“Bu Kaçıncı Ölmem Hain”

Sıcak denildi mi temmuz, Temmuz denildi mi de hemen Sivas geliverir insanın aklına. Tam 30 yıldır özdeş olmuş Temmuz’un sıcağı ile Sivas’ın öyküsü.
Ayların en sıcağıdır Temmuz. Anadolu’nun serininden sıcağına koştuğu vakittir. Göklerden sıcak yağar, her yanı sonsuz dağlarla çevrili Anadolu’da Sivas’ın çatlar dudakları, yüksek dağların yeşil örtülü uçlarının susuzluktan feri söner, kesilir dermanı. Bir başka hırslıdır güneş Anadolu’da. Yakar kavurur ortalığı, boğar nefes aldırmaz insana. Bastığımız her yer sıcaktır Temmuz’da, uçan kuşun kanadını kırar, yolcuyu yolundan eğler sıcaklar. Temmuz denildi mi sadece sıcaklar mı gelir insanın aklına?
Bir coğrafyanın Suskun tüneğinde, temmuz sıcağının kavurduğu sesini yitiren bir şehirdir Sivas. Temmuz deyince yüreğimizin ortasına kara saplı kırk bıçak cinsinden bir alev topu düşer. Sivas’ın ortasında yanan, yandıkça alevini büyüten Madımak oturur göğsümüzün çukuruna, nefessiz kalırız.
Kuşatılan Madımak, kuşatılan umudumuz, kuşatılan gece, kuşatılan gündüzler. Kuşatılan insanlık, Boyunları bu kez sehpada değil ciğerlerini dağlayan kara dumanda kuşatılan Pir Sultanlar düşer aklımıza.
Anadolu’ya yazıldıkça belanın fermanı devam ettikçe sömürü düzeni, bu kör olası düzeni bozuk dünya var oldukça kökleri derinliklerde oldu isyanlar tarihinin. Soyuldukça, sömürüldükçe, basıldıkça Anadolu’da yoksul köyler, zulüm görüp öldürüldü halklar. Dayandıkça bıçak gırtlağa “bu beter açlık, ve zulüm yeter” denildikçe ne yangınlar ne katliamlar ne işkenceler gördü Anadolu köylüsü. Yiğit öncüler doğurdu analar, zalime münkire kafa tutandan. Nice nal sesine tanık oldu bu topraklar, kıyıcıya, haine hesap sorandan, sırdan değil serden geçen yiğitler yetişti bir bir.
Ulular elinden şerbet içmiş bir yiğit ozandır Pir Sultan Abdal. Alnı akıtmalı ak kısrağı ile karanlık yıldız alacası dağlardan nice Temmuz sıcaklarına denk düşürdü yaktığı kavları, hesapsız kabul etti dostun çilesini. Yılmak bilmedi, hiç sakınmadı saklamadı “şalvarı şaltak, eğeri kaltak, eken de yok, biçen de yok yiyende ortak Osmanlı” dan sözünü.
Sevince deli bir ciğerle sevdi Banaz’lı koca haydar, yoldaş oldu uçan kuşa yüce dağlara, incitmedi hiç bir zaman bir karıncanın kanadını. Zühre yıldızının şafkında sırt verdi halkının türlü derdine.
Mazlumu zalime kılıç çalmaya çağıran Pir Sultan için kadılar müftüler yazmışlardı fetvayı “kim ki devleti erkâna karşı halkı ayaklandıra tez vurula başı” Pir Sultan “dönmem yolumdan” dedi “açalım kızıl sancağı” . Doğruluktan adaletten yana vurdu sazının teline “Şah” dedi, en doğrusundan söyledi sözünü. Dokudu aydınlığını ilim ile irfan ile. Işık saçtı Türkmen obalarına.
Taş yağmuruna tutarak Pir’i getirdiler Toprakkale önüne. İnce boynu uzandı münkirin ilmeğine, daraldıkça ilmeği boğazında “şah” demeyi bırakmadı.
Çırpınıp çırpınıp inlerken bedeni dar ağacında “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” dedi Pir Sultan. Bir direniş mirası bıraktı halkına. Kulağımıza düşmüştür bir kez pirin o güzel sesi durmaksızın. Yankı bulup bin yıldır söylenmez mi dillerimizde. “bu kaçıncı ölmem hain” Anadolu asırlardır anlatır zalime biad etmeyen yiğitlerin ölümsüz destanlarını. Dünya var oldukça daha da anlatılacaktır Pir Sultan’ın onurlu destanı.
Yıllardan 93. Temmuz’un kavurucu sıcağı vardı gökyüzünde, pir sultan abdal taşlanarak geldi bir kez daha Madımak’ın önüne. Kuytulara girmiş sinsi gözlerinden tanıdı yezitleri, bir sonraki yüzyıla taşımışlardı ihanetlerini kalleşliklerini. Sol göğsünde Hüseyin’i yokladı, madımak da kırılmış sazın tellerine dolanıyordu şimdi Kerbela’nın acısı.
Kerbela sıcağındaki aynı acıydı simdi Sivas’ın göğüne sarılan. Madımak’ta bir yudum suya hasret giden Hüseyin’in ordusuydu alev alev yanan. Pir sultan bakındı sağına, aynı toprakkale önünde yağlı urgan değil kor alevler vardı simdi. Aynı Pir Sultan’dı içeride direnen. Duydu derisi yüzülen Nesimi’nin sesini. Halep şehrinden Sivas’a ikinci kez akıyordu kanı şerha şerha. Aynı yezit, aynı münkirdi, 40 bin alevinin katili Yavuz’un kanlı elleriydi urganı yağlayıp alevi körükleyen.
Yavuz’un biçip doğradığı Türkmen obaları değil şimdi devlet kapılarında dövülen azarlanan sövülen yoksul gecekondu mahalleleri tanık oluyordu kuşatılan madımak da ki vahşete. Yanık kokusu sarıyordu Sivas’ın göğünü. Uluyarak höyküren çirkin ellerin çıngısıyla yitip gidiyordu dumana yaşamın binlerce soluğu. Sırtları Sıvazlanarak kuşatanlar karanlığın cellatlarıydı. Kutsal kitaplarının tarif ettiği iblisti onlar. Ağızlarından salyalılar akıtarak yarasalar gibi uçuşup, tosbağalar gibi toplanarak, anaç kuşların yavrularını yutmak için zehirli yılanlar gibi çoğalmışlardı Madımak’ın önünde.
Bir ölüp bin dirilen Pir Sultan’ın yoldaşlarıydı kuşatılanlar. Vatanımızı talan eden gavurun, işgal eden hainin ve işbirlikçilerinin ömrü uzun olsun diye yakılıyorlardı Temmuz’un sıcağında.
Bir kırlangıç havalandı dumanların içinden. Kanadına takıldı semah dönen bir genç kızın al kuşağı ’’ aşk’’ ile dedi. Boynu nişanlı başı telli bir telli turna yetişti kırlangıcın ardından, sildi dumanını kanayan kanadından aldı kırlangıçtan komutunu ve koydu elini göğsüne, dedi “aşk” ile. Şah’ı öven avazını artırdı darağacından pir sultan, yangınlar içinde vurdu sazının teline hasret. Dedi “aşk” ile
Ağladı analar. Gözleri kaç bin yıllık Anadolu tarihinin katliam izleriyle harelenmiş analardı ağlayan, toplanıp kıyısına yangın tufanının, ciğerden ciğerden ağlayarak kor alevler içinde kaldılar. Göz çukurları kurudu ağlamaktan kanadı yürekleri, büküldü belleri. Hangi su yıkarki  ki şimdi bu kanı? Hangi akarsuyun gücü yeter de söndürür bu yangını? Yüzyıllar geçse bile hangi ırmak alır da götürür Temmuz’un yığılmış küllerini akağına. Yandı yürekler.
30  yıldır silemedi Sivas kara lekesini dağının ve şehrinin göğünü kaplayan mavisinden. Bir öbek kara duman kaldı Sivas’ın göğünde asılı. Dayanamadı serçeler kırlangıçlar telli turnalar, süzüldüler dumanların içinden uçup gittiler yangınların sarmadığı uzak ellere. Başını kaldırıp bakamadı nehirler utancından kuruttular kendilerini. Gönlü kırıldı mevsimlerin. Dağların yeşil örtüsünü sıyırıp aldı doğa. Düzlüklerinden akan sular ayna gibi parlayan dereler akmaz oldu. Hiç bir menekşe madımak da tutuştuğu günden bu yana bir daha açmadı.
Yanık yarasını kuşandı Sivas, tam 30 yıldır bir acili öyküyü sarmalıyor şimdi koynunda. Nerelerde gizlenir bu dert uyut uyutabilirsen, nerelere saklamalı küçült küçültebilirsen. Hesabı sorulmadan dürülmeden defteri, geçmiyor Sivas’ın yanık ağrısı. Kaç zaman oldu alev yanığı yüzüne kozlu dağların isi çökmüş.
Bu dağlar Pir Sultan’ı gören dağlardır. Gönlünün çağıltısını dinlemiş ateşini kor etmişte basmış topraklarına. Sazını yumruk yapmış sözünü kılıç Zalime meydan okuyan Pir Sultan’ın ayak izlerini taşır ezelden beri.
Hep böyle elleri bağlı kalacak değil ya, Toprağın şahdamarından gene patlayacak kır çiçekleri. Yekinip sürgün vereceği günler gelecek yetişecek. Fırgatın eriyecek narı, uyanacak börtü böcek. Hep mert kalacak Pir Sultan’ın ardından yürünen dağlarda ki ayak izleri. Zalime, sömürene öfke, hesap sorma, ve ölümüne kararlılıktır Pir Sultan’ın Anadolu halklarına bıraktığı miras.
Temmuz varsın gene sıcak olsun Sivas ellerini çevreleyen sıra dağlarında. Kırıp ayaz gecelerini, daha da yangın yerine çevirsin Sivas’ın gövdesini. Harlı narlı ateşler yaksın şakaklarında. Dağlayıp çatlatsın dilediğince toprağını.
Bilinsin ki halkın adaletinin keskin yüzü daha sıcaktır yağlı urgandan ve kömür ateşinden. Pir’in o güzel buyruğunu bu ateş taşıyacaktır. Münkire kılıç çalarak dağlardan.

18/06/2022

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Yazarın diğer makaleleri