Kendal Soysal
6 Şubat sabahına, rasathane kayıtlarının ötesinde insanlık tarihine geçecek bir depremin egemen sistem eliyle felaket halini almasına eşlik eden çok yönlü yüzleşmelerle uyandık. Yer kabuğunda yaşanan tektonik hareketlerin yüzeydeki insan, toplum ve devlet ilişkilerinde derinlemesine etkiler uyandırdığını Türkiye ve Suriye ölçeğinde ağır acılarla deneyimlemekteyiz. Doğal yaşamda bir tür olarak insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişkiyi (etiği), kuracağı diğer tüm ilişkilerinin (sosyal, politik, kültürel…vs) başlangıç noktası olarak işaretlemek mümkün. Egemenlerin, bireylerin yaşamlarını sürdürecekleri koordinatları, mekândan muhtevaya kadar, algıların inşasından geleneklerin icadına değin yapılandırarak yeniden üretmesi, bireylerin kendi sosyal varoluşlarına çarpıtılmış bilinçle yaklaşmalarını doğurageldi. Böylece doğayla kurduğu ilişkide ona egemen olma, toplumda kendisinden farklı olana karşıt olma, devletle ilişkisinde de kul olmayı salık veren, sorgulayan değil uyum sağlayan, talep eden değil razı gelen insanlar haline getirilmişliğimiz kendi varlığımızı ıskalıyor oluşumuzun alametleridir. Yaşanan depremin ilk etapta insanın benliğiyle kurduğu ilişkiyi sorgulamaya açması bu açıdan önemli. Kapitalizmin beden politikalarıyla, biyoiktidar ve tüketim stratejileriyle bizleri atomize edişinin etkisinde, kendimizi tekil ve yalıtık bir varlık olarak ele alışımız/alıştırılmışlığımız dayanışmanın netameli bir ilişkiymiş gibi tasavvur edilmesine yol açmıştır. Kuşkusuz politik, kültürel, ekonomik içerimleri olmakla birlikte fakat bunlardan bir tık ötede dayanışmanın, bizatihi yaşamayı mümkün kılan, koruyan ve yeniden kuran bir canlılık refleksi olduğunu bu deprem bir kez daha göstermiş oldu. Zira dayanışma yaşatır mottosunun imlediği de tastamam budur.
Felaketin sarsıcı biçimde yaşandığı bölgenin toplumsal olarak Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Arap kimliklerinden teşekkül eden çok kimlikli/kültürlü yapısıyla Türkiye’nin bir özetini sunması birkaç kelam daha etme olanağı veriyor. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşamda eşit olmayı talep eden halklar maalesef ölümde eşitlenmiş oldu. Yıllarca tam da bu eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi talebinin gürleşmesinin engellenmesi ve giderek zayıflatılması maksadıyla (bir tahakküm stratejisi klasiği olarak) Alevi-Sünni, Kürt-Türk-Arap, yerli-göçmen-mülteci karşıtlaştırmalarının ne kadar da inşa edilmiş, toplumsal doğanın çeşitliliğinde karşılığı olmayan hasımlıklar olduğuna da bu yıkım vesilesiyle bir kez daha tanıklık etmiş olduk. Biz neden düşmandık, kimler tarafından ve nasıl kin yüklü kılınmıştık? Oysa göçük altında ilk biz’ler koşmuştuk birbirimizin imdadına, en makbul olanının ölü olarak telakki edilen/ettirilen Kürt’tü hırkasını enkaz önünde çaresizce bekleyen Türk’ün üşüyen omuzlarına örten, aşı yenmez denilen Alevi’nindi bir tas çorbayı uzatan eller, tüm engelleri aşarak yardıma koşan engelli yurttaşlardı, enkazdan bir can daha çıkarabilir miyiz umuduyla canhıraş, çıplak ellerle beton eşeleyen tırnaklar mültecinindi ve ülkenin her yerinde nefes olunmaya çalışılan hayatlar hepimizindi. Dayanışmanın böylece hayatın bir veçhesi değil bizzat kendisi olmasıyla yüzleşiyoruz. Dayanışmazsak ölürüz.
Yaşadığımız bu felaket yalnızca bireylerin kendisiyle ya da toplumla değil fakat aynı zamanda devletle, merkeziyetçi egemen sistemle de yüzleşmesine vesile oldu. İdeolojik aygıtlar, hegemonik söylem tertibatları ve bir yığın öğretilmiş çaresizlikle malûl illüzyonlarla yüklü insan ve devlet arasındaki mesafe, felaketin travmasıyla kapanarak gerçeğin en çıplak haliyle yüz yüze kalındı. 1999 depreminden sonra alınmaya başlanan deprem vergilerinin, imar affı kararlarının, çarpık yapılaşmaların ve ekipman yetersizliğinin salt teknik anlamda bir tedbirsizlikle değil, insanı ihmal eden anlayışla ilgisi olduğu açıkça ortadadır. Uğruna herkesi tekmil düzen canını feda etmeye doktrine etmekte mahir olan devletin, bu kez iş yaşatmaya gelince aynı beceriyi gösterememiş olması, devlet için insan mı, yoksa insan için devlet mi, sorularını birey-toplum-devlet ilişkisinin yaşamı önceleyen biçimde yeniden cevaplanma ihtiyacını öne çekmiştir. Kuşkusuz bu soruların akla gelmesinin tek sebebi yalnızca devletin deprem sonrasında vakitlice müdahale edememiş olması değildir. Bununla birlikte başta HDP olmak üzere TMMOB, KESK, TTB ve gönüllüler gibi toplumsal muhalefet güçlerinin çabucak organize olarak afet bölgesine hızlı ve etkili biçimde intikal edip dayanışma ağlarını güçlü biçimde örebilmiş olmaları da bu soruların sorulmasında etkili olmuştur.
Henüz ilk depremin yıkıcılığının tespit edilmesine fırsat vermeden gün içinde bir ikinci depremin yaşanması yaşanan şoku katbekat arttırırken, toplumsal muhalefet güçlerinin kendisini bu şoktan sıyırabilip yerel dayanışmayı örgütleyerek felaket karşısında dalgakıran etkisinde bulunması, merkeziyetçi sistemin bu kez yaşam-ölüm düzleminde yeniden sorunsallaştırılmasını gündeme getirdi. Son yerel seçimlerde kazandığı belediyelerin neredeyse tamamına kayyum atanmış ve kadrolarının baskı, tutuklama, linç ve suikaste, dahası kapatma davasına maruz bırakılmış olmasına rağmen HDP, böylesi afet ve kriz anlarında bu denli mobilize ve organize olabilmesini savunduğu âdem-i merkeziyetçi demokrasi ilkesine borçludur. Bu vesileyle güçlü yerel demokrasi yaşamsal bir zaruret halini almıştır.
Toplumsal ekoloji perspektifinden doğa ve bir tür olarak kendiliğin entelektüel bilincini, demokratik ulus yaklaşımından farklılıkların dayanışarak, bir arada ve özgürce yaşayabileceği politik toplum bilincini, kadın özgürlüğü ve özgür eş yaşam ilkesinden yaşam etiğini damıtan, alternatif etik, politik ve entelektüel toplumun kanatlanmasının tam vaktidir. Minerva’nın baykuşu, demişti Hegel, ancak alacakaranlıkta uçar.
#Enkazın #altından #yeni #yaşama