“Biz, bu zorbalıklar, gürültüler dünyasını sevmiyoruz, içimiz onu sevecek kadar bozuk değil!” Albert CAMUS.
Günümüzde uygulanan tekçi-inkârcı ve asimilasyon politikalarını anlamak için geçmişle yüzleşmemiz gerekiyor! Osmanlı’nın İttihatçı paşaları tarafında kurulan yeni Cumhuriyetin birincil hedefi, bu topraklarda yaşayan farklı etnik ve inanç kimlikleri asimile etmekti. Bu anlayışla 1924 Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı metinde şöyle deniliyor: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dâhilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.” Bu anlayış Mustafa Kemal’in sözlerinde de kendini buluyor: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.”
1924 Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı metinde yer alan anlayışa ve Cumhuriyetin kurucu lideri Mustafa Kemal’in anlayışına göre; 1924-1925 yıllarından itibaren başlayarak tekçiliğe, inkâra ve asimilasyona dayalı bir dizi kanunlar (3 Mart 1924 tarihinde Diyanet Kanunu, 18 Mart 1924 tarihinde Köy Kanunu, 4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn Yasası, 25 Eylül 1925 tarihinde “Şark Islahat Planı Kararnamesi kanunu ve 30 Kasım 1925 tarihinde Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kanunu vb.) çıkarılır ve yürürlüğe konulur. Ve böylece farklı etnik ve inanç gruplarının inkâr edilip, yok sayılmaları ve asimile edilmeleri artık bir devlet politikasına dönüştürülür.
Yeni kurulan Cumhuriyetin bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğini çekinmeksizin dile getirenlerin başını ise dönemin Başbakan İsmet İnönü çeker! İsmet İnönü 27 Nisan 1925 tarihinde yaptığı bir konuşmada şunları söylüyor: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı (unsurları) kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf (nitelikler) her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” İlerleyen yıllarda İnönü’nün ırkçı dili daha sertleşir! 31 Ağustos 1930 tarihinde yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” İsmet İnönü yaptığı bu iki konuşmasında açıkça farklı kültürlerin yaşam tarzını, dilini, inancını, gelenek ve göreneklerini ortadan kaldırarak yok edeceğiz diyor…
Aynı zihniyete sahip, Nazi hayranı dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını 19 Eylül 1930 tarihinde İzmir, Ödemiş’te yaptığı bir konuşmada şu şekilde dile getiriyor: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” Bu aktarım Mahmut Esat Bozkurt’un yaptığı konuşmadan küçük bir alıntıdır. Tekçi-inkârcı ve asimilasyoncu bu zihniyet, kendilerinin ortaya koydukları etnik ve inanç kimliği dışında kalan tüm kimliklerin dil, din, inanç ve kültür birikimlerini baskın yapı içinde eritip yok etmek için zora dayalı asimilasyon politikasını uyguladılar. Farklı din ve inançlara mensup yurttaşlardan toplanan vergilerden finanse dilen diyanet kurumu ve 40 yıldır devlet okullarında uygulanan zorunlu din dersleri de o günlerde temeli atılan bu zora dayalı asimilasyon politikalarının bir devamıdır…
Günümüzde gündemde olan inkâr ve asimilasyon sorunu derin tarihsel kökleri olan bir sorundur. Ama ne yazık ki, inkâr ve asimilasyon politikalarının böyle köklü bir tarihi olduğu geniş kitleler tarafından bilinmiyor. Kimileri tarafından da sanki 15-20 yıllık bir sorunmuş gibi topluma sunulup bir algı yaratılıp ve böylece toplum manipüle ediliyor. Yaratılan algı ve manipülasyon (hileyle yönlendirme) nedeniyle, geniş kitleler sorunun gerçek niteliğini kavramak ve kabullenmekte zorluk çekmektedir. Bu nedenledir ki, inkâr ve asimilasyon sorunuyla ilgili temel tarihsel gerçekliklerin açıkça ortaya konması ve geniş kitlelerin bu temelde bilinçlendirilmesi büyük bir önem taşımaktadır. Ancak ve ancak doğru bir şekilde bilinçlenip örgütlenir isek tekçi-inkârcı ve asimilasyoncu zihniyeti aşabiliriz. Aşk ile.
EKLER:
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 2. Maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti Demokratik Laik Sosyal Hukuk Devletidir” din ve devlet işleri birbirinden ayrıdır” diyor. Anayasa Madde 10. “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” deniliyor. Anayasa 24. Madde “Herkes vicdan dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir ve de hiç kimse dinini açıklamak zorunda değildir. Vatandaşlar yasalar önünde eşittir” deniliyor. Mevcut Anayasanın kimi maddelerinde (Anayasa Madde 2 – 10 ve 24) her ne kadar laiklikten ve eşit yurttaşlıktan söz edilse de, 1924’te ortaya konulan tekçi-inkârcı ve asimilasyoncu anlayış günümüzde de fiilen devam etmektedir.
Gün tekçiliği, inkârı, asimilasyonu ve ayrımcılığı ret eden, laik, demokratik, çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü bir düzeni savunan ve tüm yurttaşlardan toplanan vergilerle finanse edilen diyanetin ve devlet okullarında zorunlu olarak okutulan din derslerinin kaldırılmasını isteyen demokrasi güçleriyle dayanışıp birleşme günüdür. Ancak ve ancak doğru bir şekilde bilinçlenip örgütlenir isek tekçi-inkârcı ve asimilasyoncu zihniyeti aşabiliriz.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1-Vakit, 27 Nisan 1925.
2-Milliyet, 31 Ağustos 1930.
3-Milliyet, 19 Eylül 1930.
4-İsmail Beşikçi, Bilim-Resmi İdeoloji Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Alan Yay, s.71
5- Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Özge Yay, 1993, s.526
6- Cafer Demir, Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde Dersim, Umut Yay, 2009, s. 319
7- Mehmet Kabadayı, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Kitle Katliamları, Vesta Yay, 2015.
Mehmet KABADAYI