Şu günlerde iktidarın Alevi kurumlarla kurmaya çalıştığı (ama aslında bir türlü kuramadığı) ilişkilerin nitelik ve yönelimini anlamak için, Türkiye’de muhafazakâr Sünni dili temsil eden siyasi geleneğin Alevilerle tarihsel ilişkilenme biçimine bakmak gerekiyor. Bunun ilk dönemi ise muhafazakâr kimliğiyle Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950’li yıllardır. DP 1950’de iktidar olmuş ve kimliğiyle yaşaması uzun yıllardır yasaklanan Aleviler için de umut ve güvensizliğin karıştığı bir beklenti oluşmuştu.
Resmi verilere göre 1950 ve 1954 seçimlerinde Aleviler genelde DP’yi desteklemişti. 14 Mayıs 1950’deki ilk seçimde Dersim’deki iki milletvekilini de DP kazanmış ve Malatya’dan CHP milletvekili olarak parlamentoya giren Alevi dedesi Hüseyin Doğan partisinden istifa edip DP’ye katılmıştı. DP, 1954’te Çelebi ailesinden Y. İzzettin Ulusoy’u da Tokat vekili olarak TBMM’ye taşımış ve böylece bilinen Alevi simalar DP’de yer almışlardı. Kuşkusuz bu durum Alevilerin Cumhuriyet’in politikalarından memnun olmadıkları anlamına da geliyordu.
Ne var ki DP’yi desteklemelerine rağmen Aleviler, buna uygun bir kabul politikasına tanıklık etmemişlerdi. Hatta mümkünse Alevileri DP’de temsil mevkilerinin dışında tutma çabaları vardı. DP Parti Müfettişi N. Sahir Sılan, 20 Ağustos 1952 tarihli raporunda, partinin Erzincan vilayeti kongresinde Alevilerin çoğunluk sağlamasının gerilim yarattığını; DP’ye katılmak isteyen Alevilere, parti kapılarının aylarca kapalı tutulduğunu belirtmişti. Aynı şekilde 1950’li yıllarda kentlerde Bektaşilere karşı polis müdahaleleri ve yargılamalar da devam ediyordu. Üstelik mahkemelerde Alevi-Bektaşiliğin tanımlanması için “bilirkişi” olarak Diyanet İşleri Reisliği seçilmişti. Neticede Aleviler, Sünni toplulukla yaşadıkları her yerde cenazelerini de camilerden kaldırmak durumunda kalmıştı.
Ancak bu durum da Alevileri dışlanmaktan kurtaramamış; Alevi cenazelerinin camilerden kaldırılması dahi engellenebilmişti. Nitekim Diyanet İşleri Reisliği “Bazı İmamların, Alevi vatandaşlardan ölenlerin cenaze namazını kıldırmadıklarından sık şikayet olunduğunu; soğukluk ve kırgınlık husule getirecek bu tür hal ve hareketlerden tevakki olunmasını” rica eden bir yazıyı müftülüklere göndermişti. Zira o yıllarda telaffuz edildiği gibi ‘dirisinin gelmediği yere ölüsünün de gelmesi’ istenmemişti.
Ayırımcılığın örneklerinden birisi de Alevileri hedef gösteren yayınlardı. Maraş Vaizi Zekeriya Güvenen, 1950’de yayımlanan İman ve İslam Rehberi adlı eserinde ‘Alevilerin, Kızılbaşların kitapları olmadığından, onların kestiği helal olmaz. Onların evine misafir varan Müslümanın etle pişmiş yemeklerini yemesi caiz değildir. Eğer misafir olan Müslüman kendi eliyle kesmiş de, onlar pişirmiş ise yenir’ diye yazmıştı.
Sonuç itibarıyla on yıllık DP iktidarı boyunca Alevilerin fiilen camilere yönlendirilmesi ve Sünni tarikatlara açık destek verilmesi vb. gündelik hayatı Aleviler için daha da zorlaştırmıştı. Siyasal-toplumsal baskı Alevi bireylerin kendini gizleme çabalarına yol açmış; Ramazanda oruç tutuyor görünmek vb. şehirlerde ve nüfusu karışık köylerde Aleviler için yaygın pratikler haline gelmişti. Bu nedenlerle Aleviler 1950’lerin ortalarında DP’den uzaklaşmaya başlamış; 1957 seçimlerinde desteklerini büyük ölçüde kesmişlerdi.
Muhafazakâr siyasal geleneğin sonraki yıllarda da Alevilerle ilişkilenme biçimi genellikle bu tarihsel tecrübenin izlerini takip etmiştir. Fakat Aleviler o tecrübenin sınırları çoktan aşmış bulunuyorlar. Bugün artık uluslararası kurumlarda ve bazı ülkelerde yasal kabul görüyorlar. Görünen o ki bugünkü durumda muhafazakârın temel gerilimi Alevilere yönelik ‘geleneksel politika’ları ile bu yeni durum arasında nasıl bir yerde duracağıdır. Başka bir deyişle ülkenin muhafazakâr iktidarı, laik hukukun ilkesi olan devletin tarafsızlığını esas alıp Alevilerin kimlik haklarını kabul mü edecek, yoksa sürdürülemez hale gelen bu geleneksel politika da bir süre daha ayak mı direyecek? Sorun budur.
SÜKRÜ ASLAN
BirGün Gazetesi