Edebiyatçının ölümü

Bir Erzincan gecesiydi, doksanların sonuydu, iki katlı deprem konutlarının önüydü. Akasya ağaçları vardı, altında yavaşça konuşuyorduk, arkadaşlar beklediğimiz adamın geldiğini söylediler, o geldi, herkesin tek tek elini sıktı, yüzüne asılı bir gülümseme vardı.

İnsanlar hiç tanışmadan da birbirini tanırlar. Birini ilk kez görürsünüz ama sanki bin yıldır tanıyor gibisinizdir. Sesi, sözü, mimikleri ve uzun uzun dinlediğiniz görüşleri tanıdıktır, hele gülümsemesi, gülmek -ağlamak gibi- insanın en doğal halidir çünkü.

Ayrı ülkelerde, şehirlerde, mahallelerde yaşanmış, aynı hayattır aslolan. Seni tanıyorum, annem -veya ninem- senin anlattıklarını evde kesik kesik anlatırdı bize, hep ağlardı sonra, der mesela, sizden epey genç bir adam. O işte böyleydi.

Geldi, kitaplarıyla beraber, imzaladı, ilk bana uzattı –ben orda misafirdim-, benim eserlerim, dedi, gururlu gülümsemesiyle beraber. Başımızda o akasya ağaçları. Geceydi, kitaplar parlıyordu, ayın önünde.

Bu bana verdiği ilk kitap bir romandı –genelde roman yazarmış-, yetmiş seksen sene evveli, Topal’ın çetelerinin önünden, Koçgiri’den kaçıp Mercanlara varmaya çalışan bir kafileyi anlatıyordu. Mercanlar yüksekti, karlıydı, hem orada yüzyıllar önceden kirvelik verilmiş hısımlar vardı.
Ama bu yolculuk ne yazık ki Mercanların hemen altındaki bir suyun kıyısında durmuştu, bizimkiler aç, çıplak, çocukluydu, peşlerindekiler parlak mavzerleri ve ışıklı bıçaklarıylaydılar, fişekleri boldu. Bir varlık yokluk anıydı o suyun kıyısındaki bekleme. Karşı kıyıda –işin kötüsü- buradan geçerseniz gelip bizi de kırarlar, diyen baxtı unutmuş akrabalar vardı. Suyu geçememiş, Mercanlara varamamışlardı, ay çekilmiş, yakamozlar sönmüştü.
Sonra başka şeyler yazdı, yeni romanlar, öyküler. Bir ara Antalya’da Abdal Musa’ya gitti, fotoğraflar çekti, ama döndü yine gözünü açtığı yere, Erzincan’daki o suyun iki kıyısına, en son Piro’yu yazdı.

Bu son yıllarda yolu Avrupa’ya düştü, Zazaca-Almanca masalları yazdı, pandemi günleriydi ve yazdıkları ancak dostlarına ulaştı, dünya paramparçaydı, hiç kimsenin masal okumaya acelesi yoktu, yaşananlar yüzyıl önce yaşanmış bir salgının tekrarı gibiydi, korona denen illet başlı başına kötücül bir masaldı. Ama o, eski zaman masallarını yazarak, tüm hayatın baştan sona bir masal olduğunu anlatmak istemişti zaten.

Bir gece yarısı oğlu Ali Rıza, uzamış bir uykudan artık uyanmayacağını söyledi, gece yarısıydı, o romandaki gibi ağır bir kıştı, tuhaf ama dışarıda gök gürlüyordu, ayın aydınlığı değil, yumuşacık karın karanlığı vardı.

Ertesi gün Abdal Musa’ya yakın bir şehirde defnedilecek cenaze törenine biz varamadık –tıpkı karşı tarafı tutulmuş o ırmak gibi- kar şehrin girişindeki dağın iki tarafını tutmuş, yolları kapatmıştı.

Dokuz yüz yirmi birdeki o mazlum kafile gibi -ne yapsak ne etsek- hedefe hiç ulaşamadık. Edebiyatçı dostumuz Remzi Aydın’ı, ailesi ve o şehirde yaşayanlar –doğduğu Dağbek gibi- bir dağın eteğine sardılar, o şehrin ışıklarının hâlâ kapalı olduğu haberleri düşüyordu iki gün sonra bile. Koskoca bir ülke, yirmi birden daha zifiri bir karanlık içine düşmüştü.

Hüseyin Aygün

BirGün Gazetesi

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON EKLENENLER