83 yıl önce bu zamanlardı, 15 Kasım 1937’de aralarında Seyit Rıza’nın da bulunduğu Dersim’in kanaat önderlerinden yedi kişi, Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilmişlerdi. İdam sehpaları, idam edilenlerin cesetleriyle birlikte bir süre meydanda tutulmuştu. Tarih, resmi dilin sevdiği sözcükle, teslim olanların bile idam edilmesi gibi bir garabeti bu meydanda görmüştü. İdam cezalarının olağan ve sıradan sayıldığı o günlerde türlü hukuk hileleriyle gerçekleşen bu hadise, herhalde üstünlerin hukukunun kendine has örneklerinden biriydi.
Fakat sistemi yönetenler bu hukuksuzluğu yeterli görmemiş; birkaç ay sonra Dersim’de tarihin göreceği büyük kırımlardan birini gerçekleştirmişlerdi. Söz konusu kırımda on binlerce insan öldürülmüş, yaklaşık 20 bin kişi de sürgüne gönderilmişti. 1938 yılı yaz aylarında, özellikle ağustosta birkaç hafta içinde gerçekleşen bu kırım o kadar sessizce yapılmıştı ki, katliam yapanların, orada olanlardan söz etmesi bile yasaklanmış; gazeteler, bu kırımı ‘görmemişlerdi’.
O günden bu yana katliamda görevli askerler de dahil hemen herkesin ortak sorusu bu kırımın nedenleriyle ilgili olmuştur. Sahi, devlet Dersim’i neden kırmış; kendileri teslim oldukları halde yedi kişi neden idam edilmiştir? Ardından kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler olmak üzere onbinlerce insana neden kıyılmıştır? Ne olmuştur da tarihin az gördüğü böylesine büyük bir vahşet gerçekleştirilebilmiştir?
Kuşkusuz şimdi olduğu gibi o yıllarda da bu sorunun doğrudan muhatabı, katliamı yapan sistemin yöneticileriydi. Fakat onların çok büyük bir bölümü bu kırımdan söz etmemeyi tercih etmiş; ‘üstün görevleri’ nedeniyle madalya verilenler bile bu ‘ödüllerini’ gizlemişlerdi. Hatta resmi belgelere göre 1938’de Dersim’de görevli oldukları halde, özgeçmişlerinde bu detaya yer bile vermemişlerdi.
Yine de bu büyük kırımın nedenlerine dair en açık cevap dönemin Başbakanı Celal Bayar’dan gelmişti. 1937 yılı Eylül ayında İnönü’nün görevden alınması ile başbakanlığa getirilen Bayar, kırımdan birkaç ay önce TBMM’de yaptığı açıklamada devletin, yüzyıllardır Dersim’e giremediğini, Dersimlilerin, bölgede okul, yol, köprü, karakol gibi tüm yatırımları elinden geldiği kadar engellediklerini söylemişti. Artık buna bir son verme zamanı olduğunu vurgulayıp tehditkâr bir tarzda “Dersimliler sesimizi işitmelidir. Bizim sesimizde şevkat olduğu kadar kudret de vardır… Bu ikisinden birini seçmek kendilerine aittir. Bilmelidirler ki şevkatimiz de kahrımız da boldur” demişti.
Bayar’ın yaptığı bu tespitler çerçevesinde dönemin gazeteleride meselenin, devletin Dersim’e girememiş olmasından kaynaklandığını yazmışlardı. Dolayısıyla harekâtın amacı, “Dersim’de devletin varlığını tesis etmekti. Zira dörtyüz senden beri Dersim’e hükümet nüfuzu girememiş; ilmi anlam ve kapsamıyla otorite kurulamamıştı ama artık kurulacaktı. Bayar’ın ifadesiyle devlet, ‘kahrının bol olduğunu’ gösterecekti.
DEVLET DERSİM’E GİREMİYOR MUYDU?
Peki, büyük kırıma gerekçe gösterilen bu iddialar doğru muydu? Dersim coğrafyası devletten muaf mıydı? Bu coğrafyada devlet kurumları yok muydu, bölge halkı devlete vergi vermiyor, askere gitmiyor muydu, Dersim coğrafyasında okul, köprü, yol, tünel, kışla yapılmıyor muydu?
Bütün bu soruların yanıtlarını anlamak için tümüyle devlet arşivlerindeki belgelere ve dönemin kamu görevlilerinin raporları ve yazılı anlatılarına baktığımızda, gerçek durumun, bu iddiaların tam tersi olduğunu görüyoruz.
Bu belgelere göre daha Tanzimat sonrasında Dersim’de yerel otoriteyle devletin ilişkileri, bir devlet nizamı içinde kurulmuş; hatta Dersim’in yerel kuvvetleri, Rusların Erzincan’dan çıkarılması örneğinde olduğu gibi devletin dış savunmasında kullanılmıştı. Aynı dönemde Mazgirt’te Gülabi Bey, Pülümür’de Şah Hüseyin Bey gibi Dersim’in ileri gelen yerel aktörleri kaymakam olarak görevlendirilmişlerdi.
Osmanlı devri kapanıp yeni rejim kurulurken, devletin Dersim’le ilişkileri bizzat Mustafa Kemal üzerinden sağlanmıştı. Bu dönemde gerek yerel gerekse genel olarak Alevi dünyasında Mustafa Kemal’in başlattığı girişime ciddi bir destek vardı ve Dersim’den altı milletvekili ilk TBMM’de görev yapmışlardı. Yani yerel, devlet mekanizmasına eklemlenmişti.
Cumhuriyetin ilanından sonra da durum farklı değildi. 1925’te 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Kazım İnanç, Kolordu Komutanı Naci Eldeniz ve Elazığ Havali Kumandanı General Kabataş’lı Nurettin kurmay ve maiyetleriyle Hozat’a giderek Dersim’i incelemişlerdi. Hatta kendisi de bu ziyarete eşlik eden milletvekili Naşit Hakkı Uluğ’a göre o zaman rejimin istediği sadakati Dersim temin etmişti. O kadar ki 1926’da Dersim’de 13 aşiretten, 178 hanede 909 kişi Elazığ’ın köylerinde sorunsuz bir şekilde iskân edilmişti.
Devlet yetkilileri her şekilde Dersim içlerinde dolaştıkları gibi Dersim’in yerel liderleriyle görüşüyorlardı. Mesela, Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı 1928 yılı Temmuz ayında Seyit Rıza ile Kaymakam Zülfü Bey’in Pertek’teki evinde görüşmüştü. Devlet yetkililerine göre “etrafına tecavüzü eksik olmamakla birlikte” 1927-1928-1929 yıllarında Dersim’de bir kaynaşmaya da rastlanmıyordu. Yani Dersim sakindi. Hatta Jandarma Genel Komutanlığı (JGK) raporuna göre 1931 ve bunu takip eden yıllar içinde de memleket güvenliğini ve baysallığı bozacak önemli bir hadise olmamıştı. Bölgeden başbakanlığa gönderilen 21 Ağustos 1933 tarihli bir yazıda Hozat’taki aşiret reisleriyle görüşüldüğü ve hepsinin “hükümete sadakatten bahsettikleri” bildirilmişti.
Seyit Rıza ve fotoğrafın üzerinde isimleri yazılı olanlar idam edildi
Dersim o yıllarda sanıldığı gibi kapalı ekonomik düzen içinde de değildi. JGK raporuna göre Dersimli “keçi kılı, yün, deri, pamuk, kilim gibi istihsalatını; Çarsancak, Çemişgezek, Pertek ve Hozat mıntıkasından da yağ, peynir ve cevizi Erzincan ve Harput yöresine ihraç ediyor ve bu yolla para kazanıyordu. 1937 harekâtına katılan Albay Sevgen’e göre, ilkel ekonomik tarzlara örnek gösterilen malların takası anlamındaki “mübadele” Dersim’de vaki değildi. Mal alışverişi kasabalarda ve parayla gerçekleştirilirdi. Dokumacılık ve marangozluğun geliştiği bu yörede pamuk bile ekilmekteydi. En fakir evin bile üç beş keçisi vardı ve bu hayvanlar daha fazla ıslah edilebilirse Dersim, memleketin hayvan deposu olurdu.
Resmi belgelere göre Dersim, devletin askerlikle ilgili yükümlülüğüne de iddia edildiği gibi kapalı değildi. JGK raporuna göre daha 1930’ların başlarında askerlik yapmaları gereken nüfusun Ovacık’ta yüzde 10, Hozat’ta yüzde 10, Nazimiye’de yüzde 25, Mazgirt’te yüzde 60, Çemişgezek’te yüzde 80, Pertek’te yüzde 80’i askerlik görevini yerine getirmişti. Bundan övünçle söz eden rapora göre, “bu nispet, Dersimlileri vatani vazifelerine alıştırmak için bir asırdan beri başlayan gayretin ancak cumhuriyet devrine nasip olduğunu göstermekteydi.”
Aynı şekilde devlet için her zaman önemli yükümlülük olarak ortaya çıkan vergi konusunda da devlet Dersim’de faaldi. 1930’lu yılların başında her ilçede arazi ve hayvan vergisine ilişkin ayrıntılı kayıtlar tutulmuştu. Bu kayıtlarda tahakkuk eden verginin yanı sıra tahsil edilen vergi miktarları da yer almaktaydı. Tunceli Milletvekili Necmeddin Sahir Sılan’a göre 1936 ve 1937 yıllarında Tunceli’de tahakkuk eden ile tahsil edilen vergi birbirine yakındı.
EĞİTİM KURUMLARI VE İMAR HAREKETLERİ
Eğitimle ilgili olarak da devletin Dersim’de varlığını gösteren pek çok somut veri mevcuttu. Daha 1891 yılında Dersim’de 170 talebeli altı medrese ve 750 talebeli dokuz ilkokul vardı. Cumhuriyet döneminde ise belgelere göre Dersimliler tahsile çok istekliydiler ve daha 1928’de kayıt zamanında Elazığ’da çocuklarını kayıt ettirecekleri okullar aramaktaydılar. Erzincan Valisi Ali Kemali’nin belirttiği gibi 1930 yılında Pülümür merkezindeki okul dışında ilçenin Dereköy, Hacılı ve Meçi köylerinde birer ilkokul bulunmaktaydı. Bu okulların yerleri ve yapımı da köylüler tarafından tedarik edilmişti. Pülümür merkezdeki de dahil bu okullarda toplam 148 öğrenci öğrenim görüyor ve 6 öğretmen görev yapıyordu. “Tunceli” vilayeti kurulduğu zaman (1935) il genelinde bin 412 öğrencinin okuduğu 18 ilkokul vardı. Nazimiye, Mazgirt, Türüşmek, Dervişcemal, İncik, Türktanır, Şahsik ve Ovacık’taki ilkokullarda kız öğrencilerin sayısı yüksekti. Aynı durum diğer okullar için de geçerliydi.
Belgelere göre Dersim’de devletin imar alanındaki yatırımları da 1930’lu yıllarda gelişmişti. Elazığ-Nazimiye-Pülümür-Erzincan ana şose güzergâhının yapımına 1930’lu yılların başında başlanmıştı. 1936’da sadece Ovacık’ta memur ve subay evleri için 44 bin lira harcanmıştı. 1936’da Pülümür, Nazimiye, Mameki, Sin ve Ovacık’ta 9 Kışla; Nazimiye, Mameki, Hozat, Ovacık ve Pertek’te 5 Hükümet Konağı; Danzik, Hakis, Seyithan, Tüllük, Karaoğlan, Amutka, Kahmut, Kalan ve Nazimiye’de 9 karakol; Nazimiye’de 6, Mameki’de 48, Sin’de 8 ve Ovacıkta 10 Subay Evleri ve bunlar dışında onlarca köprü ve 100 kilometrelik Elazığ-Mameki yolu tamamlanmıştı. Resmi belgelere göre hükümet Tunceli’nin imarı için 4 milyon lira ödenek öngörmüş ve bunun ilk adımı olarak 1937 yılında yarım milyon lirayı ayırmıştı. Tunceli Vilayeti kurulduktan sonraki iki yıl içinde bin kilometreden fazla telefon hattı çekilmiş; yollar ve köprülerle beraber 3 bin 500 lira harcanmıştı.
DERSİM’DE NÜFUS SAYIMLARI
Nüfusun tespitine dair belgeler ise devletin, Dersim’de sadece egemenlik kurmadığını; aynı zamanda hücrelerine kadar girdiğini de gösteriyordu. 1927 yılındaki ilk genel nüfus sayımında Dersim’de sadece ilçe merkezlerinin değil, tek tek tüm köylerin nüfusu ayrıntılı biçimde tespit edilmişti. Aynı durum 1935 yılı nüfus sayımı için de geçerliydi. Nitekim 1935 yılında bugünkü Tunceli vilayetinin toplam kayıtlı nüfusu 107 bin 723 idi. Beş yıl sonra bu miktar 94 bin 639’a inmişti. Ayrıca sadece beş yılda bir yapılan bir tespit olmasının ötesinde Dersim’e dair ayrıntılı kayıtlar tutulmuştu. Mesela 1935 sayımından sonraki bir yıl içinde Dersim’de bin 459 doğum, bin 396 ölüm, 47 dul ve 271 kız olmak üzere 318 evlenme vakası gerçekleşmişti. Aynı detaylı bilgileri engellilerin tespitinde de görmek mümkün: 1936 yılında Tunceli’de 320 kör, 240 bir kolu çolak, 26 iki kolu çolak, 334 bir ayağı topal, 85 iki ayağı topal, 131 sağır ve dilsiz, 36 kambur, 40 kötürüm, 79 müteaddit sakat, 31 sair sakat mevcuttur. Sağlam nüfusun sayısı 91 bin 807 idi.
Devletin, Dersim’e dair detaylı bilgilere sahip olduğunu aşiret sayıları, nüfusu, kadın ve erkek olarak bölünmesi, hayvan ve silah sayısında da görebiliriz. Belgelere göre Dersimlilerin elinde toplam 9 bin 70 adet silah vardı ve 1936 yılında her ailenin elindeki silahı devlete teslim etme yükümlülüğü neticesinde Dersimliler hükümete 7 bin 880 silah teslim etmişlerdi.
1938’E GELİRKEN…
Bütün bu bilgi-belge ve veriler devletin Dersim’e giremediği iddiası şöyle dursun, her hücresine hâkim olduğuna işaret ediyordu. Hele de 1938 büyük kırımına birkaç ay kala olan-bitenler, devletin Dersim’e iyice yerleştiğini ve ‘asayiş’ açısından gerçekte önemli bir sorun olmadığını gösteriyordu. Mesela 1937’de devletin aradığı 3 bin 700 kişiden iki bini silahlarını devlete vererek cezalarını erteletmişti. Aynı yıl yapılan askeri harekâtı Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak bizzat izlemiş; İnönü de başbakan olarak 19 Haziran’da Dersim’in içlerine girmişti. 13 Eylül 1937 tarihli gazetelerin verdiği haberlere göre “Dersim asilerinin önderi Seyit Rıza” teslim olmuş; bu olay devlet otoritesinin bir kanıtı olarak anlatılmıştı.
1937 yılı yaz aylarında vali Abdullah Alpdoğan’ın görevlendirdiği iki Başöğretmen (Hayrettin Özdal ve Necip Erdem) 24 Muallim Müfettişlik mıntıkasında tetkik ve irşat seyahatine çıkmış ve bir rapor hazırlamışlardı. Her köyde birer gece kalan öğretmenlerin raporuna göre köylülerin hepsi devlete karşı iyi niyetlerle meşbu bir ruhi halet içindeydi.
1937 yılı Eylül ayında başbakanlığının son gününde TBMM’de Dersim’le ilgili açıklamalarda bulunan İsmet İnönü’ye göre Dersim’de jandarma ve hükümet kuvveti tamamıyla teessüs etmişti. Kafi derecede askeri kuvvet orada hazırdı, ıslahat programı sürüyordu. Hatta o yıl hazırlanan Dersim İddianamesine göre Tunceli, asayiş noktasında dünyanın en bahtiyar köşelerinden biri haline gelmişti.
SONUÇ
Bu veri-bilgilerin gösterdiği gibi devletin Dersim’e giremediği iddiası, tümüyle gerçek dışı olduğu gibi, Dersim kırımını meşrulaştırmaya yönelik olarak üretilmişti. Tıpkı hiçbir kanıtı olmadığı halde ‘Dersim isyanı’ söyleminin tedavüle sokulması gibi. Dolayısıyla Dersim kırımı neden yapıldı sorusunun başka bir cevabı olduğu muhakkak ki bunun, fiziki imhayı da içeren bir kimliksel tasfiye olduğuna dair çok sayıda bilgi-belge mevcuttur. Ama yine de bu cevabı vermesi gereken yer, öncelikle sistemdir. Çünkü geçmişle gerçek bir yüzleşme, ancak sistemin köklü, doğru bir ilk cevabıyla başlayabilir. Buna sadece Dersim’in değil, ülkenin de ihtiyacı var ve ne yazık ki Türkiye bu yönde bir adıma hâlâ çok uzak görünüyor.
ŞÜKRÜ ASLAN