Bir on yıl oldu sanıyorum, şerefsiz “şerefname”nin yazılışının 500. yıllı “muhteşem” bir kokteylle kutlanıyordu. Köklerdeki ihanetin, işbirlikçiliğin modern Kürt hereketinde meşrulaştırıldığı, meşruluk zemininde teorik söylemlerin itibar görmeye başladığı o zamanlarda notlamıştım; “Kürt gericiliğinin renkleri köklerindedir” diye. Kökleri Şeyh İdris-i Bitlisi’ye uzanan ve günümüze kadar bölgede yaşanmış acıların ortağı olan Kürt işbirlikçiliğinin yaratmış olduğu siyasal bakış, sorunları ve durumları değerlendirme kültrürü ve onun üzerinden sorunlara yaklaşım ve çözüm üretme tarzı, bir gelenek, bir bakış açısı egemenliği yaratmış bulunuyor. Uykudaki uzun yıllar, bu bakış açısının gölgesinde ve “cumhuriyetle” birlikte yeni eklentileriyle gelişerek günümüze kadar geldi.
Karşıt gibi duran fakat birbirini besleyen cumhuriyet ve Şeyh İdris-i Bitlisi, Kürtlüğü tek renklilik, farklılıkları dışlama, onların varlıklarını yadsıma ve ancak kendisine benzeşmesiyle “kabul” görmüşlük biçiminde yol almaya devam etmekte. “Cumhuriyet” tarihine bakıldığında tek dil, tek din ve tek ırk üzerinden yürütülen çalışma, bu cepheden de hakiki Kürt arama ve Kürtlüğün “esasları”nı örgütleme biçiminde yol almıştır. 1984 kırılması ve modern değişim sürecini içine sindirmeyen iki kesim vardır ki, bunlardan birincisi “cumhuriyet” geleneği, diğeri ise içerden kendisini sürekli yenileyerek örgütleyen İdris-i Bitlisi kafasıdır. Günümüzde bu kafa kendisini ciddi bir şekilde hissettirir olmuştur.
Özellikle Kürtlerin değişik inançlarından Alevililik, Ezidilik ve Hırıstiyanlığın hedef tahtasına oturtulduğu bu bakış açısı Ebusuhud Efendi’lerinden kalma fetvaların cağımızın mdoern asimilasyon yöntemleriyle sonuçlandırılması çalışmasından başkaca bir şey hatırlatmıyor bana. Çok mu abartıyorum, hakısızlık mı yapıyorum! Hayır!
Kafasında “Kürdün” nasıl, kim olacağının resmini çizmeye çalışan ve çizdiği resimde tek renkli bir “tokat” kullanan kafa, ihanetin kendisini örgütlemesinden başkaca bir şey değildir. Senaryo yazanların kendilerinden yola çıkarak ürettikleri ve hayatlarının bir parçası olduğunu iddia ettikleri “film”in ana temasına otururtulan “kurtarılma” hikayesine mevzu olanlar -nedense her zaman Tunceliler kurtarılması gerekenilenler oluyor- hep “yoldan çıkmış” “zındık”lar oluyorlar.
Yüzyılların kültür mirası olan Alevi kültürünü görmezden gelen, onu dışlayan ve sahip çıkmayarak Kürt kültürünü tef çalmaktan ibaretmiş gibi göstermeye çalışan kafa kimin kafası olabilir? Özellikle sanat ve edebiyat alanında yıllarca üretmiş olan Sivas, Maraş, Adıyaman, Malatya, Kayseri ve Tunceli bölgelerinin kültürel mirasını dışlamış olmak ve sahip çıkmamak neyle izah edilebilir? “Bunlar doğru dürüst Kürtçe bilmiyorlar” diyerek “Hakiki Kürt” kategorisine almamak neyin ürünü? “Halkımızın genelekleri ve göreneklerine saygı duymak gerekir” denilerek Şeyh İdris-i Bitlisi taifesine kapılar sonuna kadar açılırken, diğer inançlara mensup Kürtlerin sosyal ve kültürel ilişkilerini asimilasyona, yozlaşmayla açıklamaya çalışmanın başka bir nedeni var mı?
Diyeceksiniz “bunların BAHOZ-Fırtına” ile ilgisi ne? Aslında bir filmle hiç ilgisi yok. Belki bir siyasi bakış açısıyla, bir duruşla ilgili. Daha öncede aynı yerde duran bir bakışla ilgili… Bahoz’a benzer bir hikayeyi konu alan bir film izlemiştik, yıllar önceydi. Fransa’nın Marsilya Sahillerinde kurtarılmayı bekleyen “Tuncelili”nin hikayesini konu edinmişti. Bu piyasada iş yapacak bir konu. Bundan hareketle film hakkında filmin geneli üzerinden söylenecek ilk şey, bu film piyasa’sının filmidir.
Filmi izlerken edenmiş olduğum bu genel ruh halimin dışına sıyrılıp bakarsak; kısıtlı olanaklarla ortaya çıkarılmış başarılı bir çalışma demek mümkün. Konu hassas bir süreci de ele almakta. Taraflar memnun edilmeye çalışılmış ve şimşekleri çekmemeye de özen göstermiş. Bıçak sırtında yol alınmış.
Film, iki taraf arasındaki farklı bakış açılarını ortya koymaya çalıştığını iddia ederken, ne kadar eleştiri içeriyorsa o kadar da özeleştiri yapan kareleri aralara serpiştirerek “insaflıyım” diyor. Fakat bilen biliyorki; üçüncü “görünmeyen” bir tarafın ince eleştirilerini de ustaca yerleştiriyor karelere. (Kürt bilmiyor demesinler notu:-)
Oyuncuların performansları zaten tartışmasız bir biçimde hissediliyor. Karakterler güzel seçilmiş. Bir kaç abartı-görsel nahoşluk dışında, oyuncular rollerin hakkını vermiş.
Araya serpiştirilen espiriler, filmi gergin seyretmenin önüne geçiyor, “yatay geçiş”ler yaptırıyor.
Gelelim şapka devrimine: Filmde dikkatimi çeken sahnelerden biri de, devrimci yapı içinde onaylanmayan bir ilişkinin iki tarafı olan Ali ile Helin’in sevişme sonrası görüntüleri… Karede aklımda kalanlar, Ali ile Helin’in sevişme sonrasında yatakta uzanır halleri… Bu sahnenin son karesindeyse kız çıplak bir halde kalkıyor ve üzerine bir ceket giyiyor. Sanat yönetmenine sormak isterdim; neden zaten anlaşılmış bir karenin gereksiz bir ayrıntısını ekrana vermiş? Bu kare ile Kürtlerde çıplaklık devrimi mi yapıyor, yoksa “aydınlarımızdaki” aşağılık kompleksine, tatminkar bir araç mı oluyor bilinmez ama şapka devrimi kadar etkili bir çarpıklık!
“Heval”, sanatı, iklimce giydirilen poşuyu “cumhuriyet zihinlilerin” soymasıyla yapmak mümkün mü?