Her insan bir dilin (lisan) içinde doğar, onunla büyür, düşünür, konuşur, gelişir. Dil, düşüncenin oyuncağı gibidir. Çok dille konuşmak çoklu düşünmeye imkân sağlayabilir. Dil’in, başka da katkıları vardır insanın düşün ve gündelik hayatına. Bu yüzden dilsel çeşitlilik korunması gereken bir kültürel miras olarak kabul edilir.
Dünyanın ulus devletler arasında paylaştırıldığı yüzyıllar boyunca her yerde bir diller mezarlığı ortaya çıkmıştır. Ulus devletlerin her birinde hâkim milliyetçi politikalar ve pratikler pek çok dilin görünmez kalmasına ya da tasfiye edilmesine yol açmıştır. Milyonlarca insan için zamanla başka dillerle düşünmek, konuşmak mecburi hale gelmiştir. Hatta bazı ülkelerin resmi dilleri bile kendilerinin değil, hükmetmeye gelenlerin dilleri olmuştur.
Kuşkusuz diller de zaman içerisinde ölebilirler. Görece daha küçük coğrafyalarda konuşulan ve eğitimde kullanılmayanlar için bu daha çok geçerlidir. Fakat bir dili/dilleri özellikle öldürmeye çalışmak modernizmin bıraktığı bir mirastır. Ne yazık ki Türkiye de bu kötü mirası tecrübe etmiş ülkelerden birisidir.
Türkiye’nin ilk genel nüfus sayımı verilerine göre ülkede 22 anadil konuşulmasına rağmen bu diller ancak hedef olmaları bağlamında resmi metinlerde telaffuz edilmiş; rejim, bu dilleri öldürmek için olağanüstü bir mesai harcamıştı.
Mesela 1925’de Şark Islahat Planı kapsamında kabul edilen programın 13’üncü maddesinde “aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan kaza ve vilayet merkezlerinde resmi dairelerde, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe dışında dil kullanmak yasaklanmış; kullananların hükümete muhalefet ve mukavemetten cezalandırılacakları” ifade edilmişti. Hatta 16. maddede Fırat’ın garbındaki illerde dağınık surette yerleşik Kürtlerin de Kürtçe konuşmalarının men edilmesi öngörülmüştü. Oysa resmi raporlara göre bile bu coğrafyada nüfusun en az yüzde 80’i Türkçe bilmiyordu.
Raporlara göre Siirt ve Mardin gibi Arapça konuşulan yerlerde de Türk Ocakları ve mektepler açarak Arapçanın da tasfiye edilmesi hedeflenmişti. Cumhuriyet rejimi Türkçe dışındaki dillere karşı o kadar katı dışlayıcı bir politika izlemişti ki, Suriye’de hazırlanmış ‘Latince Çerkes alfabesinin memleketimize sokulması,’ 9 Haziran 1932 tarihli bir kararname ile yasaklanmıştı. Kuşkusuz resmi kararlar gündelik hayatta da karşılığını buluyordu. Mesela 21 Mayıs 1936’da Cumhuriyet’te yazıldığı gibi Gönen Belediyesi; çarşıda, pazarda, kahvehanelerde Çerkesçe, Gürcüce, Arnavutça, Pomakça gibi yabancı dillerle konuşmanın yasaklandığını, konuşanların cezalandırılacaklarını tellal aracılığıyla duyurmuştu. Oysa Gönen tam da bu göçmen grupların şehri gibiydi ve her biri doğal olarak kendi anadiliyle konuşuyordu.
Dillerin tasfiye edilmesindeki araçlardan birisi de Yatılı Bölge Okullarıydı. 1934 yılında Milli Eğitim Bakanı ve 1935’te de Diyarbakır Umum Müfettişi olan Abidin Özmen’in ifadesiyle bu mekteplerde sırf Türkçe konuşmayı, Türklük propagandasını ve Türk büyüklerine karşı sevgiyi uyandıracak bir program takip edilmeli ve tahsil müddeti üç sene olup, çocuk senenin on bir ayında mektepte kalmalıydı. Bu politikanın ilk örneği 1937’de açılan Elazığ Kız Enstitüsü’ydü. Dersim ve Bingöl’den alınan kız çocukları bu okulda tam da Özmen’in ifade ettiği gibi yetiştirilmişlerdi. Fakat asıl uygulama 5 Ocak 1961’de yürürlüğe giren 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile gerçekleşecekti. Kanunla 1962-1973’e kadar açılan 59 yatılı okulun tamamına yakını Kürt illerindeydi. Asimilatif dil politikaları o yıllarda o kadar yoğunlaşmıştı ki resmi terminoloji bile değişmişti. İlgili belgelerde artık Kürtler yerine kendini Kürt sananlar ifadesi kullanılıyordu.
Kısaca Türkçe dışındaki dillerin tamamı bu politikalar nedeniyle derin yaralar aldı. Türkiye; çarşıda, sokakta bile kendini ifade etmenin yegâne aracı olan anadilinden mahrum bırakılınca adeta bir dil mezarlığına dönüştü. Gerçi bugün artık ülkenin resmi TV kanallarında Kürtçe, Arapça ve diğer bazı dillerde yayınlar yapılmaktadır. Ama bu dil kırımının yol açtığı yaralar ve yarattığı tahribatla gerçek ve açık bir yüzleşme olmadan. Bu yüzden söz konusu politikalar, kapının önünde duruyor hissi yaratıyor, her an yeniden içeri girebilirmiş gibi…
Şükrü ASLAN