteniyor. Kendisi de Kürt kökenli olan Dışişleri Bakanı Fatin Rüşti Zorlu (idam edildi) buna karşı çıkıyor ve sayı 50’ye indiriliyor. AKP’nin söylemleri DP’nin ilk söylemlerine benziyor. Köken olarak hepsi eski İttihatçı. Türt İslam Sentezi, Türk ile İslamı iç içe geçiren bir sentezdir. Amaçlanan da oydu. Hanifilik devlet mezhebidir. Hanifi ekseninde zorla yaratılacak bir Türk ve Müslümanlık olacak. Bunun tipik örneği de AKP iktidarıdır.
Kürdistan’ın dört parçasında dört ayrı egemen devlet var. Benzer uygulamalarına tanıklık ettik, ediyoruz. Özel olarak Türkiye’yi nasıl konumluyorsunuz?
Şimdi bunların hepsi Osmanlıya bağlıydı. Doğu Kürdistan- İran hariç. Kürdistan’ın parçalanmasından sonra manda yönetimleri kuruldu vs vs. Daha sonra bugünkü şekle dönüldü. Hala oralarda bütünüyle sorun çözülmüş değil. Güney Kürdistan için de Rojava için de aynı şeyleri söylüyoruz. Bu nedenle en büyük parça Kuzey Kürdistan olduğu için burada büyük bir mağdurluk var. Burada da durumun iç açıcı olmadığı, sorunun çözülmediği görülüyor. Bu bakımdan her parçada sorunlar yaşanıyor. Umuyorum herkes bu noktadan sonra aklını başına alır ve bu sorun her parçada demokratik yöntemlerle çözüme kavuşur.
Çözüm derken, bugün Türkiye siyasetinde yeniden seçim havası var. Bazı partiler parlamenter sisteme dönüş için hazırlıklar yapıyor ve 1921 Anayasası da telaffuz ediliyor. Bu tartışmaları nasıl görüyorsunuz?
Çok özet olarak söyleyeyim 1921 Anayasası Kürtlere çeşitli haklar tanıyan farklı bir anayasaydı. 1924 Anayasası 1921 Anayasasından bir sapış, bir kopuştur. Yeni bir Türk-İslam ekseninde daha geri bir metindir. Bu sorunun demokratik çözümden başka bir yolu yok. Sorunun demokratik çözümünü önüne hedef koyan ve demokrasi güçlerinden oluşan geniş bir ittifak gerekiyor. Bunun gözetilmesi gerekiyor. Bu mevcut iktidarın, bu faşizan yapılanmanın mutlaka ülke gündeminden ötelenmesi ve çıkarılması gerekiyor. Bunun için de en önemli dönemeç önümüzdeki seçimlerdir. Kürt oluşumlarına, aydınlarına da önemli görev düşüyor.
Cegerxwin’nin birlik çağrısını hatırlatalım öyleyse…
Evet, Cegerxwin’in bir de şöyle bir dörtlüğü var: Sedan sal, hezaran zimanê meye / Weki me di bin destê dijmindeye / Çi gernas û mêre di meydanê ceng / Ne şûr û ne mertal, ne to û tifeng. Yani yüzlerce, binlerce yıl dilimiz / bizim gibi tutsak kaldı / ne denli kahraman ve yiğit ki / yenilmedi kılıca ve mızrağa.
MEHMET BAYRAK KİMDİR?
Mehmet Bayrak, Kayseri Sarız doğumlu Kürt yazar, Türkolog ve Kürdologdur. Kürt tarihi ve kültürü üzerine sayısız esere imza atan Bayrak’ın ailesi Alevi-Kızılbaş toplumunda önemli bir role sahip olan Sînemillî Aşireti ve Ocağı’ndandır. Bayrak, Kürdoloji alanında, kendi adıyla ya da takma imzalarla çok sayıda yazı yazdı. Birçok eseri Türkiye’de toplatıldı ve hakkında çok sayıda davalar açıldı.
Mehmet Bayrak’ın 1988/1989 yıllarında çıkardığı Özgür Gelecek dergisinden dolayı, gerek yazar, gerekse derginin sahibi ve yayın yönetmeni olarak hakkında 30 dava açıldı. Dergiyi çıkarırken, defalarca gözaltına alındı ve 2 defa tutuklandı. 1994 yılında, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce 10 yıl 6 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. 1994 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalıncaya kadar, Kürdoloji alanında 20’ye yakın kitap yayımladı. 1995 yılı başlarında, verilen cezalar dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açıldı ve bu dava 2002 yılında Türkiye’nin tazminata mahkûm olmasıyla sona erdi. Bayrak’ın Kürt Halk Türküleri, Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Alevilik ve Kürtler, Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Kürt Müziği, Dansları ve Şarkılar, İçtoroslar’da Alevi-Kürt Aşiretler: Sinemilli ve Komşu Aşiretlerin Tarihi, Edebiyatı, Kürtler’e Vurulan Kelepçe: Şark Islahat Planı, Kürt ve Alevi Tarihinde Horasan: Tarih-Etnoloji-Müzik-Edebiyat başta olmak üzere 30’un üzerinde kitabı bulunmakta.
Bayrak’ın yakın zamanda “Ateş- Kan- Barut Günlerinde Kürt Diplomasisi” adıyla kitabı yayımlandı.
MA / Sedat Yılmaz