- ÜSLUP, YÖNTEM, DÜŞÜNCE SİSTEMATİĞİ
- Giriş
Maraş soykırımının 42. yıldönümünden, 2020’den katliamı ve direnişi konu alan bir kitap yayınlandı. Elbette Maraş soykırımını konu edinen bir kitabın yayınlanması değerli ve önemlidir. Başka yazarların makalelerinin içinde yer aldığı, ancak derleyici/yazarın çok sayıda makalesiyle kitaba hâkim olan ana fikri oluşturduğu görülmektedir.
Kitapta makaleleri bulunan yazarlarının bazıları yaşadıkları direniş sürecini ve katliama dair teyit edilmiş, genel kabul görmüş görüş ve düşünceleri ifade etmişlerdir. Bir kısım yazar ise yapılan çalışmaya desteklerini ifade etmek için yazmışlardır. Bu yazarların makalelerinden ifade edilen görüş ve düşünceler konusunda kimi önemli farklılıklar olsa da bu farklılıklar birlikte olunabilir farklılıklardır. Ancak söz konusu kitabın ana fikrini oluşturan derleyici/yazarın makalelerine ilişkin bir değerlendirme yapılması, çok istenmemesine rağmen, zaman içinde zorunluluk halini almıştır. Dolayısıyla derleyici/yazarın makaleleri, bu değerlendirmenin konusunu oluşturmaktadır. Orhan Gazi Ertekin adlı yazarın derlediği söz konusu kitabın adı Maraş Katliamı/ Vahşet, Direniş’tir.
Konuyu tartışmaya geçmeden önce tam da adı geçen yazarı kısaca tanımak iyi olacaktır.
Orhan Gazi Ertekin.
Yazarı mümkün mertebe kendisinin anlatımlarından tanımak daha doğru olacaktır. Bu anlamda yapılan bir röportajda yazar, “liberal solcuyum: öğrenci derneklerinde yöneticiydim” diye anlatmaktadır kendisini. Ayrıca “ODTÜ’de öğrenci derneğinde görev aldım. “15-16 yaşımdan itibaren kendime hep solcu dedim. ODTÜ’den itibaren de Marksist’im diyordum. 90’lardan sonra Türk solunun içindeki Kemalist kodların sorgulanması gerektiğine dair bir algı başladı bende. Evrensel solun argümanlarının politik bir harekete dönüştürülmesi gerektiği düşüncesi zamanla kesinleşti. Şimdi benim için doğru adlandırma şudur; liberal sol ya da özgürlükçü sol.”
Yazar “ODTÜ’de master yaptım. 1944 yargılamaları, Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş gibi isimlerin yargılandığı Turancılık davası üzerine tez yazmıştım. Milliyetçilik üzerinde uzun yıllar çalıştım. Akademik çalışma perspektifim bu benim. Dışarıdan tam da karşıt olarak gördüğüm kesimi entelektüel bilgi konusu haline getirmek…. 2000’li yıllara kadar hep milliyetçilik, Türk tarihi, Orta Asya, Faşizm, Kemalizm ve Cumhuriyet tarihi üzerine okumalarım vardı.”
Yazar, yargıç olarak göreve başladıktan sonra FETÖ kontenjanında AKP’nin prenslerinden Osman Can’la tanışmış ve birlikte çeşitli çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmaların bir yerinde Demokrat Hakimler Derneği’ni korumuşlardır. Derneğin başkanlığını Osman Can yaparken yazarında derneğin yönetim kurulunda görev yapmıştır. Osman Can ile Orhan Gazi Ertekin FETÖ tayfasınca “yargıda Kemalist tahakküme son verecek insanların temsilcileri” olarak tanıtılmışlar, övülmüşler, sevilmişler sürekli öne çıkartılmışlardır. https://www.farukbildirici.com/2011/07/03/orhan-gazi-ertekin/
FETÖ’cuların bu desteğinin ve onayının sonucu olarak yazarın dernek arkadaşı Osman Can, AKP’de milletvekili olmuş ve AKP’nin merkez karar organında yöneticilik yapmıştır. Bir süre sonra da yazar, Demokrat Yargıçlar Derneği’nin başkanlığına geçmiştir.
Bu arada 2010 Anayasa Referandumu yapılmıştır. Bu referandum kamuoyunda önemli tartışmalara yol açmış, üç siyasal tutum ortaya çıkmıştır. AKP’yi destekleyen “evetçiler”, CHP’nin başını çektiği “hayırcılar” ve üçüncü yolu savunan Kürtlerin, Alevilerin önemli bir kısmının ve demokrasi güçlerinin oluşturduğu “boykotçu”lar. Boykotu savunan demokrasi güçleri “ne kırk satır ne kırk katır” diyerek dayatılan anti demokratik seçenekleri kabul etmediler. Çünkü “evet- hayır” ikilemine sıkıştırılmış olan bu Anayasa Referandumundan demokrasinin çıkmayacağı çok açıktı. “Evet” de “hayır” da sistemin ve devletin taleplerine hizmet ediyordu.
İşte bu referandumdan halka güvenmeyen, tatlı sularda siyaset yapmayı marifet sayan bir grup “yetmez ama evet” diye siyasette karşılığı olmayan bir tutum içine girdiler. Yazar da “yetmez ama evet” diyenlerdendi ve yıllar sonra “Yetmez ama evet” dediğimiz için kesinlikle pişman değilim. Hatta gurur haneme yazdığım bir şey olarak görüyorum. Eski Türklerde bir gelenektir, ölenin mezarına öldürdüğü düşman sayısı kadar taş dikerler, ona balbal derler. Ben de ölünce başucuma eski HSYK için bir balbal dikilmesini isterim. Ama tabii yeni HSYK için de bir balbal dikmelerini tercih ederim” demiştir. https://www.farukbildirici.com/2011/07/03/orhan-gazi-ertekin/
Alevilerin ezici çoğunluğunun demokratik siyasetin merkez partisi olan BDP ile birlikte boykot ettiği ve büyük bir başarı sağladığı referandumda yazar, “yetmez ama evet” diyerek sistemin güçlenmesine hizmet etmiş, üstelik bu tavrını, görüldüğü gibi, ısrarla ve övünerek savunmuştur.
Yazar aynı zamanda babasının sosyal tutumunu ve dinsel bakış açısını, ayrıca devrimci abisinin Dev- Savaş örgütünden dolayı mahpus yatmış ve işkence görmüş olmasını kendi pozisyonunu güçlendirmek için değerlendirmiştir. “Mahsuni Şerif, babamın yetiştirdiği kişilerden birisidir. Babamın üzerine de bir türküsü var, “Afşin’de Yemliham kaldı” diyerek ayrıntı veriyor. Ancak bu ayrıntı biraz revize ediliyor. Mahsuni Şerif, söz konusu türküsünden kendisini yetiştiren bir büyüğüne, yol göstericisine değil, sorunlarına ortak olmak istediği dertlerini paylaştıği bir dostuna türkü yazmıştır. Okuyucular yazarın sözünü ettiği türküyü dinlerlerse, gerçeği göreceklerdir.
Bütün bu bilgilerden sonra sayısız tecrübeden sonra ortaya çıkmış olan “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” veya “arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim” özdeyişlerini hatırlayarak yazarın sosyo- politik kimliğini anlamak kolaylaşacaktır.
Alevilerin genellikle solun değerlerine yakın durmalarının etkisiyle olmalı ki yazar da bunca fikir değiştirmesine rağmen “liberal solcu” olarak kalmaya devam etmiştir. Bugünlerde Maraş katliamına karşı mücadele ettiğini söyleyen yazarın sosyo- politik kimliği budur. Bu yazarın Maraş soykırımı hakkındaki görüşlerini inceleyeceğiz.
- Yazarın iddiaları ve bu iddialara cevap vermenin zorunluluğuna dair
Yazar, Maraş soykırımı hakkından “ Bu kitap…..olgusal ve teorik düzeyde birkaç yenilik getiriyor. Bugüne kadar eksik bırakılmış, yeterince ilgilenilmemiş bazı merkezi önemdeki konuları temel dikkat alanına taşıyor ve katliama dönük soruları ve cevapları yeniden düşünmeye çağırıyor.” S. 16 diyerek kitabı yazmış olmanın gerekçesini anlatmaktadır.
Devamında “…Maraş katliamının öncesi ve sonrası başlıkları ile tüketilen “tarihsel” anlatımın kendisi de eksik ve sorunludur” demekte ve “…bu durumun hem bilgi eksikliğinde hem de sorunlu bir bakış açısında kaynaklandığını.” S.16. ileri sürmektedir.
İlerleyen sayfalarda yazar, “Maraş katliamında bir işkence, bastırma ve direniş gerçeği vardır ve bu merkezi konu ihmal edilmiştir.” S. 21 diye sözde bir başka eksiklik olduğunu belirtmektedir.
Sayfa 17’de, “Maraş katliamının olay örgüsü maddi bir vakıa olarak ortaya çıkışı ve tarihsel anlatımı üzerine yeniden düşünmek gerektiği kanaatindeyiz” belirlemesini yapmış, böylece Maraş soykırımı hakkında her şeye yeniden düşünmek gerektiğini ileri sürmüştür.
Bir başka yerde yazar, S. 206’da “Türkiye’de katliamlar ile gerçek anlamda hesaplaşmanın ve davayı doğru bir hukuki zemine yerleştirmenin ilk adımının katliamın doğru adlandırılması ve anlaşılması olduğu kanaatindeyiz”
Daha ileri sayfalarda Yazar s. 247’de “Maraş Katliam’ının geldiğimiz aşamada daha ciddiyetle ele alınması bir zaruriyet olarak önümüzde durmaktadır.” demektedir.
Alıntılarda görüldüğü gibi yazar, Maraş katliamıyla ilgili esasında yapılması gerekenlerin yapılmadığını, yapılanların da eksik ve yanlış olduğunu, Maraş Katliam’nın “daha doğru adlandırılması ve anlaşılması” için “daha ciddiyetle ele alınması” gerektiğini söylemektedir.
Sunulan alıntılardan iki sonuç çıkmaktadır. Bir, bundan katliama dair bütün bilinenler, daha önce yapılanlar ve yazılanlar, Maraş katliamının doğru anlaşılmasını, adlandırılmasını, kapsamını, niteliğini açığa çıkartmamış ve bazı merkezi konular ihmal edilmiştir. O nedenle Alevi toplumu, demokratik kamuoyu ve kurumlar, bugüne kadar beyhude çabalarla zaman geçirmişlerdir.
İki, “ezber bozmaktan” söz eden yazar, sözde “yeni iddialarda” bulunmaktadır. Maraş katliamı konusundan bugüne kadar kimsenin, hiçbir kurumun yapmadığı, yapamadığı bu büyük görevleri yerine getirmek için durumdan vazife çıkartmış, kendisi için bir görev icat etmiştir.
Böylece yazar, gerçekten büyük bir kırım yaşamış, ancak 46 yıldan beri yaşadıkları katliamın hiçbir boyutunu “anlayamamış” ve şimdiye kadar ya hiçbir şey yapamamış veya hep yanlış yapmış olan Alevilere, Kürtlere ve demokratik kamuoyuna hem Maraş katliamının gerçeklerini açıklamaya, hem de neler yapmaları gerektiğini öğretmeye soyunmuş ve bu amaçla ilgili makaleleri yazmıştır. Esasında yazarın bu öğretmenlik yapma tavrını kınamamak, bu yaklaşımının alışılmış bir refleks olarak ortaya çıkmış olabileceğini hesaba katmak gerekiyor. Ne de olsa yazarın sosyo-politik yaşamında, Aleviler, Kürtler ve devrimciler, “öğretilmesi gereken” bilgisizlerdir.
Yazar üstlendiği bu görevle herkesi, “yeni ve heyecan verici bir anlama ve araştırma süreciyle karşı karşıya” s.34 bıraktığını belirterek yaptığı görevi tanımlamıştır. Böylece tüm Alevi toplumunu, devrimci- demokratik kamuoyunu ve kurumları, çok değerli bilgilerinden ve analizlerinden istifade ettireceğini “müjdelemiştir”
Bu amaçla yazdığı söz konusu makaleleri yazar, “büyük” ve “ciddi” etiketiyle parlatmaya özel dikkat göstermiştir, çünkü bu yolla okurun bilincinde arzu ettiği algıyı oluşturmaya çalışmıştır.
Yazar, kitabı yazmakla Maraş katliamı konusunda üç yenilik ve farklılık ortaya koyduğunu belirtmektedir. Birinci olarak katliama karşı sürdürülen direnişin ilk defa bu düzeyde yazıldığını, ikinci olarak katliamdan dolayı yargılanan devrimcilere yapılan işkencelerin katliamın kapsamını, içeriğini, süresini değiştirdiğini, üçüncü olarak Maraş katliamının pogrom olarak tanımlanması gerektiğini belirtmektedir.
Lakin yazarın “büyük ve ciddi” iddialarla süslenmiş makalelerinde Maraş katliamına dair hiçbir gerçeklik ortaya çıkartılamamıştır. Tam tersine genel olarak kabul görmüş olan somut bilgilerin ve gerçekliklerin üstü örtülmeye çalışılmıştır. Maraş katliamını “kim, neden ve nasıl yaptı” sorunlarına doğru, somut, ikna edici ve açıklayıcı cevaplar verilmemiş, verilen cevapların üstü örtülmeye çalışılmıştır. En kötüsü devletin katliamdaki konumunun ve rolünün görünmez hale getirilmesine, soykırımın gerçeklerinin bulandırılmasına hizmet eden yanlış ve sorunlu değerlendirmeler geliştirilmiştir.
Öte yanda “devlet katında” ve “karşı mahalleden” birilerinin kendilerinin ezilmişliklerine dair söz etmesi, bütün ezilen toplumları olduğu gibi Alevi toplumunu da olumlu etkilemiştir ve bu doğaldır. Ancak bu durum yazar tarafından istismar edilerek, katliamlara ve soykırımlara karşı mücadeleye zarar verilen bir konuma girilmiştir.
Bir noktanın özellikle altını çizmek gerekiyor. Bu kitap 2020 de yayınlanmıştır. Kitap kısa sürede edinilmiş, okunmuş ve burada yazılan düşünceler not edilmişti. Ancak toplumsal mücadelenin hassasiyeti, Alevi toplumunun ve kurumlarının bu tür tartışmalardan uzak durma eğilimleri alınan notların yayınlanmasının gerekli olmadığı şeklinde bir kanaatin oluşmasına yol açmıştır. Fakat gelinen aşamada yazarın, gerçekleri çarpıtarak geliştirdiği iddialara karşı somut olgulardan beslenen hakikatlerin söylenmesi, dolayısıyla bu cevabın yazılması zorunlu hale gelmiştir.
Burada murat edilen haklı olmak, haklı çıkmak, bu yolda giderken bir şeyleri kırmak, dökmek değildir. Sadece gerçeğe, bir tek gerçeğe bağlılıktır asıl olan. Umulur ve dilenir ki bu eleştirilerin muhatabı da soruna demagojinin ve illüzyonun cazibesiyle değil, toplumsal değerlere bağlılığın sorumluluğuyla yaklaşır.
Bu amaçla ortaya çıkan cevap metni ne yazık ki biraz uzun olacaktır. Daha kolay ve rahat okunabilir bir metinle görüşlerimizi anlatmak çok doğru olandı. Ancak bu durumda bir handikap vardı; konu ya yeterince açıklığa kavuşturulamayabilir, dolayısıyla anlatılmak istenenler amacına hizmet edecek düzeyde anlatılamayabilirdi veya kolayca istismar edilebilirdi. Daha özlü ve daha kısa bir metin olabilirdi. Ancak mevcut durumdan dolayı özür dilemekten, okurların sabırlarına sığınmaktan başka yapacak bir şey bulunmamaktadır.
Bu noktayı belirttikten sonra yazarın söz konusu değerlendirmeleri, üslubu, yöntemi, iddia ve görüşleri bu çalışmanın ilgili bölümlerinden ayrı ayrı incelenecektir.
- Yazarın üslubuna dair
Metinlerden kullanılan üslup önemlidir, çünkü ne de olsa “üslup kimliktir” denir. Yazarın kitabının ilk sayfalarında kendisini gösteren üslubunu tanımlayabilmek için yukarıdaki alıntıların yanında birkaç tipik örnek daha vermek, geliştirilen eleştirinin anlaşılmasını sağlayacaktır.
Yazar, kitabının 20.sayfasından, katliamdan dolayı mağdur olmuş ve topraklarını terk ederek göçmeye zorlanmış bulunan Yörükselimli, Karamaraşlı, Pazarcıklı, Elbistanlı, Afşinli, Sarızlı, Gürünlü on binlerce insanı, “yurtsuzluğun cenderesinde kahırla ömür” tüketmeyi tercih edilenler olarak görmekte, böyle göstermektedir.
Yazar yine s. 20’nin bir başka yerinde “…hala süren bir suskunlukla” diyerek şikâyet etmektedir.
Bir başka yerde, s. 251’de “Şiddeti gündelik ve somut fiili haliyle ele almak katliamların dayandığı geniş siyasal ağların yapısal etkilerini hiçe saymak anlamına gelir. Bu açıdan sınırlı bir katliam faili ile yetinmemizi isteyenler üzerine yeniden düşünmek 40 yıllık çaresizliğimizi anlatmanın bir başka yolu da olabilir.”
Alıntılanan ifadeler yazarın makalelerinde kullandığı, yok sayan ve dikte edici ifadelerin bazılarıdır. Burada “40 yıllık çaresizliğimiz” ifadesinde kendisini sürece katması bu kibirli yaklaşımı yumuşatmayı amaçlamasındandır. Yoksa yazarın bırakalım 40 yıl Maraş katliamına dair çaresizlik içinde kıvranmasını, emeklilikten sonrası sayılmazsa, 40 gün bile Maraş katliamına ilişkin bir tutumu, faaliyeti olmamıştır.
Şimdi sırasıyla yazarın yukarıda ki iddia ve ifadelerini değerlendirmeye çalışalım.
Yukarıdaki alıntıların birisinden görüldüğü gibi yazar, gerek katliama maruz bırakılan toplumların ve gerekse demokratik Alevi hareketinin, yurtsever Kürt siyasetinin ve devrimci, demokratik kurum ve çevrelerin, aydın, sanatçı ve akademisyenlerin, yani katliama karşı ses çıkartması, tutum alması gereken toplumsal-siyasal kesimlerin, başından bugüne kadar sustuklarını ileri sürmekte ve bundan yakınmaktadır.
Aynı şekilde yazar, 46 yıldan beri yüzlerce Alevi kurumunun, demokratik-devrimci-yurtsever kurumların ve konuyla ilgilenen onlarca akademisyenin, yazarın, araştırmacının, bunların hiç birisinin, Maraş katliamını doğru “adlandıramamış ve anlayamamış” olduklarına dair hüküm kesebilmekte ve bugüne kadar yapılanların “ciddiyetle” yapılmadığını ve Maraş soykırımını “yeniden” düşünmenin bir “zaruriyet” olduğunu söyleyebilmektedir. Zaruriyet vurgusu yaparak yazar, ayrıca katliam ve soykırım karşıtlarının ne kadar ihmalkâr olduklarına da vurgu anlatmış olmaktadır.
Ayrıca yazar, soykırımın mağdurları ve karşıtları olarak Alevileri, Kürtleri ve bütün demokrasi güçlerini, “kahır içinde ömür tüketen” “çaresizler topluluğu” olarak tanımlamakta, buna göre yazar, soykırım karşıtlarının “çok acınası koşullarda” olduklarının kabul edilmesini ileri sürmektedir.
Benzer şekilde yazar s. 17’de “Katliam halen sol sosyalistlerin gündüz kabuslarının başından gelmektedir.” diye yazmaktadır. Sol sosyalistler, hayatlarının her anında bu türden tehlikelerle karşılaşacaklarını bilirler, buna karşı tedbirlerini alır, mücadele yöntem ve araçlarını geliştirmeye çalışırlar. Bu anlamda eksiklikleri, yetersizlikleri olabilir. Ama ölümü öldürmüş olanlar, gündüz kâbusları görmezler.
Yazar s. 18 “Maraş katliamı donmuş bir zamanın tarihidir. Sol sosyalistler, Aleviler ve Alevi Kürtler işte o donmuş zamanın içinde rehin halini yaşamaktadırlar” diye yazmıştır. Zamanın donması veya durması, yazarın edebi soyutlaması olsun. Ama sol sosyalistler, Aleviler ve Alevi Kürtler hiçbir olgunun rehini değildirler. Onlar, bütün zorluklara engellere ve bedellere rağmen bu topraklarda demokratik bir sistemde eşit yurttaşlık ve inanç özgürlüğü için mücadele edenlerdir.
Bu yaklaşım soykırım mağduru veya karşıtı hiçbir devrimci, Kürt- Türk Alevi tarafında kabul edilmez/edilemez. Katliamlara ve soykırımlara maruz kalan insanların büyük acılar yaşadıkları tartışılamaz. Ancak onlar ne “çaresizlik içinde” kıvranmakta ne de usandıkları yaşamı omuzlarında ağır bir yük taşır gibi “kahırla ömür” tüketmektedirler.
Gerçek şu ki etnik yapılarından ve inançlarından dolayı, maruz kaldıkları bir soykırımla, topraklarından kopartılmış olan bu insanlar, hiçbir zaman “kahır içinde ömür tüketen”, yaşama anlam veremeyen, yaşam sevincini kaybetmiş, edilgen ve etkisiz insanlar olmamışlardır.
Tam tersine soykırımı yaşamış olan Yörükselimli, Karamaraşlı, Pazarcıklı, Elbistanlı, Afşinli, Sarızlı, Gürünlü on binlerce insan, gittikleri her yerden ve gittikleri günden beri, katliam ve soykırım karşıtı mücadelenin asli özneleri olmuşlardır. Bu insanlar, o gün bugün aralıksız bir biçimden katliamlara ve soykırımlara karşı sürdürülen mücadeleleri ya örgütlemişler veya bu mücadelelerin aktif katılımcıları olmuşlardır.
Bu gerçek, yani soykırım mağduru insanların mücadele içindeki konumları, o kadar açık ve nettir ki dünyanın ve ülkenin neresine gidilirse gidilsin, bütün demokratik devrimci kurumlardan ve mücadele alanlarından, soykırımı yaşamış, Yörükselimli, Karamaraşlı, Pazarcıklı, Elbistanlı, Afşinli, Sarızlı, Gürünlü insanların varlığı görülmektedir. Ayrıca bu toplumsal kesimlerden çok sayıda genç insan, değişik demokratik, devrimci ve yurtsever kurumun içinden, pratik politik mücadeleden doğrudan yer almıştır.
Yazar, soykırıma uğrayan ve yurtdışında bulunan Maraşlılara, küçük- burjuva aydın kibriyle değil, daha gerçekçi bakabilseydi, bu insanların özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ve özgür geleceğin yükünü coşkuyla, fedakarlıkla omuzlarında taşıdıklarını görebilirdi. Ve yazar şundan emin olsun ki bu insanlar, bu mücadele için ne bedel ödemekten kaçındılar ne de yaptıkları fedakarlıkların hesabını yaptılar.
Yazarın soykırım mağduru insanlara dair yaptığı bu üstenci/kibirli değerlendirmeler, yazarın toplumsal hayatın ne kadar dışında olduğunu ve konuya gerici bir bakış açısıyla yaklaştığını göstermektedir.
Bu ülkede demokrasi ve özgürlük mücadelesinin ana gövdesini oluşturanların bu insanlar olduğu gerçeği, güneşin berraklığı, sıcaklığı ve yakıcılığı kadar açık ve ortadayken, bu insanları, hiçbir şey yapmamış çaresizler olarak tanımlamak ve onlara şefkate ihtiyaçları varmış gibi yaklaşmak, gerçeğe saygısızlıktır, büyük haksızlıktır.
Öte yanda yazarın sandığı gibi kimsenin susmadığı, yıllardan beri bütün Alevi, Kürt ve devrimci kurumların ve duyarlı kamuoyunun ciddi bir emek, fedakârlık ve kararlılıkla Maraş soykırımının hesabını sormak için mücadele ettikleri açıktır.
Yazar, Alevilerin 46 yıldan beri soykırıma karşı sürdürdüğü mücadeleleri, kendisi içinde olmadığı ve bilmediği için yok saymakta, her şeyi kendisinden başlatmak istemektedir.
Bu yaklaşım halkın değerlerine ve vicdanına uygun olmayan katliam ve soykırım karşıtlığına zarar veren bir tutumdur. Biraz vicdan! Hiç kimsenin Alevilerin ve bütün soykırım mağdurlarının direnme azimlerine, motivasyonlarına ve mücadele pratiklerine özensiz yaklaşmaya hakkı yoktur, olmamalıdır.
Demokrasi güçlerinin ve soykırım mağdurlarının özgürlük ve adalet adına katliamcı/soykırımcı sisteme karşı mücadele ettiklerini görmezden gelmek, insanların emeklerini, fedakârlıklarını yokmuş gibi davranmak bu kadar kolay olmamalıdır.
Doğru tutum, topraklarına, dillerine ve inançlarına sahip çıkan ve bu amaçla bedeller ödeyerek mücadele eden, katliam mağduru olan bu insanların mücadelelerine güç ve destek veriyor gibi görünmek değil, gerçekten güç ve destek vermektir. Onlarla birlikte bütün mücadele alanlarından yer almaktır. Alevilerin ahkam kesen, akıl veren “çok bilenlere” değil, saygı duyan, değer veren, onların hak alma mücadelelerine katkı sunan, samimi yol taliplerine, omuzdaşlık yapacak olanlara, yani yoldaşlara ihtiyaçları vardır.
Yazar, metinlerinden birçok defa kendisini çok önemli bir özne gibi sunan ifadeler kullanmıştır. Kendisini merkeze koyan anlatım biçimi masum bir yanlışlık değildir. Bu ifade tarzı okura “ben önemliyim ve böyle düşünüyorum sen de beni dikkate alarak görüş geliştir” diye talimat vermenin farklı bir biçimidir. Tek başına bu üslup bile okura karşı büyük bir özensizlik, hatta saygısızlıktır. Bu yaklaşımla yazar, Maraş katliamı hakkında “tek ve en doğru bilen” olduğuna, okuru inandırmak istemektedir.
Yazar İslamcılıkla ilgili yazdıklarına dair, bazı isimler sayarak “bu konudaki cevapları en ciddi genç araştırmacılardan bekliyorum şimdilik” dedikten sonra, aynı paragrafın sonunda ise “cevapları talip olan herkesten bekliyorum” diyor. s. 217 Yazarın bu tavrı da görüldüğü gibi, cevaplarını kendisinin bildiği öğrencilerini de imtihana çektiği bir öğretmenin tavrıdır.
Ayrıca entellektüel görüntü vermek için yazar, metinlerinin içinde, yerli- yersiz bazı araştırmacılardan, fazla senli- beliymiş gibi söz etmektedir.
Bütün bunlar derleyici/yazarın makalelerine hâkim olan üslubun, sınırları zorlayan çözümleyici ve aydınlatıcı olmayan, kibirli, reddiyeci, hükmedici, ahkam kesici, münazaracı bir üslup olduğunu göstermektedir. Yazar kullandığı üslupla demokratik- devrimci- yurtsever çevrelere, Alevi ve Kürt toplumuna, kendi çizdiği rotayı dikte etmeye çalışmakta ayrıca, hiç haddi olmadığı halde hem okuru hem hakkında sözde fikir yürüttüğü katliam mağdurlarını ötekileştirmektedir.
Bölümü bitirmeden önce hemen burada okurun hoşgörüsünden cesaret alarak bir soru geliştirmek iyi olacaktır. Demokratik Alevi hareketinin, demokrasi ve devrimci hareketin son 50 yıllık sürecinden, bu türden, karşısındakini küçümseyen, üstten laf eden, ahkam kesen, bir Alevi Piri, bir Alevi Anası, bir Alevi Dedesi, bir kurum başkanı veya yöneticisi, bir yazar, bir akademisyen, bir siyasetçi veya bir fikir oluşturucusu görülmüş müdür? Hep birlikte düşünelim. Alevi büyüklerinin inançlarından kaynaklanan kadim mütevaziliğini ve hoşgörüsünü de bu arada, derleyici/yazara hatırlatmak belki faydalı olabilir.
Derleyici/yazarın makalelerinin tamamına hâkim olan bu kibirli üslube dair daha çok örnek vermek mümkün, ancak yazının zaten büyümüş olan hacmini daha fazla büyütmemek için bununla yetinmek gerekiyor
- Yazarın kullandığı yönteme dair
Bu bölümde yazarın konuyu inceleme yöntemi ele alınacaktır. Yazarın halkların ve ezilenlerin çıkarlarından yana bir düşünce yapısına sahip olmaması manipülasyoncu yöntemlerle konuyu ele almasına yol açmıştır.
O nedenle yazar, sorunları incelerken karmaşıklaştıran, bilinç bulanıklığı yaratan yöntemlerle konuya yaklaşmıştır. Halbuki Tarihe mal olmuş bir konu yazılırken, önce ilgili bilgiler araştırılır. Üretilmiş bilgiler güncellenir, yeni bilgilerin üretilmesine çalışılır. Ortaya çıkan sonuçlarla ya mevcut tezler güçlendirilir veya eleştirilerek yeni tezler geliştirilir. Lakin yazar, bu yöntemi izlememiş, bu kurala uymamıştır. Yazarın kullandığı gerçeği gizleyen yöntemler tek tek ele alındığında yapılan manipülasyonun ölçüsü ve sonuçları daha iyi anlaşılacaktır.
- Yapılanları yok sayma, görmezden gelme veya itibarsızlaştırma
Yazar, ilk olarak kendisinin yazdığı ve milat olarak belirlediği üç- beş makaleden önce yazılanları ve yapılmış olan çalışmaları gizlemek, görünmez kılmak ve değersizleştirmekle işe başlamıştır. Bunun için kendisinin makalelerinden önce yazılanları, s. 15’de “önceki saygın çalışmalar” diye sahte bir tevazuu ile sözde onurlandırmış gibi davranmıştır. Ancak cümledeki “saygın” sözcüğünün cazibesini kullanarak söz konusu çalışmaları, illüzyonist bir hamleyle, okuyucunun bilincinden yok etmeye çalışmıştır. Böylece yazar, Maraş soykırımı konusundan bugüne kadar işe yarar, anlamlı ve değerli hiçbir şeyin yapılmadığı iddiasını ve bütün bilinenleri yok sayan “reddiyeci” tutumunu ortaya koymuş, okuyucuyu da buna ikna etmeye çalışmıştır.
Devamında yazar Maraş soykırımının “öncesi ve sonrasına” dair yapılanların hiç birisinin doğru ve yeterli olmadığını ileri sürmektedir. Yazar bu sözde iddialarıyla, makalelerinden önce yapılan ve kamuoyunun hafızasın da silinemeyecek olan bilgilere dair anlamlı bir eleştiri yapamadığı halde, onların yanlış, sorunlu vs olduğunu ileri sürmüştür. Böylece Maraş soykırımı konusunda ortaya çıkartılmış ve var olan bilgileri, bol bol laf cambazlığı yaparak, kirletmeye, itibarsızlaştırmaya, hiçleştirmeye çalışmıştır. Ayrıca bu yolla yazar, yapamayacağının farkında olsa bile, okuyucuya ve kamuoyuna, Maraş soykırımına dair hiçbir şey yapılmadığına inanmaları ve gerçekleri unutmaları için tam bir “hafıza kırımı” yaşamalarını dayatmıştır.
Halbuki yazarın iddiasının tersine Maraş soykırımı hakkından başta Alevi kurumları ve Maraşlı demokratik kurumlar olmak üzere bütün demokratik kamuoyu, devrimci kurumlar, yurtsever Kürt siyasal yapısı, zorluklarla boğuşa boğuşa yoğun bir çalışma yürütmüşlerdir. Her yıl dönümünden devletin şiddet gücüyle çatışarak, bütün engellerle mücadele ederek Maraş’a girmişler, katliamı Maraş’ın merkezinden protesto etmişlerdir. Maraş’a giremedikleri her yıl ise 46 yıldır on binlerce eylem ve etkinlik yapmışlar, basite alınmayacak bir eylem ve tecrübe külliyatı oluşturmuşlardır. Yapılan genel etkinliklerin yanından, ayrıca Brüksel AB Parlamentosu’ndan, Avrupalı parlamenterlerinin de katıldığı sempozyum yapılmış, AB’nin başkenti kabul edilen Strasburg’dan ve Cenevre/BM’den aynı şekilde uluslararası etkinlikler yapılarak, Maraş soykırımı, uluslararası kurumlara taşınmıştır.
Takriben 10’larca belgesel çekilmiş, tiyatrolar oynanmış, 20’yı aşkın kitap ve yüzlerce makale yazılmıştır. İnsanlar bu etkinlikleri ve aktiviteleri yaparlarken, göz altına alınmışlar, cezaevine konmuşlar, sayısız bedeller ödemek zorunda kalmışlardır.
Tam burada derleyici/yazarın geliştirdiği başka bir illüzyona da dikkat çekmek gerekiyor. Derleyici/yazar, yazdıklarının “eski yapılanları yok sayma değil, tamamlama olduğunun” ima eden ifadeler de kullanmıştır. Bu söylem yazarın hezeyanlarına meşruiyet kazandırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü gerçekten yazarın yeni olduğunu söylediği hiçbir şey, yeni değildir, katliama dair eksik, yanlış ve yetersiz olan bir boyutun tamamlanmasına hizmet etmemektedir.
Ayrıca bir konuda yapılanların yetersizliğine dikkat çekmek, daha fazlasının yapılmasını önermek, başka bir şeydir, bunca yıldır yapılanların yok sayılması başka bir şeydir. Elbette Maraş soykırımı hakkından daha etkili, daha yaygın ve daha sonuç almaya odaklı çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Ancak ne yazık ki faşist Türk devletinin uyguladığı baskılardan dolayı, Türkiye ve Kürdistan’da yaşanmış bütün diğer katliamlar ve soykırımlar için de yapılması gereken birçok faaliyet yapılamamaktadır. Kaldı ki katliamlara, kıyımlara ve soykırımlara karşı bugün yapılanlar hiç de az değildir.
Yine de Maraş soykırımına dair daha fazlasının yapılmasını istemek adına, başta Alevi kurumları olmak üzere tüm demokratik devrimci, yurtsever kurum ve çevrelerin ve bireylerin, bunca faaliyetinin, harcanan bunca emeğinin ve fedakarlıklarının küçümsenmesi, yok sayılması, her şeyin kendisiyle başlatılması ne gerçeğin ifadesidir ne de katliam karşıtlığıdır. Bu durum iyi niyetli bir yaklaşım olarak da görülemez. Katliamlara ve soykırımlara karşı toplumda oluşmuş olan hafızanın silinmesini istemek, bunun için çabalamak, sadece katliamcı soykırımcı sistemin işine yarar.
Yazar belirlediği kimsenin bilmediği Maraş soykırımını “anlatma/öğretme” görevine “Maraş katliamı nasıl anlaşılmalıdır?” diye bir soruyu ara başlık yaparak devam etmiştir.
Ara başlıktan da görüldüğü gibi, okuyucuyu ilk okul öğrencisi gibi görmüş ve dikte edici bir yöntemle konuya yaklaşmıştır. Bu problemli yaklaşımı belirtip geçelim. Bu cümle Maraş soykırımının arada geçen yaklaşık 50 yıl boyunca yazardan başka hiç kimse tarafından anlaşılamadığını veya yanlış anlaşıldığını içermektedir. Bu eksikliği veya yanlışlığı gidermek için de yazar, Maraş soykırımının nasıl anlaşılacağını gösterecektir. Halbuki derleyici/yazar ilgili başlık altında Maraş soykırımının nasıl anlaşılacağına dair özgün, yeni herhangi bir bilgi verememekte, herhangi bir eksikliği gidermemektedir.
Öte yanda demokratik mücadele güçleri, soykırıma karşı mücadelesini büyütecek düzeyde Maraş soykırımını anlamışlardır. Belki derleyici/yazar anlamamış olabilir, fakat başta Aleviler olmak üzere demokrasi güçleri bu soykırımının temel noktalarını bir Ermeninin, bir Kürt’ün soykırımı bildiği kadar biliyorlar.
Maraş soykırımı, Türk devletinin yaptığı politik bir toplu insan kıyımıdır. Bu soykırımla ilgili yapılanlar yazara az görünebilir. Ancak katliamlarla ve soykırımlarla hesaplaşmak, yazarın sandığı gibi, kimsenin bir biçimde yapamadığı veya yapmadığı ama kendisinin yapacağı ve ne olduğunu sadece yazarın bildiği bazı “yapılamamışlarla” sağlanmıyor. Bu soykırımla gerçek anlamda hesaplaşabilmek, bugün yapılan ve yazarın küçümsediği, yok saydığı bu faaliyetlerle sağlanacaktır. Gerçek hesaplaşmanın yaşanacağı o büyük güne bugün yapılan bu etkinliklerle varılacaktır. Ermeniler, yüz yıl boyunca belki hiç kimsenin duymadığı etkinlikler yaparak bu sonucu elde etmişlerdir. Dolayısıyla soykırımlara karşı mücadeleden daha etkili ve sonuç alıcı faaliyetler geliştirmek politik gelişmelere, güce ve örgütlülüğe bağlıdır. Çünkü dünya da ve Türkiye’de katliamlarla ve soykırımlarla hesaplaşmak örgütlü politik bir mücadele sorunudur. Bu realiteler göz önüne alındığından Alevilerin, Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin yaptıklarının anlamı daha net görülecek ve yapılanların değeri bilinecektir.
Fakat görüldüğü gibi yazara göre demokratik Alevi hareketi ve demokratik kamuoyu, siyasetçiler, aydınlar, bunca birikime, aradan geçen bunca zamana rağmen işe yarar bir iş yapmamış, yapamamışlardır. Yazar da bu yapılmamış olan işleri yapmak için kolları sıvamış, harekete geçmiştir. Bu durumda “iyi ki yazar doğmuş, iyi ki FETÖ kontenjanında AKP Milletvekili Osman Can ile yolları ayrılmış ve iyi ki bizim derdimize el atmış, sağ olsun” diyesi geliyor insanın.
- Geliştirilen hayali iddiaları çürüterek güçlülük görüntüsü vermek
Derleyici/Yazarın kullandığı yöntemlerden birisi de muhatabı net olarak belirtmeyen “hayali iddialar” geliştirmek, sonrada bunları sözde çürüten büyük kahraman olarak okurdan alkış beklemektir.
Yazarın muhatabını belirlemediği bu sözde eleştiriler, devrimci- demokratik kurumları ilgilendirdiği için bu kurumlar da eleştirilmiş olmaktadır. Böylece bu yöntemle yazar, “bir taşla üç kuş vurmaya” çalışmıştır. Hem yanlış iddiadan bulunuyor hem iddia sahibini net olarak ortaya koymuyor, şaibe yaratıyor, hem de sözde Maraş soykırımı hakkında yanlış yaptıkları ve eksik kaldıkları için devrimci demokratik kurumları, iradesiz, inisiyatifsiz özneler gibi göstermeye çalışıyor. Ayrıca bu şekilde yazar, okurun bilincinden kendi tezleri lehine bir etki yaratmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşımın dayanağı keyfiyetçiliktir. Gerçeği kendi ihtiyacına göre eğip bükmek, sonra da ortaya çıkan “ucubeyi” hedef tahtası yaparak eleştirmek, kalıcı ve çözümleyici sonuçlara götürmez.
Bu konuda çok sayıda örnek vermek mümkündür. İlk olarak şu iddia ile başlanabilir.
Yazar, s. 40’da “Eğer Maraş katliamı bir çılgınlık, bir anomali bir “kaza” olarak görülürse ve sadece “kötülükle görevli” olanların bir vahşeti gibi sunulursa ne sorunu anlamış oluruz ne de çözümünün imkânlarını geliştirmiş oluruz.” dedikten sonra devamla, katliamın s. 40’da “vahşilerin eseri” olarak görülmemesinden söz etmektedir.
Yazar Sayfa- 188’de katliamın yarattığı “acı sürecin hatırlanmasına” sıcak bakmadığını ifade etmekte, “Her vahşet anlatımı vahşetin olağanlığını, sıradanlığını görünmez hale getirmektedir” diyerek görüşünü teorize etmeye çalışmaktadır. Yazar s. 236- 237 da “katliam sadece hüzün ve vahşet nedeniyle hatırlanırsa” diyerek, katliamı bu şekilde hatırlayanlardan söz etmektedir.
Kısacası yazar klişeleşmiş “acılar üzerinde politika yapmamak gerektiği” tavsiyesini tekrarlamaktadır.
Aleviler, Kürtler ve bilcümle ezilenler bu cümleye yabancı değillerdir. Bu cümleden dile getirilmek istenen ifadenin en özlü halini devlet erkanında çok sık duyarız. Muktedirler bize hep şöyle derler, “acıları her zaman dilendirmeyelim, olan olmuştur, acıları deşmeyelim” vs. türden cümlelerle, yapılanı unutmamızı isterler. Tabii beraberinden şirinlik olsun diye kardeşlikten Alevileri ve Kürtleri çok sevdiklerinden söz etmeyi de ihmal etmezler. Oysa ki doğru olan vahşeti unutmak değil, bu acıların hesabı görülene kadar bu acıları hep hatırlamak, hiç unutmamaktır.
Şimdi sormak gerekiyor, Maraş katliamını “çılgınlık, anomali veya kaza” olarak düşünen kim veya kimlerdir? Önceki katliam çalışmalarının hangisinde Maraş katliamı sadece belirli bir an’ın yıkıcılığı ve vahşeti üzerinde anlatılmış ve kim yapmış bunu? Ne yazık ki bu soruların cevabı olabilecek hiçbir ibare yok.
Ayrıca bunca yıl içinde bir tek insanın buna benzer tanımlamalar yaptığı görülmemiştir. Yazar ya bunların kim olduklarını ifşa etmeli veya böyle hayali iddiaları çürüten sahte kahraman rollerine girmemelidir. Yoksa bu durumda, hiç tereddüt etmeden yazar yalan söylüyor demek en azında okura ve gerçeğe duyulan saygının gereğidir.
On yıllardır değişik yerlerden, değişik zamanlardan ve mekânlarda sayısız insanlar, Maraş katliamını protesto eden etkinlikler yaptılar, bunlara katıldılar, soykırım üzerine konuştular, yazdılar. Bu insanların hepsi de katliamın vahşetini anlatmışlardır. Ama aynı zamanda katliamın “vahşilerin” değil, devletin eseri olduğunu da ısrarla, kararlılıkla ifade etmişlerdir. Tutarlı katliam karşıtlarının hiç birisinin Maraş soykırımını sadece “vahşet üzerinde anlaması ve anlatması” ya da soykırımın “vahşilerin eseri” olduğunu ileri sürmesi söz konusu değildir. Özel olarak bunu yapan birileri varsa ona yönelik eleştiriler daha somut olarak yapılabilir. Değilse böyle “ortaya,” herkesi töhmet altında bırakan bir tarzla eleştiri geliştirmek doğru değildir. Ancak yazar, hayali düşmanlara karşı kılıç sallamayı tarz olarak kullanmaktadır. Bu masum ve yapıcı bir eleştiri değildir.
Öte yandan eğer yazarın düşündüğü gibi vahşeti anlatmamak doğru olsaydı on binlerce yıldır insanlık, yaşadığı acıları, trajedileri dilden dile anlatarak destanlaştırmaz, bugünlere taşımazdı. Eğer öyle olsaydı, faşizmin zorbalıklarını anlatan binlerce eser üretilmezdi. Katliamın, soykırımın, vahşetin anlatılması, katliam gerçeğinin anlaşılmasını sağlayan en önemli, etkili ve en somut yöntemdir ve insanlar o nedenle bu yöntemle acılarını aktarmaktadırlar.
Ayrıca yaşananların insanlığın hafızasına kazınması için söz konusu vahşet anlatılıyor. Üstelik anlatılanlar gerçeklerdir ve bu gerçekler neden anlatılmayacakmış? Yazarın iddia ettiği gibi vahşetin anlatılması vahşete meşruiyet kazandırmaz, vahşeti olağanlaştırmaz.
Pekâlâ vahşeti mahkûm ederek de yaşanan kötülükler anlatılabilir. Katliamların soykırımların yaşanmaması için, mücadele azmini ve kararlılığını büyütmek için de katliamlar anlatılabilir. Maraş soykırımını anlatan bütün insanlarında bu amaçla anlattıklarından yüzde yüz emin olmak gerekiyor.
Mağdur bir topluluğun acılarının anlatılmasının bu şekilde yadırganması, baskılanması, katliamın unutturulmasını isteyenlerin işine yarar. Katliamları yaşayanlar, acılarını her yöntemle, her araçla beraberin de çözümleriyle, direnişleriyle anlatacaklar. Daha yaygın, daha farklı boyutlarıyla anlatmalıdırlar. Çünkü acılarından zafer üretmek zorunda olanlar, öfkelerini büyütmeye mahkûm ve mecbur olanlar, acılarını anmaktan/anlatmaktan rahatsız olmazlar. Acıların anlatılmasından rahatsız olanlar, yeni “toplu insan kıyımları” yapmaktan vazgeçmeyen ve “bunu niye kaşıyorsunuz” “olmuş bitmiş” “bunları tekrar gündeme getirmeyelim” diyerek yapılanların üstünü örtmek isteyenlerdir. Veya toplumsal mücadelenin dışından, hariçten gazel okuyarak malumatfuruşluk yapanlardır. Katliamların acıları yüreklerinden hissetmeyenler ve soykırımcı sistemi ortadan kaldırmak için ellerini taşın altına koymayan/koyamayanlar, bu acıların hatırlanmasından memnun olmayabilirler.
Yazarın benzer mesnetsiz, muhatapsız bir iddiası da şudur. “..Maraş katliamı bir anlık, gündelik bir şiddet serisi değildir. Üç beş çapulcunun yaptığı bir vahşette değildir.” s. 256
Yine kimin maraş soykırımını anlık, gündelik bir şiddet serisi ve üç beş çapulcunun marifeti olarak anlatmış? Yazar, neden bir soykırımı bu şekilde anlatarak katliamcılara karşı mücadeleye zarar veren, sorumsuz ve ciddiyetsiz kişiyi deşifre etmiyor, neden kim veya kimler olduğunu söylemiyor? Yazar sakın şöyle bir hileye başvurarak, “bunları söyleyenler sıradan insanlardır” diye yaptığı yanlışlıktan kaçmaya çalışmasın.
Yazarın gerçekte olmayan bir konuyu eleştirerek kendisine güç üretmesinin bir çok örneğinden birisi de şudur.
“Ökkeş Kenger suçlu muydu değil miydi sorusu neredeyse merkezi önemde bir soruydu. … bizim açımızda Ökkeş Kenger sorusu esaslı bir soru değildir. ” s. 25 diyor, yazar. Ayrıca yazar, bir başka yerde. s.43’de “merkezinde Ökkeş Kenger’in olduğu bir örgüt kapsamı da çıkarılmış” diyor. Bir başka yerde yazar, “Her şeyden önce Ökkeş Kenger gibi bir figürü merkeze almanın..” s. 238 diyerek Ökkeş Kenger’in Maraş soykırımı sorununda merkeze alındığını iddia ediyor.
Önce bir yanlış bilgiyi düzeltmek gerekiyor. Maraş katliamı davasında Ökkeş Kenger’in merkezinde olduğu bir örgüt söz konusu olmamıştır. Müdahil avukatlar, ısrarla MHP’nin ve ÜGD’nin yargılanmasını talep etmişlerdir. Doğrusu bu faşist kurumların yargılanmasını gerektiren çok fazla kanıt olmasına rağmen bu yargılama yapılamamıştır. Yazar özen gösterme zahmetine girmediği için teyit etmeye gerek görmeden aklına geleni yazmıştır.
Yazarın hepsi hayali olan iddialarına bakalım. Yazar manipülatif iddialarla kalmıyor bilinen tahakkümcü üslubuyla “bizim açımızda Ökkeş Kenger sorusu esaslı bir soru değildir.” diyerek bir de ahkam kesiyor.
Hemen ve iddialı olarak belirtelim, Maraş soykırımı hakkında yazan, konuşan, değerlendirme yapan hiçbir demokratik Alevi kurumu, hiçbir devrimci demokratik yurtsever kurum ve çevre, hiçbir aydın, siyasetçi ve akademisyen Maraş soykırımını Ökkeş Kenger merkezli olarak anlatmamıştır. Ökkeş Kenger’in esaslı bir unsur olduğunu hiçbir katliam karşıtı söylememiştir.
Katliamcılar dışında kamuoyunun çok büyük bölümü, gerçeği özel bir anlatım olmasa da bizzat tecrübelerinden hareketle çok iyi bilmektedir. Yazarın kişisel tarihinde olmayabilir ama bu topraklarda yaşayan Alevilerin, Kürtlerin, ezilenlerin ve bilcümle demokrasi güçlerinin her bireyi, kişisel yaşamında birden çok katliam ve soykırım saldırı yaşamıştır. O nedenle demokratik kamuoyu bir soykırım bir katliamın devletten ayrı yapılamayacağını çok iyi bilirler. Dolayısıyla katliam karşıtları Maraş soykırımını Ökkeş Kenger’in marifetleri üzerinde açıklamaya çalışmamıştır.
Ökkeş Kenger, soykırımın tartışılmaya başlandığı ilk dönemlerde bu tartışmalara katılabilmiştir. Ancak Alevi ve demokratik kamuoyunun duyarlılığından ve soykırımla ilgili bilgilerin kamuoyuna taşınmasından sonra Ökkeş Kenger, devlet organizasyonları veya devlet destekli ortamlar dışında, herhangi bir platformda görünememiştir.
Tekrar sormak gerekiyor kim Maraş soykırımını sadece Ökkeş Kenger üzerinde anlatmış? Yazarın kendisinden başka böyle bir iddiadan bulunan varsa onu yazması gerekir.
Ökkeş Kenger’in Maraş soykırımında bir paramiliter katil olduğu görüşü, Maraş katliamına karşı mücadele eden bütün toplumsal kesimlerin görüşüdür ve bu belirleme bundan 15 yıl önce yapılmıştır. “Maraş katliamının Ökkeş Kenger üzerinden tartışılması gerçeklerin ortaya çıkmasına hizmet etmemektedir. Çünkü Ökkeş Kenger, Maraş katliamının üçüncü beşinci sınıf bir figüranı olmanın dışında bir özelliğe sahip değildir. Ne katliamın planlayıcısıdır ne planın işleticisidir. Bütün özelliği illegal güçlerin kullandığı yüzlerce figürden birisi olmasıdır.” Maraş Kıyımı 456- 457
Sayın derleyici/yazar, yeni sandığı her şeyin yeni olmadığını, kendisinin yeni öğrendiğini gözden uzak tutmamalıdır.
Ayrıca Ökkeş Kenger’in hiç de masum olmadığını unutmamak gerekiyor. Ökkeş Kenger, eli kanlı bir katliamcıdır. Çiçek sinemasına bomba attığını itiraf etmiştir. Ayrıca Mağaralı Mahallesi’nde polis memuru Mustafa Poyraz’ı katliamda yer almadığı için yaralamaktan yargılanmıştır. Ayrıca serbest bırakılması, özel bir düzenlemeyle, dönemin Hergün Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni, MİT ve CİA ajanı Enver Altaylı’nın özel bir düzenlemesiyle sağlanmıştır.
Yazar, s. 252’de “Klişeler ve rutinlere başvurma rahatlığı” içinde konuya yaklaşıldığını iddia eden yine kibirli bir cümle kurabilmektedir.
Ama iddianın muhatabının kim olduğu yine belli değil. Kimdir bu “Klişelere ve rutinlere başvurma rahatlığı”nda olanlar? Katliama karşı mücadeleyi değil de “rahatlığını” düşünen duyarsız Maraşlı, duyarsız Türk- Kürt Alevi, demokrat- devrimci var mı gerçekten? Türkiye’de, Kürdistan’da ve dünyanın her tarafında, 46 yıldır her yıl mutlaka bir şeyler yapan Türk- Kürt Alevi toplumu, devrimci- demokratik güçler, kurum yöneticileri, aktivistler, yazarlar, sanatçılar, yasaklara ve engellere meydan okuyarak Maraş’a gidenler, gitmeye çalışanlar, “Klişelere ve rutinlere başvurma rahatlığı” için mi bunca çabayı sarf etmektedirler? Bu soruların cevapları yok. Çünkü yazar, ayakları yere basmayan bu tür iddialarla illüzyon yapmaya çalışıyor. Dolayısıyla eleştirilerinin muhatabını belirlemeyerek kolayca kaçabilmek için açık kapı bırakmaktadır.
- 253’te “Geleneğin kendisini idame ettiği o sığ politik analizlerin geleneğin yüzüne çarpılmasını,…” isterken de yazar, aynı küçümsemeyle, aynı aşağılama yoluna başvurmakta ve yine aynı şekilde eleştirisinin muhatabını belirtmemektedir. Söz konusu “gelenek” hangi gelenek” ve “sığ politik analizleri” yapanlar kimler? Kimin yüzüne neyi çarpıyor, yazar? Katliamcı ve soykırımcı sistemin sahiplerinin yüzüne hiçbir şey çarpamayan, onlara karşı fazlasıyla saygılı davranan yazar, kendince yetersiz bulduğu katliam karşıtlarına karşı fazla celalleniyor.
Yazar, Maraş soykırımını “Türkiye solunun merkezi unsurları ise genellikle bir “ayaklanma” ve bir “kalkışma” olarak anlamayı önermektedirler” s. 27. Hangi Türkiye solunun merkezi unsurları, Maraş soykırımını ayaklanma veya kalkışma olarak belirlemiştir, bu sorunun da açık ve net bir cevabı yok. Ama devam eden anlatımlarından yazarın CHP’yi kast ettiği düşünülebilir, ancak bu da net değildir. Yazar, Türkiye solunun merkezi unsurlarından olarak CHP’yi kast ediyorsa, CHP ne zamandan beri sol oldu, diye sorarlar. Türkiye halklarının CHP’nin solcu olmadığına dair uzun yıllardan beri oluşmuş net bir görüşü vardır. Gerçek böyle olmasına rağmen bu ifadeyi yazan birisinin, sosyal ve siyasal dünyadan bihaber olması gerekir. Ama yazar CHP’yi solcu olarak görüyorsa orası da onun bileceği bir iş. Ama Türkiye ve Kürdistan’da kimse ne CHP’nin solculuğunu düşünüyor ne de Maraş katliamını “ayaklanma” veya “kalkışma” olarak değerlendiriyor.
Ayrıca yazarın “Türkiye solunun merkezi unsurları” olarak kimi kastederse etsin bu ifadeleriyle her hâlükârda sola karşı güveni sarsan bir ifade kullandığını ve gerçekten devrimcilerin bunu kabul etmeyeceklerini bilmesi gerekiyor
Yazar, s. 240’da bir diğer hayali iddiasıyla “Maraş katliamı bir komplo mudur?” diye soruyor, sanki birileri böyle bir iddiadan bulunmuş gibi bir yanılsama yaratarak. Ve tabii ki kimin böyle bir iddiada bulunduğunu belirtmiyor, belirtemiyor. Sonra da bu iddianın bilinmeyen, hayali “sahiplerini” eleştirerek kendince bir yanlışı düzeltmiş olmanın “öğretici huzurunu” yaşıyor.
Gerçek şu ki Alevi ve devrimci- demokratik kamuoyundan Maraş soykırımının komplo olduğunu düşünen aklı başında hiç, ama hiç kimse yoktur. Bu topraklarda bunca yaşanmışlıktan sonra Aleviler de Kürtler de devrimci-yurtsever demokrat güçler de, Maraş’ta Türk devletinin eliyle bir soykırım yapıldığını biliyorlar ve bu konuda kafaları çok nettir.
- 207’de yazar, Maraş soykırımını, “ve sonuçlarını bazı kişi ve grupların sadece üç-dört günlük cinayetleri olarak anlamak oldukça sorunludur” demekte ayrıca sayfa 255’de“Maraş’ta işlenen suçların cumhuriyetin geleneksel suç politikasında beyan edildiği gibi üzere aşağıdaki “üç beş çapulcunun” eylemi olarak görmek suçun politik anlamını ve sonuçlarını göz önüne almamak anlamına gelecektir” diyerek okuru sözde uyarmakta, yol göstermektedir.
Peki, kim veya kimler Maraş soykırımını, sadece “bazı kişi ve grupların” veya “üç beş çapulcunun” “birkaç günlük cinayetleri” olarak tanımlamıştır? Elbette yine bunun cevabı yok. Bu hedefi belli olmayan hayali iddiaların sorumlularını ve bunlara yönelik eleştirilerin muhataplarını öğrenebilsek ya. Yazar eleştirilerini boşluğa, hayalindeki “kötülere” değil, doğrudan belirlediği muhatabına yaparsa daha işlevsel olacaktır. Bunu yapamıyor, çünkü eleştiri diye yazdıklarının hiçbir karşılığının olmadığını çok iyi biliyor. Bütün yapmak istediği okurun gözünden “büyük yanlışları düzelten bir ‘en bilen’ olduğuna” dair algı oluşturmaktır.
Öte yanda yazar bilmiyor olabilir ama emin olsun ki hiçbir Alevi, demokrat ve devrimci, Maraş soykırımını böyle tanımlamamaktadır. Doğrusu soykırımcı/katliamcı devlet de devletin örgütlediği soykırımcılar ve katliamcılar da meseleyi böyle görmemişler, tam tersine Maraş soykırımını, her yönüyle sahiplenmişler, savunmuşlardır.
Son olarak yazarın geliştirdiği bu tür hayali iddialara bir başka örnek vererek bu faslı kapatmak doğru olacaktır. “Maraş’ta 1960’lara kadar sağ muhafazakarlık hakimdi” belirlemektedir. Bu cümlenin okurun güvenini kazanmak amacıyla, yazarın “tarihi ve derinlikli” analizlerinin işareti olarak ve özgün bir tespit gibi yazıldığı anlaşılmaktadır. Halbuki bu ifade olsa olsa yüzeyselliğin ortaya konulmasının örneği olabilir.
Söz konusu tarihte Türkiye ve Kürdistan’nın tamamında yani sadece Maraş’ta değil, her tarafta “sağ muhafazakârlık” egemendi. 1960 öncesinde “Maraş’ta sağ muhafazakarlık egemendi” de İstanbul da demokrasi mi vardı, ya da Karadeniz illerinde liberalizm veya sosyalizm mi egemendi? Dolayısıyla Maraş için 1960 öncesinde “sağ muhafazakarlık” egemendi diye bir tespit yapmak, bu tespitten hareketle Maraş’a “don biçmek” bir orijinallik değil, malumatfuruşluktur, yanlıştır.
Görüldüğü gibi yazarın yazdığı metinlerin çok büyük bir bölümü bu türden hayali iddialarla doldurulmuştur. Amaç sorunu çözmek olmayınca ve bunun gerektirdiği emek ve çaba ortaya konmayınca bunların yapılması mümkün olabilmektedir.
En önemlisi yazar, ne yapacağını veya neyin eksik ve yanlış yapıldığını anlatan ve sonuç alıcı olabilecek herhangi bir öneriden de bulunmamaktadır. Buna rağmen yazar, sanki elinde sihirli bir değnek varmış ve kendisinin söyledikleri yapıldığı, yazdığı “reçetelere” uyulduğu taktirde her şey yoluna girecek, katliamcılardan hesap sorulacakmış gibi yaklaşmaktadır. Bu yaklaşım devleti tanımayan, katliamı ve soykırımcı sistemi anlamayan apolitik bir yaklaşımdır. Sadece kendi geliştirdiği hayali tezlerle kafa karıştırmakta ve katliam hakkında var olan bilgileri, güvenilmez kılmaya, kirletmeye çalışmaktadır. Halbuki başkalarının görüşlerini eleştirmekle insan kendi görüşlerini doğrulayamaz.
Ayrıca ve daha önemlisi, yukarıda belirtildiği gibi, Maraş’tan yapılan soykırımın, bugünden yarına yapılacak bir eylemle, hesabının sorulabileceğini sanmak, bunu ileri sürmek, büyük bir gaflettir, yanıltıcı bir tutumdur. BM’in kabul ettiği Ermeni soykırımını bile reddeden bir Türk devlet gerçeği bulunmaktadır. Dolayısıyla Maraş soykırımıyla ilgili sonuç alıcı gelişmeler yaratabilmek uzun soluklu, kararlı ve ısrarlı bir mücadele sorunudur. Umulur ki yazar da bu gerçeği anlayacaktır.
Buraya kadar ortaya koyduğu hayali iddialar göstermektedir ki yazar, “yel değirmenlerine karşı savaşmayı” katliamların acılarını hiç unutmamış olan ezilenlere, Alevilere, Kürtlere ve devrimcilere, katliam karşıtlığı olarak kabul ettirmeye çalışmaktadır.
- Sözde “yeni fikirler” diyerek manipülasyon yapma
Yazar, Maraş soykırımı hakkında genel kabulleri, “geleneksel” tanımlamasıyla olumsuzlayarak yok saymaya, onları çöpe atmaya çalışmıştır. Sonra da “yeni” kılıfıyla kendi görüşlerini ortaya koymaya başlamıştır.
Katliamın niteliği, kim tarafından yapıldığı, neden yapıldığı konularında ileri sürdürdüğü sözde iddiaları ve yaptığı çarpıtmaları yeni diye sunmaya çalışmıştır. Buna rağmen derleyici/yazarın makalelerinden; ne yeni, farklı ve özgün bilgilerin ve verilerin varlığı söz konusudur, ne de yazarın iddialarının “büyüklüğüne” denk, özgün tezler ve bu tezlerin ispatını sağlayacak argümanlar bulunmaktadır. Tam tersine yazarın kendisi tarafından üretilmiş bir tek yeni bilgi göstermek mümkün değildir. Yazarın “yeni” diye yaptığı, kendisinden önce başkalarının ürettiği bilgileri ve bilinen tezleri, hiçbir referans verme zahmetinde bulunmadan kullanmak olmuştur. Ancak söz konusu tezleri deforme ederek, abartarak, açığa çıkmış veya çıkartılmış olan gerçekler karartılmaya, ters yüz edilmeye ve bu zararlı faaliyetler, manipülatif yaklaşımlarla “yeni” diye sunulmaya çalışılmıştır. Yazar verilerin ve olgunun objektifliğini görmezden gelmiş, sübjektif bir yaklaşımla ve “bir en bilenin rahatlığıyla”, “en büyük ve en doğru” olduğunu iddia ettiği fantezilerinin Maraş soykırımının gerçekleri olarak kabul edilmesini dayatmıştır.
Yazar katliama dair her şeyi “yeniden düşünmek” isteyebilir. 46 yıl boyunca yapılanları, eksik ve yetersiz bulabilir. Ancak bu yaklaşım, kendisinden önce yapılanları inkâr etmeyi, gerektirmez. Ayrıca bütün kibirli tavrına rağmen gerçekleri bir çırpıdan silip atmaya gücü yetmeyecektir. Bu yaklaşım sosyolojik, ideolojik ve politik olarak kabul edilemez.
- Yargısız infaz
Yazarın kullandığı yöntemlerin bir diğeri de “yargısız infaz” yapmak olmuştur. Yazar soykırım esnasından Maraş’ta bulunan diğer devrimci grupların hiç birisinin görüşlerini almadan onların direnişte bulunmadıklarına kani olmuş ve hükmünü bu yönde vermiştir. Sonrada bu ön kabulü veri olarak almış ve bu veri üzerinde iddialar geliştirmiştir. Diğer devrimci grupların direnişte bulunmadıklarını ve dolasıyla onların gördükleri işkenceyi yok saymıştır.
Üstelik kitapta makaleleri bulunan ve Maraş soykırımına karşı varlıklarını ortaya koyan direnişçilerin, yazar gibi düşünmedikleri yazdıklarından görülmektedir. Soykırım esnasında söz konusu devrimci direnişçiler, yazarın aksine, diğer devrimci grupların ve halktan insanların direnişte yer aldıklarına dair açık ifadelerden bulunmuşlardır, çünkü gerçek böyleydi. Buna rağmen, yazar diğer devrimci grupların ve halkın direnişinden söz etmemeye özellikle dikkat etmiştir. Önyargılarını gerçeğin yerine ikame etmek isteyen yazarın böyle davranmasının basit bir ihmal olmadığı açıktır.
- Bir polemik yöntemi olarak demagoji ve illüzyon
Yazar konuyla ilgili olarak geliştirdiği gerçek dışı sözde iddia ve değerlendirmeleri etkili kılabilmek için demagoji ve illüzyon gibi yöntemlere başvurmuştur. Demagoji, gerçeği anlaşılmaz kılmak için bol bol laf üretmek, çok ve süslü cümleler kurmak, ama hiçbir şey anlatmamak, yani amiyane tabirle laf kalabalığı yapmaktır. İllüzyon ise gerçeği, somut gerçeği, “el çabukluğu marifetiyle” görünmez kılmaya çalışmaktır. Bu anlamda yazarın, polemikçi bir tarz geliştirmek istediği de anlaşılmaktadır.
Belirtilen yöntemler, toplumsal sorumluluk taşımayanların, herhangi bir şey kaybetmedikleri, ancak bir biçimden kendilerinden söz ettirdikleri en uygun ve en çok kullanılan yöntemlerdir. Yazar, mesnetsiz iddia ve söylemlerinin açığa çıkabileceği ihtimalini de hesaba katarak, karşılaşacağı sorunları aşabilmek için “kaçak güreşmek” yöntemini de hep el altında tutmuştur.
Bu yöntemler, son tahlilde kelime oyunu yapmayı gerektiriyor ve yazar bu işi yaparak yol almaya çalışmıştır. Özetle yazar tam ve sistemli olarak kafa karıştırmayı marifet saymış, bütün imkân ve yeteneğini bunun için kullanmış, sözde “yeni dediği” iddia ve argümanlarını bu amaçla geliştirmiştir.
Bütün bu düzenlemelerden bakarak, yazarın Maraş soykırımı hakkında yazdığı makalelerin “yeni” kılıfıyla süslenmiş laf kalabalığının, demagojik ve illüzyonist yöntemlerle sunulmasından ibarettir. Bunu ileri sürmek, değerli okuru temin ederim ki, yanlış veya abartı olmayacaktır.
Okuyucu basit bir denemeyle bu gerçeği, yani yazarın bu konulardaki marifetini çok kolayca tespit edebilir. Yazarın makalelerinden herhangi birisini veya makalenin bir kısmını okusun, bitirsin ve kitabı kapatarak “yazar bu makalede ne demişti” diye bir saniye düşünsün. Aklında demagojiden ve çarpıtmalardan başka hiçbir şeyin veya ikna edici olan hiçbir şeyin kalmadığını rahatça fark edecektir.
….
- Yazarın düşünce sistematiğine dair
Üslubunun ve yönteminin sorunlu olması, yazarın, zihniyetinden/ideolojik düşünüş tarzından kaynaklanmaktadır. Yazar, zaten kendisinin “liberal solcu” olduğunu belirterek bu sorunlu konumunu ortaya koymuştur.
Yazarın liberalizme sol kavramını eklemesi, sol’un itibarından yararlanmak ve kitlelerin gözüne hoş görünmek isteyen bütün liberallerin yaptığı bir kelime oyunudur. Burjuvazinin kendi hegemonyasını sürdürmek amacıyla, yazarın da kendi gerçekliğini şirin ve kabul edilebilir göstermek için bu kavramı kullandığı anlaşılmaktadır.
Buradan bakıldığında yazarın devlet, soykırım, katliam, halk, katliamcı/soykırımcı mekanizma, paramiliter yapı, devrimciler, solcular, ırkçılık, faşizm, gericilik, demokrasi ve devrim gibi olgu ve kavramlar konusunda radikal/demokrat bir çizgide durmadığı çok açıktır.
Öte yanda yazarın ilgi duyduğu ve özel bir akademik kariyer yaptığı “Türkçülük, Milliyetçilik ve Ülkücülük” konusunun da yazarın düşünce sistematiğini ciddi anlamda etkilediği görülmektedir. Kendisinin tersini ileri sürmesi bu gerçeği gölgelemek amacıyladır, gerçekliği değiştirmemektedir.
Yazarın gençliğinden solculukla tanıştığı, mesleki hayatını FETÖ’cülarla ve AKP’lilerle teşrik-i mesai içinde geçirdiği, bu durumda yazarın çok renkli bir sosyo- politik kimliğinin olduğu daha önce belirtilmiştir. Bu konuda anlattıkları ve yazdıkları bir bütünlük içinde değerlendirildiğinde, yazarın çeşitlilik gösteren düşünce dünyasının, burjuva liberalizmi ile Türkçülükle, FETÖ’cü İslam’la, solculuğun harmanlanmasında oluştuğu anlaşılmaktadır. Yazarın bu bakış açısıyla Maraş soykırımına ilişkin sözde geliştirdiği “yeni” görüşlerini tartışacağız.
- Katliamcı devleti ve katliamcıları birbirinden kopartmak, kavramları muğlaklaştırmak, çarpıtmak
Burjuva liberalizminin karanlığı yazarın kurduğu her cümleye sinmiştir.
- 215- 226’te bulunan “Ülkücülük, Türkçülük, Milliyetçilik ve İslam” konularının işlendiği makaleler yazarın, son tahlilde Maraş soykırımının gerçeklerinin üstünü örten, anti- demokratik, liberal düşünce dünyasını, fikri gerçekliğini, çok net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Yazar makalelerinde Türk devletini ve devletin ideolojik dayanakları olan “ülkücülük, milliyetçilik, Türkçülük ve İslamcılık” gibi kavram ve olguları, faşizmden ve katliamcılıktan ayrı olgu ve kavramlarmış gibi sunmaya, böylece “milliyetçilik” üzerinden faşizmi, “İslamcılık” üzerinden de dinsel gericiliği okuyucuya “normal” göstermeye çalışmaktadır. Oysa Türkiye de ve Kürdistan da yaşayan herkes biliyor ki “sağcılık”, “ülkücülük”, “milliyetçilik” kavramlarıyla anlatılan olgular ve özneler, halkların ve ezilenlerin eli kanlı düşmanı olan faşizmi ve gericiliği ifade eden kavramlardır. Egemenler, kendilerini bu sıfatlarla tanımlayamadıkları, yani kendi kendilerine “faşist ve gerici” diyemedikleri için bu tarz adlandırmalarla halkların gözünde “olağan” bir görüntü vermek istemişlerdir.
Esiri olduğu bu gerici yaklaşımın sonucu olarak yazar, Maraş soykırımında rol oynamış olan politik kurum, kişi ve olguları gerçek politik özellikleriyle tanımlamaktan ısrarla kaçınmıştır. Söz konusu faşist politik kurum, kişi ve toplulukları liberal/gerici ve hatta katliamcı çevrelerin yakıştırdığı tanımlamalarla, faşist katliamcılara “faşist” demek yerine genellikle “sağcı” “ülkücü” “milliyetçi” “sağ muhafazakâr” vs gibi politik kavramlar kullanarak anlatmıştır. Geniş kitleler nezdinde teşhir olan faşizmi, bu tür adlandırmalar kullanarak anlatmaya çalışmak, faşizmi “sempatikleştirmek” gibi bir sonuç yaratacaktır. Dolayısıyla katliam ve soykırım karşıtlığı adına bu yapılanmalar, “milliyetçilik” ülkücülük” “İslamcılık” “sağcılık” gibi sosyolojik kavramlarla değil, gerçek nitelikleri olan faşist, katliamcı, saldırgan özellikleriyle anlatılabilirler, ancak.
Yazar, katliamcıların suçlarını söylememe tutumunu o kadar ileri götürmüştür ki katliamcılıktan yargılananlara “ülkücü gruplar ve halktan insanlar.” s. 43. diyerek katliamcıları “faşist” “saldırgan” “katliamcı” olarak adlandırmaktan ısrarla kaçınmıştır. Halbuki bir katliam/soykırım varsa bunu gerçekleştiren katliamcılar/soykırımcılar yani faşistler vardır ve onları gerçek adlarıyla anmak, itham etmek, hakkaniyet açısından bir zorunluluktur. Gerçeğe bağlılık bunu gerektirdiği gibi, katliamcılara karşı mücadele etmek de tam olarak böyle mümkün olur. O nedenle Türk faşizminin ideolojik dayanakları olan “Türkçülük”, “sağcılık” milliyetçilik” “ülkücülük” gibi tanımlamalar sivil, sosyo- politik kavramlar gibi sunulamazlar.
Aynı mantığın sonucu olarak yazar, Maraş soykırımının hem hedeflerinden hem de katliama karşı direnişin öznesi olan devrimcilerden söz ederken “devrimci” “sosyalist” tanımlamasını çok az kullanmaktadır. Daha çok “sol/solcu” diye genel, muğlak bir tanımlamayı tercih ettiği görülmektedir. Bu kapsamda “solculuk” başka bir olgu, “devrimcilik/yurtseverlik” başka bir olgudur. Her “solcu”nun devrimci/yurtsever olmadığı bilinir. Birçok gerici iktidarın “sol”culuk taslayabildiği bu dünyada kimler “solcu” olmadı ki? Her kendisine “solcu” diyen gerçek anlamda yurtsever/devrimci, halktan, ezilenden, emekten yana değildir. Devrimci, yurtsever, sosyalist kurumları/örgütleri ve bireyleri, anlaşılmaz ve liberal “sol” kavramı içine hapsetmeye çalışmak, en azında kitabın yazarları arasından da yer alan ve devrimcilikleriyle onur duyan insanlara karşı da yapılmış bir haksızlıktır.
Bu yaklaşım ne teknik bir sorundur nede basit bir dikkatsizlikten kaynaklanmaktadır. Ortadaki bir zihniyet sorunudur ve yanlışlık burada başlamaktadır. Kimse yazarın ideolojik duruşunun ifadesi olan bu jargonun basit bir ayrıntı olduğunu söyleyerek meseleyi hafife almamalıdır. İnsanın üslubu nasıl kimliğinin ifadesiyse insanın jargonu da aynı şekilde sosyo- politik kimliğinin yansımasıdır. İdeolojik yapısından kaynaklanan bu durumun yazarın makalelerine hâkim olan zihniyetin sonucu olduğu açıktır.
Sosyal ve siyasal gerçekleri burjuva normlarla öğrenen ve böyle yaklaşan yazar, s. 246’da “milliyetçilikle, İslamcılığın cumhuriyete eklemlenmesi” ve s. 247’de “Maraş katliamından önce bir hareket olmaya çalışan milliyetçilik ve İslamcılık Maraş katliamıyla birlikte bir devlet hizbi olmuştur.” diye iki belirleme yapmaktadır. Sormak gerekiyor, Maraş soykırımına ve 12. Eylül’e kadar, “milliyetçiler ve İslamcılar” devlet hizbi değiller miydi? Fiili/paramiliter icracılar olarak katliam yapan bu katliamcılar ne zaman Türk devletinin dışında oldular? 1915 Ermeni soykırımında, “İslam’ı ve Türklüğü kurtarmak” isteyen paramiliter katiller ve katliamcı güruh Osmanlı devletiyle birlikte değil miydi? Koçgiri’de başlayarak bu topraklarda gerçekleştirilen bütün katliamlarda ve soykırımlarda kendilerine “milliyetçi-İslamcı” diyen bu katliamcılar, Türk devleti ile birlikte değiller miydi?
Şurası açık bir gerçekliktir ki bu faşist, gerici ve halk düşmanı kesimler, “Milliyetçiler ve İslamcılar”, kâh “Kemalist” kâh “sağ/muhafazakâr” kâh “merkez sağ” diyerek ve bazen de gerçek kimlikleriyle ama her zaman bu devletin asli sahipleri olmuşlardır. Bu güçler, zaman zaman iktidardaki konumları değişse de hiçbir zaman “devletin dışında” olmamışlardır.
Çünkü söz konusu katliamcı paramiliter çeteler, yani “Milliyetçiler ve İslamcılar”, Türk devletinden bağımsız değillerdir ve o şekilde değerlendirilemezler. Nasıl ki İŞİD ve SADAT bugün devletin paramiliter askeri güçleriyse, dün de “ülkücüler” ve “İslamcı faşistler” devlete bağlı paramiliter katillerdi. Bu somut ve net gerçekliğe rağmen katliamcı yapıyı devletten ayrı formüle etmek, devletin aklanmasını sağlamaktan öte bir anlam ifade etmez, edemez.
Yazar s. 250’de “katliamları ülkücüler veya ‘irticai hareketler’ ile sınırlı bir kriminolojik anlayış ile ele almak ‘kurulu siyasal yapı’ ile olan siyasal bağını görmemek anlamına gelmektedir.” Öncelikle yazarın buradan da hep yaptığı gibi bir kez daha gerçeği çarpıttığını belirtelim.
Burada ifade edildiğinin aksine, çok net söylenebilir ki Maraş soykırımını hiç kimse ‘ülkücüler veya irticai hareketlerle’ sınırlı bir kriminolojik anlayış” ile ele almamıştır. Bu nedenle yazarın ya bu iddiasını geri alması veya ispat etmesi gerekir. Eğer yazar iddiasını ispat etmez veya geri almazsa hep söylendiği gibi müfteridir.
İkinci olarak yazar, soykırımcıları, bir yandan ‘kurulu siyasal yapı’ bir yandan da “ülkücüler ve irticai hareketler” diye iki ayrı grup gibi sunmaktadır. Daha vahim olanı katliamcı “ülkücüler ve irticai hareketleri” ‘kurulu siyasal yapı’ nın yani devletin dışında göstermektedir. Bu yaklaşım soykırımın gerçeklerini çarpıtan, doğru olmayan bir yaklaşımdır. Çünkü yazarın, ‘ülkücüler ve irticai hareketler’ vs gibi sıfatlarla bize anlattığı bu yapılar, devletin dışında olmayan, devletin içinde, merkezinde yerleşik olan devletin aparatlardırlar.
Türk devletini, Topal Osman’dan başlayarak daha sonra “ülkücü” denilen faşist katiller olan Çatlılardan, Kırcılardan, Yeşillerden, Hizbullah’tan, İŞİD’ten, SADAT’tan ayrı düşünmek, bu devleti tanımamak veya bu devletin suçlarının üstünü örtmeye çalışmak olur.
Cümleye eklenen “katliamcıların kurulu siyasal yapı ile bağını görmek” ifadesi, ya gerçekleri kamufle etmek için kullanılmıştır veya yazarın konuyla ilgili bilgisizliğini ve yanlış yaklaşımını ifade etmektedir.
O nedenle yazarın bu iddiası biraz deşildiğinden ‘ülkücüler ve irticai hareketler’in sivil kurumlar olduğu noktasına gider. Buradan devam edildiğinde devletin sıkıyönetim mahkemesinin Maraş soykırımını, “sağ- sol çatışması” olarak tanımlayan teziyle aynı kapıya çıkar. Çünkü yazara göre farklı sosyo- politik görüş ve yaklaşımları olan ‘ülkücüler ve irticai hareketler’ devletin katliamcı soykırımcı politikalarının uygulayıcıları oldukları için değil, kendilerinin dışındaki çeşitli gelişmelerden dolayı Maraş soykırımından yer almışlardır. Dolayısıyla yazarın ısrarla ve hemen hemen bütün metinlerinde ‘ülkücüler ve irticai hareketler’i devletten ve devletin katliamcı mekanizmasında ayrı değerlendirmesi, masum bir yaklaşım olarak görünmemektedir.
Yazarın zihin dünyasını gösteren ilginç bir cümlesi daha bulunmaktadır. Sayfa 43’de “Maraş katliamı davası basit bir katliam olarak ele alınmış” diyor yazar. Basit katliam mı olur ya? Bu nasıl bir mantıktır, katliamlar kendi içlerinde derecelendirmeye mi tabii tutuluyorlar? Mesela katledilenlerin sayısına göre katliamlara yıldız mı veriliyor?
Bütün bilinci ve ruhuyla burjuva liberalizminin bataklığında konforlu çözüm arayan yazarın Maraş katliamına dair yazdıklarının ve söylediklerinin katliamların ve soykırımların anlaşılmasına hizmet etmeyeceği açıktır. Esasında söylediğinin tersine yazarın kendisi katliamı anlayamamış ve anlamlandırmamıştır. Bu durumda yazarın tutarlı, sistemli bir katliam karşıtlığı geliştirmesi zaten mümkün değildir, olamaz da.
- Gerçeği gizlemek ve çarpıtmak için kavramlar oluşturmak
Yazarın bu jargon sorunu yeni kavramlar oluştururken de ortaya çıkmaktadır. Yazar, “Türkiye katliamları” ve “Türkiye devleti” şeklinde iki kavram oluşturmuştur. Bu coğrafyada yaşanmış olan katliam veya soykırımları “Türkiye katliamları” s. 242. bunların yaşandığı dönemde ve coğrafyada bulunan devleti de “Türkiye devleti” s. 241 olarak tanımlamıştır.
Bu kavramlar ve bu kavramların oluşturulması yazarın katliamlara karşı doğru bir yerde durmadığını çok açık bir biçimde göstermektedir. Bu kavramların ikisi de gerçeği ifade etmeyen, tam tersine gerçeğin anlaşılmasını zorlaştıran, yanlış kavramlardır.
Eğer yapılan katliamları/soykırımları coğrafi bir adla tanımlamak gerekiyorsa, bunların önemli bir kısmı, Kürdistan’dan yapılan katliamlar/soykırımlardır. . Kaldı ki Anadolu, Karadeniz ve Trakya coğrafyasından yapılan katliamların/soykırımların büyük kısmının hedefinin de Türk- Kürt Aleviler ve ağırlıklı olarak bu toplumsal kesimlerden oluşan demokrasi güçleri olduğu bilinmektedir. Bu durumda ne demek “Türkiye katliamları”? Doğru bir açıklamasının yapılamayacağı “Türkiye katliamları” tanımlamasının yanlış olduğu ama sadece yanlış değil, aynı zamanda zararlı olduğu açıktır.
Diğer yandan “Türkiye devleti” diye adlandırılan bir devlet var mı? Böyle bir devletin olmadığı yazarın da malumudur. O halde neden böyle kavramlar geliştirilmek isteniyor? Türkiye Cumhuriyeti Devleti dense, yine doğru olmasa bile, en azında resmi isimlendirme olarak anlaşılabilir. Bunun yerine Türkiye devleti denilerek farklı bir biçimde bilinç bulandırılmak mı isteniyor?
Gerçek şu ki bu coğrafyada pratikleştirilmiş olan katliamları ve soykırımları kararlaştıran, planlayan ve fiilen gerçekleştiren “Türkiye devleti” değil, “Türk devleti”dir. “Türkiye devleti” denilerek “Türk devleti”nin katliamcı/soykırımcı özelliği gizlenmemeli, esas hedef flulaştırılmamalıdır. Tam tersine “Türk devleti”nin soykırımcı/katliamcı özelliği net, kesin ve somut olarak ortaya konmadan hiçbir katliamın, soykırımın tarihi yazılamaz, hesabı görülemez. Bu durum Türk halkının suçlanması gibi bir sonuç yaratmayacaktır. Aksine Türk egemenlerinin işlediği katliam ve soykırım suçlardan dolayı Türk halkının aklanması için de bu tarz bir yaklaşım zorunlu ve gereklidir.
Yazarın kavramları deforme etmesinin başka örnekleri de bulunmaktadır. Örneğin s. 220’de, “ülkücülüğün.. antikomünist.. bir aparat olduğu” belirtilmektedir. Esasında bu tanımlamayla da yazarın liberal düşünce yapısı bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Çünkü “anti komünist” olmakla faşist olmak çok farklı şeylerdir. Herhangi bir sosyal demokrat da veya yazar gibi liberal birisi de anti komünisttir, ancak bu insanlar, faşist değildirler. Ama yazarın “ülkücüleri, milliyetçileri, Türkçüleri veya İslamcıları” antikomünist değil, su katılmamış, eli kanlı faşistlerdir. Dolayısıyla yazarın bu faşist yapılanmaları “anti komünist” olarak tanımlaması, gerçeğe aykırıdır ve faşistlerin yapısını gizlemeye hizmet eden bir yaklaşımdır.
- Pozitif kavramların itibarından yararlanarak aklanmak veya aklamak
Yazarın kavramları manipüle etme çabasının bir başka örneği de katliamların pozitif özelliğinin yanlış kullanılmasıdır. Yazar “ETKO militanları” s.239 diye bir tanımlanma yapmaktadır. Burada geçen “militan” sözcüğü, daha çok devrimcilerin kullandığı ve pozitif etkisi ve anlamı olan bir kavramdır. “Militan” kavramı, dünya devrimcilerinin, ülkemiz devrimcilerinin, Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin, Mazlum Doğanların, Kemal Pirlerin, daha doğrusu bir dönemin devrimcilerinin literatüründe yer alan ve saygı ile kullanılan bir kavramdır. Böyle bir kavramı, ETKO’cu eli kanlı katiller için kullanarak onları aklamak ve bu devrimci kavramı kirletmek doğru bir tutum değildir. Yazarın bu yaklaşımı da toplumsal siyasal hayata nereden baktığını göstermektedir.
- Eklektizmin adı “yanlış da denemez, doğru da denemez”
Esasında yazarın düşünce sistematiğini anlatan ve yazarı tanımayı sağlayacak olan çok ilginç bir belirlemesi daha bulunmaktadır. Yazar s. 235’de “bunların hiçbiri için yanlış denemez. Bütünlüğü bakımından doğru da denemez.” şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Bu alıntıda yazarın “bunlar” diye kastettiği Maraş soykırımı hakkında farklı görüşleri olanlardır. Yazar belirtilen ifadelerle, Maraş soykırımı hakkındaki diğer görüşlerin yanlışlığına veya doğruluğuna karar verememektedir. O halde yazarın bu kadar sözde iddiayı ve değerlendirmeyi gündeme taşıyarak kafa karıştırmasının anlamı nedir?
Evet, mutlak “doğru” mutlak “yanlış” felsefi bir konu olarak tartışılabilir. Ancak burada toplumsal hayattan yaşanmış somut, tarihi, siyasi ve sosyal bir olgu bulunmaktadır. Bu durumdan, bir şey doğru değilse, yanlış da değilse, nedir o zaman? Biraz doğru biraz yanlış mı oluyor? Ya da hem doğru hem yanlış mı oluyor? Veya yanlışla doğru arası mı, denmelidir? Yazar Nasreddin Hoca gibi “sen de haklısın sen de haklısın” diyerek orta yolcu bir tutum izlemeye çalışmaktadır. Yazar, bu şekilde davranarak, iddialarının ve değerlendirmelerinin çürüklüğünü bildiği için kaçmanın yolunu açık tutmaya çalışmaktadır. Ayrıca bu tutum aynı zamanda kendi yetersizliğini gizlemek için derinlikli görünme çabasını da ifade etmektedir. Liberalizm de böyledir zaten.
Bu somut noktaları belirttikten sonra, yazarın düşünce dünyasını önemli ölçüde etkilemiş olan ve yazarın kitaba aldığı bir diğer konuya da değinmek gerekiyor.
- “Üç hilal”, “Ülkücüler” Nihal Adsız ve Maraş soykırımına dair
- 222. yazar, “Ülkücülük ülkedeki her varoluş halinde evrensel/küresel olana yönelik bir istisna olduğunu iddia etmektedir.”…. ..ülkücülüğü Guatemala’dan Endonezya’ya, Filipinler’den Brezilya’ya uzanan geniş bir politik coğrafyadaki kontra faaliyetleri içinde aramak doğru değildir. ABD’nin 2. dünya savaşı sonrası komünist faaliyetlere karşı özel olarak eğittiği ve örgütlediği finansman, eğitim ve operasyonal destek sağladığı bir yeni örgütlenme tarzının ürünü ve sonucu olarak da görülmez. Aynı istisnai yaklaşıma göre ülkücülük, Soğuk Savaş sürecinin Türkiye’ye has bir politik cephe hali de değildir ve nihayet kendi yerli ve milli serüveni içinde hareket ederek kimlik kazanmıştır. Kabaca bu görüşe göre ülkücülük istisnası küresel olarak yaşanan tüm sağ paramiliter hareket ve örgütlenmelere eklenemez ve eklenmemelidir. Böylece ABD’nin küresel operasyonlarının tek istisnası Türkiye ve ülkücülük olmaktadır.”
Bu alıntıda yazar, güya “Ülkücülerin” ağzıyla okura şunları söylemek istemektedir;
Bir, ülkücüler diğer ülkelerde olduğu gibi kontra faaliyetler değildirler.
İki, ülkücüler ABD’nin komünist faaliyetlere karşı özel olarak eğittiği ve desteklediği yapılarda değildirler.
Üç, ülkücülük Türkiye’ye has bir politik cephe hali de değildir.
Dört, “ülkücülük kendi yerli ve milli serüveni içinde hareket ederek kimlik kazanmıştır.”
Yani yazar, bu coğrafyada yaşayan ve sayısız katliamlara maruz kalan Alevilere, Kürtlere ve devrimci demokratik güçlere, “Siz ülkücülerin katil olduğunu söylüyorsunuz. Ama bakın onlar da diyorlar ki ülkücülük; halklara karşı her türlü şiddet yöntemine başvuran kontra bir faaliyet değildir, Ülkücülük ABD’nin eğittiği bir yapı da değildir. Ayrıca Ülkücülük, ülke içinde demokrasi mücadelesine karşı kullanılan bir politik grup da değildir. Kısacası ülkücülük hiçbir kötülükle bir arada değildir, diyorlar” diye ülkücü katillere tercümanlık yapıyor. Bu yolla katliam karşıtı Alevi, Kürt toplumlarına ve devrimci demokratik çevrelere, üstüne vazife olmadığı halde, “ülkücülerin” kendilerinin masum olduklarını anlatmalarının aracılığını yapmış olmaktadır.
Yazar ülkücüler hakkında kendi düşüncelerini, s. 220’de “Paramiliterleşen Milliyetçilik Olarak Ülkücülük” diye bir ara başlık ile ortaya koymuştur. Yazarın ifadelerine göre, “Ülkücülüğün iddia edilenin tersine hakikatini “esir Türkler” ve Türklüğün ihyası”na adanmış sahici bir politik hareket değil, Soğuk Savaşın küresel anti komünist ihtiyaçlarına cevap veren bir aparat olduğu ve 1940’larda başlayan bu serüvenin Maraş katliamına uzanan hikayeyi oluşturduğu yönündedir. Bu süreç Türkçülük ve milliyetçiliğin doğru veya yanlış geleneksel politik hakikatleri terk edilerek yaşanmıştır.”
Buradan anlaşıldığına göre yazar ülkücüleri, Türk devletinin katliamcı soykırımcı bir paramiliter yapısı olarak değil, Türkçülükten ve milliyetçilikten bir sapma olarak değerlendirmektedir. Ülkücülüğün Türk milliyetçiliğinden saptığı için Maraş katliamına bulaştığını anlatmaya çalışmaktadır. Bu durumda yazar, Türk milliyetçiliğinin yapısal, felsefi, politik düşünceleri itibarıyla, ırkçı ve katliamcı olmayabileceğini ima etmekte, Türk milliyetçiliğini ülkücülüğe göre daha olumlu olarak değerlendirmektedir.
Yazarın bu yaklaşımı korkunç bir çarpıtmadır, bütün tarihi gerçekleri ters yüz etmekte, ideolojik, sosyo- politik hakikatleri çarpıtmaktadır. Türk devleti, tam da Türk milliyetçiliği adına, var olmaya başladığı yılların öncesinden, Ermeni soykırımlarından itibaren, soykırımcı, katliamcı bir politikayı temel stratejik politika olarak belirlemiş ve uygulamıştır. Çünkü Türk milliyetçiliği denilen olgu, katı ve kanlı Türk ırkçılığıydı ve buna uygun olarak katliamcı ve soykırımcı bir politika geliştirmiştir. Bu coğrafyada yaşanmış koca bir geçmiş bunu ispat eden söylem ve uygulamalarla doludur. O nedenle katliamcılık, ‘üç hilal’cilerin tercih ettikleri yapısal/politik özellikleridir. Irkçılığın ve faşizmin bir eseri olan Maraş katliamında paramiliter unsurlar olarak yer almak ülkücü denilen bu faşistlerin, konjektürel nedenlerle kendilerini içinde buldukları bir vaka veya tercih etmedikleri halde yapmak zorunda kaldıkları faaliyet değildir. Bilerek, isteyerek, karar süreçleri dahil bütün aşamalarında yer aldıkları asli faaliyetleri olan bir soykırımdır.
Faşizm, siyasal bir sistemdir, faşistler de yaptıklarını, bu sistemden dolayı yapıyorlar. İradeleri dışından, Kafka’nın Böcek’i gibi bir “dönüşüm” yaşadıkları için yapmıyorlar. O nedenle faşist Türk devleti, Maraş soykırımını politik bir operasyon olarak kararlaştırmış, planlamış ve denetimindeki paramiliter katiller olan “ülkücülerle” ve onların harekete geçirdiği güruh ile bu kanlı icraatlarını gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla peşin peşin söylemek gerekir ki “Ülkücülük, Milliyetçilik ve katliam” konularında yazarın yazdıklarının tamamı yanıltıcıdır, yanlıştır. Bu coğrafyada “Ülkücülük ve Milliyetçilik” haklı ve doğru olarak, katliamcılıkla ve soykırımcılıkla birlikte anılmışlardır.
Bugünün ülkücülerinin öncelleri olanlar, Koçgiri’de Toplan Osman, İzmir’de Sakallı Nurettin’in çeteleri, Trakya’da Yahudilere karşı Cevat Rıfat Akilhan ve Nihal Atsız , 6- 7 Eylül saldırılarında İstanbul’da Kıbrıs Türktür Derneği, benzer katliamları ve soykırım saldırılarını yapmışlardır. 1978’lerden sonraki kıyımların sorumluları ise devletle birlikte yazarın “ülkücüler ile İslamcılar” diye tanımladığı katliamcılardır.
Bu bilgileri aklımızdan çıkartmadan devam edelim. MHP’nin ve “ülkücülüğün” faşist yapılanmalar olarak nasıl örgütlendikleri, hangi amaçla önlerinin açıldığı, nerelerden beslenip, nerelerde destek aldıkları sır değildir. A. Türkeş’in, Türk ordusu tarafında ABD’ye gönderilerek eğitilmesi, arkasından gelip CMKP’ne el koyması, “komando kampları”nın örgütlendirilmesi ve bu sürecin başından sonuna kadar Enver Altaylı, Ruzi Nazar gibi MİT, CİA yöneticileriyle birlikte katliamcı, soykırımcı çalışmalar içine girmesi, ayrıntılarına giremeyeceğimiz ancak bilinen bilgilerdir.
Yazar bir başka yerden de “Ülkücülük istisnası” gerçekte Orta Anadolu kasabalarının masumiyet iddialarını doyurma ihtiyacının ürünüdür. “Bakü’nün kurtuluşu”na duyulan hakiki sevinç de ülkücülüğün şiddetle ilişkisinin daha dayanılır kılınmasının bir ürünüdür sadece” demektedir. s. 222
Yazar burada “Orta Anadolu kasabalarının masum bir istek olarak“Bakü’nün kurtuluşu”nu istediklerini, bunun yaratacağı sevincin bedeli olarak da “ülkücülüğün şiddetle ilişkisinin daha dayanılır” kılındığını belirtmektedir.
Bu cümledeki mantığı bu devletin muktedirlerinden defalarca duymuş dinlemişizdir. En son Ahmet Davutoğlu’nun İŞİD’çiler için söylediği, “öfkeli çocuklar” ifadesi ile yazarın “Bakü’nün kurtuluşu” için ülkücülüğün şiddetine dayanılmasına ilişkin yazılanlar aynı kapıya çıkmaktadır. Her katliam karşıtının yüreğine taş gibi oturan bu cümleyi, katliam karşıtı olan hiç kimse dinlemek, duymak istemez.
Yazar her nedense bol bol kelime israfı yaparak faşist yapılanmayı, bazen Türkçüler diyerek bazen milliyetçiler diyerek temize çıkartmaya çalışmaktadır. Hem de ırkçıların buna hiç ihtiyaç duymadıkları koşullarda bu yapılmaktadır. İlginç.
Bütün bunlardan sonra, katliamda yer almış olan “Ülkücüleri” milliyetçilikte sapmış ve devletle organik ve kalıcı bağı olmayan bir şekilde tanımlayan birisinin katliamlara karşı mücadele etmesini, Maraş katliamını doğru değerlendirmesini beklemek, balığın kavağa çıkmasını beklemek gibi gerçek dışıdır.
“Ülkücülüğü, milliyetçiliği, Türkçülüğü” bu şekilde algılayan yazar, bu yapının katliamcı özelliğini de, görünmez kılmaya yol açan argümanlar geliştirerek çarpıtmaktadır.
Yazar kitabın s. 219.’da “üç hilal’ katliam alanına bırakılan bir zafer hatırasına nasıl dönüştü” dedikten sonra “Yüzlerce insanın katledildiği alana ‘üç hilal’ mührü niye vuruldu” diye de bir soru geliştirmiştir. Bu cümlelerden sonra yazar, aynı sayfada “Ülkücülerin hakikati bu mudur?” diye bir cümle daha kurabilmektedir.
Öncellikle belirtilmelidir ki hiçbir katliam, zafer kelimesiyle bir arada kullanılabilecek kadar masum değildir. Ve hangi biçimde yada hangi anlamda veya hangi bağlamda olursa olsun “katliamlar ile zafer” kelimelerini aynı cümle içinde katliamcılar tarafından kullanılabilir. O nedenle katliam ile zafer kelimelerini bir arada kullanmak, katliamcılığa ve katliamcılara dair olumlu algı yaratmaya hizmet eder ve o nedenle doğru bir yaklaşım değildir.
İkincisi, ‘Üç hilal” bilindiği gibi, katliamcı faşist ülkücülerin, halkların kanını akıtarak yaptıkları her “katliam alanına bırakılan” ‘üç hilal’, katliamcı katiller için “zafer hatırası” olabilir. Katliamcılar, katliamlarını meşrulaştırmak için motivasyon kaynakları olan “üç hilal”lerini “zafer hatırası” olarak katliam alanına bırakabilir, yeni katliamların hazırlıkları için yararlanabilirler. Ancak bulunduğu her yerde katliamları ve soykırımları hatırlatan “Üç hilal” bütün ezilenler için bir “zafer hatırası” değildir. Katliamcılara dair böyle bir tanımlama yapmak, hiçbir katliam karşıtının aklının ucundan da dilinin ucundan da geçmez, geçemez. Aynı şekilde hiçbir katliam karşıtı, hiçbir Alevi, hiçbir Kürt, hiçbir demokrat, bu katillerin yaptıkları katliamları “zafer” sözcüğüyle bir arada kullanmaz, kullanamaz.
Bu ifadeleriyle yazar, okuyucuya “Ülkücülüğün” sanıldığı gibi veya sanıldığı kadar, kötü, negatif bir olgu olmadığını anlatmaya çalışmışsa yanılmıştır. Çünkü bu yapıların faşist katliamcı oldukları konusunda hiçbir Alevi’nin, hiçbir Kürt’ün ve hiçbir devrimci demokratın kuşkusu bulunmamaktadır. Bu durumda yazarın yaptığı gibi bu faşist, ırkçı, katliamcı yapılar hakkında olumlu algı yaratmaya çalışan birisinin katliam karşıtlığına hiçbir Alevi, hiçbir Kürt ve hiçbir devrimci demokrat inanmayacaktır.
Yazar aynı bölümde yine s. 220’de “bir katliamın içindeki sorumluluğunu hayalet “sünnetsizler”e atarak “eğlence” çıkartan rahatlık buradan mı gelmektedir yoksa? Çoluk çocuk, yaşlı, kadın erkek ve hatta hamile kadınların bebekleriyle birlikte ve birbirinden vahşi yöntemlerle öldürüldüğü böyle bir katliamın içinden kendisini haklı çıkarmaya çalışması nasıl bir psikopolitik sürecin içinde olduğunu göstermektedir?”
Görüldüğü gibi yazar katliamcılık ve soykırımcılık gibi son derece politik kanlı operasyonları psikopolitik bir olgu olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu durumda yazarın Maraş katliamına dair doğru bir çözüm geliştirmesi nasıl mümkün olacaktır?
Yazar, s. 220’da “Maraş katliamındaki şiddeti üç hilal üzerinden nasıl tarihselleştirebiliriz” ifadesiyle üç hilalcileri tarihselleştirmeyi dert edinmektedir. Aynı sayfada “katliamdaki suçüstü hali, üç hilalin simgesel derinliği ile kapatılabilir mi?” diye bir cümle daha kurmaktadır. Bu cümlelerden yazar katliamcılığı kesinleşmiş olan bu faşist yapılanmanın kullandığı “üç hilal” sembolünü “tarihselleştirmekten” söz etmekte ve bu faşist sembolden “derinlik” olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca ‘üç hilal’ in sahip olduğu “simgesel derinliğin” “katliamda ki suçüstü halini” kapatamayacağını belirtmekte, sözde yapılan katliamın büyüklüğüne dikkat çekmektedir.
Birinci olarak yazarın “üç hilalin tarihselliği” dediği, Osmanlıdan Fırka-i Islahiye’ye, Teşkilat-ı Mahsusa’ya, Karakol Cemiyeti’ne, Amerika’dan “nefret gruplarına”, Almanya’dan Hitler’in SS’lerine, İtalya’dan Mussolini’nin “Kara Gömleklilere,” kadar gider. Çünkü “üç hilal” sembolünü kullanan bu faşist ülkücüler çetesinin de adı geçen diğer katliamcı yapıların da tarihlerinde, aynı insanlığa karşı işlenmiş suçlar bulunmaktadır. Ülkücülerin de adı geçen diğer yapıların da tarihlerinde soykırım vardır, kan vardır ve bütün bu suçları gizlemek için manipülasyon yapmak vardır.
Yazarın “üç hilalin simgesel derinliği” dediği şey ise bu yapının tarihi boyunca içinde bulunduğu kaotik ve mafyatik ilişkilerden aranabilir ancak. Türk ırkçılığını savunanların bir çoklarının hem ulusal hem uluslararası istihbarat kurumlarıyla birlikte çalışmaları ve buna bağlı olarak bir dizi karanlık operasyonda yer almaları “üç hilalin simgesel derinliği”nin ifadesi olarak kabul edilebilir. Mesela ülkücü diye normalleştirilmek istenen bu katillerin Abdullah Çatli’nın, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve daha birçoklarının Avrupa’da esrar eroin kaçakçılığı ve cinayetleri bu “derinliği” sayılabilir.
Yazar, “üç hilalin derinliğinin” akıtılan kanların üstünü örtmeye yetip yetmeyeceğini merak ediyor. “Üç Hilalin” derinliğinin faşizmin kanlı karanlığının üstünü örtmeye yetip yetmeyeceğini bilemeyiz. Ancak Aleviler de ezilenlerin tamamı da “üç hilalin” bırakılacağı katliam alanlarına izin vermeyecekleridir.
Aynı şekilde kitabın s. 219’de yazar, “Yüzlerce insanın katledildiği bir meydana üç hilal mührü niye vuruldu?” ve “Bir trajedinin üstüne sancak dikmekten dolayı utanç ve ürküntü hissetmesini engelleyen nasıl bir politik hakikati olabilir?” ifadeleri ile yapılan katliamın “üç hilal” ile ilişkisine dair çeşitli değerlendirmeler yapmaktadır.
Gerçekten insan merak ediyor, yazar bir katliam için bu tanımlamaları yaparken, bu durumun katliamı yaşamış binlerce insanın yüreğine dokunacağını düşünmedi mi? Veya bir illüzyonla insanların bu çarpıklıkları görmelerini önleyebileceğine fazla mı güveniyor?
“Mühür vurmak” ifadesi esas olarak, “mühür vuranı” onaylanan pozitif bir gelişmeyi anlatmak için kullanılır. Aynı şekilde, trajedilerin üstüne değil, savaşlarda kazanan tarafın zaferinden söz etmek için “sancak dikmek” ifadesi kullanılır. Maraş soykırımını yapan devlet, paramiliter faşistler ve katliamcı güruh, hangi değerli faaliyetleriyle sürece “mühür vurdular” ve hangi savaşı kazanarak “sancak diktiler.” Bizim trajedimiz üzerine faşistlerin “sancak dikmesinden” söz etmek neden bizim işimiz oluyor? Katledilen bir insana “acını paylaşıyorum” demek yerine, “katilin ne kadar iyi nişan aldığını” söylemek nasıl, katledilenin ailesini yaralıyorsa bu ifadelerde mağdurların hoşuna gidecek ifadeler değildir. Aynı zamanda yazarın konuya yaklaşımını göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Gerçek şu ki bu faşistler, “mühür vurmadılar”, “sancak dikmediler” soykırım yaptılar, insan kestiler. Yazarın göremediği veya görmek istemediği, ama görmesi gereken gerçek budur. Bu ifade tarzıyla yazar, bu faşist yapı hakkında pozitif algı yaratılmasına hizmet etmekte, katliam karşıtlığı yapmamaktadır.
Yazar devam eden ifadelerinde s. 219’da ’üç hilal’ci” faşistlerin yaptıkları katliamdan dolayı “utanç ve ürküntü hissetmesi” ni beklediğini söylüyor ve bunu görmediği için “üzülüyor.”
Yazarın bir başka yerden de s. 225’de yazar “..milliyetçiliğin bir hareket olarak yeniden yapılanma krizi yaşadığı şu günlerde katliama dönük bir nedamet göstermesi ve mağfiret dilemesi”nden söz etmektedir.
Yazar buradan da “ülkücülerin” istemedikleri halde “paramiliterleştiklerini ve katliamcı olduklarını ve bunun sonucunda Maraş soykırımına katıldıklarını düşündüğünü göstermektedir. Yazar ülkücüler hakkında o kadar iyi niyetli düşünmektedir ki katıldıkları katliamlardan dolayı pişmanlık duymalarını ve af dilemelerini arzu etmekte ve bu isteğini ifade etmektedir. Bu beklentisinin liberal düşünce sisteminin gereği olduğu açıktır.
Halbuki ‘üç hilal’cı faşistlerin yaptıkları katliamlardan dolayı “utanç ve ürküntü” hissetmeleri veya herhangi bir pişmanlık duymaları söz konusu olmadı, olamaz da. Çünkü Anadolu ve Kürdistan’da yüz yıldan beri gerçekleştirilen katliamlar ve soykırımlar, devlet politikası olarak, devletle birlikte gerçekleştirilmişlerdir. Dolayısıyla bırakalım pişman olmalarını, onlar, yaptıkları katliamlarını o günde bugünde hem savundular hem de katliamlara ve soykırımlara devam ettiler. Öte yanda Maraş soykırımı, Türk devletinin yaptığı bir katliamdır, “ülkücüler” bu katliamın fiili uygulayıcıları, yani fiili soykırımcılardır. Devleti aşarak tek tek soykırımcıların özür dilemeleri anlamlı olabilir, ancak sorunun demokratik çözümünü sağlamaz.
Katliamcı/soykırımcı politikaların yarattığı sorunlar, “Üç beş ülkücünün nedamet duymasıyla” çözülecek sorunlar değildir. Çünkü faşizm birkaç ülkücü kafadarın şiddet aksiyonu değildir. Faşizm egemenlerin, başı her dara girdiğinde başvurdukları mekanizmaları, kurumları ve ideolojisi olan bir siyasal sistemdir.
O nedenle dün “ülkücüler” olarak katliam ve soykırım işleyenler, nedamet getirselerdi bile bugün faşizm devam etmektedir, katliamlar da soykırımlar da gerçekleştirilmektedir. Kürdistan’da yapılan soykırımların ve daha nice toplu insan kırımlarının failleri, dünün ülkücüleri, bugünün İŞİD’i, Hizbullah’ı, HÜDA- PAR’ı, PÖH’leri JÖH’leri olarak icraatlarını sürdürmektedirler.
Sorunun çözümü soykırımcı-katliamcı politikaların ve mekanizmanın yani devletin köklü bir biçimde mahkûm edilmesi ve radikal demokrasinin hâkim olmasıyla sağlanacaktır. Soruna katliamcı ülkücülerin “nedamet” getirmesi üzerinden bakılması, sadece devletin katliamcılığının gizlenmesine hizmet edecektir.
Belirtilen somut gerçekler ortadayken yazar, derin analizci bir görüntüye bürünerek gerçekleri ya ters yüz etmeye çalışmakta veya yok saymaktadır.
Peki bu yaklaşım hangi amaca, kime hizmet edecektir? Hadi bu yaklaşıma, iyi niyetli bir tavırla “faşizmi aklama demeyelim, yanlış bir analiz diyelim” kim buna inanır? Kim söz konusu dönemden ve bu coğrafyadan, Türk devletinin ABD ile birlikte, MHP’nin/Ülkücülerin eliyle işlediği katliamları, soykırımları ve cinayetleri yok sayabilir?
Devamında s. 219’da “Ülkücülerin hakikati bu mudur?” diye bir soru daha geliştiriliyor. Bu soruyla yazar, ülkücü faşistler, sanki katliamcı değillermiş gibi, ülkücü dediği faşistlerin lehine bir tereddüt yaratmak istemektedir. Evet, bay yargıç, “Ülkücülük” adlı faşist yapılanmanın “hakikati budur” ve faşist katillerin tek gerçekliği, daha fazla kan, daha fazla işkence, daha fazla katliam ve soykırım demektir.
Öyle olduğu içindir ki “Ülkücüler” adlı katiller şebekesi, o dönem, devletin emriyle gerçekleştirilen bütün toplumsal katliam, soykırım ve cinayetlerin çok büyük kısmının sorumlularıdırlar. Sadece Maraş soykırımı değil, aynı yılda aynı mekanizma tarafında gerçekleştirilmiş olan ve yukarıda sayılan katliamların yanında Pazarcık’a katliam amacıyla gönderilen bombalı mektup, Maraş- Yörükselim’de Gıjık Dede’nin (Sabri Özkan) katledildiği kahvenin taranması, 16. Mart. 1978 İstanbul Üniversitesi katliamı, 8. Ekim. 1978 Bahçelievler de Haluk Kırcı ve Abdullah Çatlı tarafında 7 TİP’li öğrencinin katledilmesi, Veli Can Oduncu ve Ferhat Tüysüz gibi katillerin her gün kahve ve otobüs taramaları, bunların hepsi ve daha fazlası “Ülkücülüğün hakikati”dır. Ve komando kamplarında eğitilen bu “ülkücü” katiller, bu katliamların hepsini bilerek, isteyerek, planlayarak, gerçekleştirmişlerdir. Bu katliam ve saldırılardan dolayı, birkaçı dışından, hiçbir ülkücü faşist pişman olmadı. Çünkü katliam yapmak faşizmin rutin faaliyetidir, devlet desteğiyle yapılmaktadır, şaşırtıcı bir yanı yoktur. Ve aynı çetelerin aynı kanlı katliamları halen devam etmektedir.
Bu gerçeklik bütün somutluğuyla ortadayken yazar, ülkücülerin “hakikatlarının” bu olmadığını düşündürecek kuşkular yaratmaya yönelik sorular geliştirmesini masum görmek mümkün mü? “Ülkücülerin hakikatinin” eli kanlı katliamcılık olduğu gerçeği hakkında kuşku yaratmaya çalışmak, ne kadar katliam karşıtlığına hizmet eder? “Ülkücüler” denilen faşist katillerin bu gerçeğini tartışmaya açmak, bu katiller sürüsünün fiilen gerçekleştirdiği katliamlar yokmuş gibi davranmak, bütün bunları bilmezden gelmeye çalışmak ve okuyucuya da dolaylı olarak bunu önermek, katliam karşıtlığı değil, bilakis katliamcılara hizmet eden bir tavırdır. Bu yaklaşım tek başına soykırımlara maruz bırakılmış ve faşizme karşı mücadele eden, büyük bedeller ödemiş olan Alevilere, Kürtlere ve demokrasi güçlerine karşı yapılmış en büyük haksızlıktır.
Faşist Türk devlet yasalarının bu yapıları meşru görmüş olması, onların gerçekliğini de Alevilerin, Kürtlerin ve demokratik kamuoyunun onlar hakkındaki bilgisini ve değerlendirilmesini de değiştirmez. Tam tersine bu paramiliter yapıların marifetiyle ayakta kalan Türk devletinin bu yapıları onaylaması, sahiplenmesi, meşru göstermesi, demokratik kurumların bunların faşist oldukları yönündeki tanımlamasını doğrulamaktadır.
Katliam mağduru ve katliam karşıtı topluma, yani Alevilere, Kürtlere, devrimci- demokratik çevrelere ve halklara sunulan bir kitapta katliamcı/faşist katiller olarak “ülkücülerin”, kanlı ellerinin ve yüzlerinin görünmezliğe havale edilmeye çalışılması hayırlı bir faaliyet değildir. Bu katiller çetesinin yaptıkları katliamları ve işledikleri cinayetleri, bu toprakların ezilenleri hiç ama hiç unutmadılar, unutmayacaklardır da.
Özetle yazar Alevi, Kürt ve demokratik topluma ve kurumlara, “Türkçülüğü, milliyetçiliği ve ülkücülüğü” olağan politik akımlar, katliamcıların “sözde” partisi MHP’yi politik bir yapı, paramiliter katiller çetesi “ülkücülüğü” bir gençlik örgütlenmesi olarak göstermeye, bu yapıların Maraş katliamına katılmış olmalarının da yapısal bir özellikleri olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Daha kötüsü Alevilerin de Kürtlerin de devrimci- demokratik toplumun da böyle kabul etmesini istemektedir.
Yazarın esasında katı bir Türk ırkçılığı olan, “ülkücülüğü, milliyetçiliği ve Türkçülüğü” olumlu gösterme çabası, bu zihniyetin teorisyenlerine özellikle de Nihal Atsız’a dair yaptığı değerlendirmeden de görülmektedir. Yazar, sayfa 223’te “bir sonraki kuşak Türkçüler ise politik etkinlikleri zayıf kalmakla beraber güçlü bir entelektüel derinliğe sahip idiler. Örneğin Nihal Atsız sanıldığının tersine ciddi bir tarihçidir” diyor. Devamında Zeki Velidi Toğan ve Orhan Şaik Gökyay yazarın taktirini ve övgüsünü alan ırkçılardır.
Yazarın bize “güçlü entelektüel derinliğe sahip ciddi bir tarihçi” diye kabul ettirmeğe çalıştığı Nihal Atsız’ın kim olduğunu, nasıl bir dünya görüşüne sahip olduğunu somut olarak görebilmek için Nihal Atsız’ın makalelerinde sadece iki pasaj aktarmak okuyucunun fikir sahibi olmasını sağlayacaktır. “Kürtler, Türk milletinin başını belaya sokmadan kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran’a, Pakistan’a, Hindistan’a, Barzani’ye gitsinler. Birleşmiş Milletlere başvurup Afrika’da yurtluk istesinler. Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Aslan gibi önünde durulmadığını ırkdaşları Ermenilere sorarak öğrensinler de akılları başlarına gelsin. Kürtlere gidecek bir yer bulmalarını tavsiye ederim.” (Makaleler- 3 adlı kitabında)diyerek Kürt halkına karşı kinini ve nefretini kusmuştur.
Aynı Nihal Adsız, 1934’de Yahudilerin bu topraklarda sürülmelerini sağlayan provakatif saldırıların yapılmasında Cevat Rıfat Akilhan adlı katliamcıya en büyük desteği vermiştir. Irkçı Nihal Adsız “Yahudi denilen mahluku dünyada Yahudi’den ve sütü bozuklardan başka kimse sevmez.” Maraş Kıyımı, 5. baskı. s. 134
Nihal Atsız oğlu Yağmur Atsız’a ırkçılığını miras olarak bırakacak kadar ırkçıdır. Vasiyetinde şunları yazmıştır.
Yağmur, oğlum!
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerdeki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
tanrı yardımcın olsun!
Daha önemlisi Maraş soykırımı dahil bütün katliamları ve soykırımları yapanlar, Nihal Atsız’ın kitaplarını okuyarak, sözlerini dinleyerek ve nasihatlarını dinleyerek bu katliamları yaptılar. Yani Nihal Atsız katliamcı soykırımcı zihniyetin teorisyenlerinin başında gelmektedir. O nedenle Aleviler, Kürtler ve devrimciler ırkçı faşist Nihal Atsız’ın adını, fikir babalığı yaptığı katliamlarla birlikte telaffuz ederler, entelektüel derinliğe sahip bir tarihçi olarak değil.
Görüldüğü gibi Nihal Adsız, ırkçılığın en insanlık dışı halini savunabilen ve bütün düşünsel dünyasını ve pratik kişisel yaşamını, bu fikir üzerinde kurmuş olan katliamcı zihniyetin savunucusu bir faşisttir. Kendisinden ve ırkından başka herkese düşman ve tiksinti uyandıracak kadar ırkçı olan böyle birisi, Alevilere, Kürtlere ve devrimci demokrat kamuoyuna “muteber” birisi gibi anlatılabilmektedir. Böyle bir faşisti dünyanın demokratik olan herhangi bir ülkesinde övmek, olumlamak ve pozitif bir özellikle birlikte anmak suç kabul edilmektedir. Almanya’da “Hitler iyi bir subaydı” diyenler cezaevine atılma tehlikesi altındadırlar.
Ülkücülerin fiilen icra ettiği bir soykırıma karşı yazıldığı ileri sürülen bir kitapta katliamcı “ülkücüler” ancak bu kadar güzel aklanmaya, ancak bu kadar mükemmel masumlaştırılmaya çalışılabilabilinir. Hoş, yazarın bu faşist yapılanmaya “faşist” demeyerek ısrarla “ülkücü” demesinin, bu faşist yapıyı normal siyasal/sosyal bir yapıymış gibi anlatmasının boşuna olmadığı anlaşılıyor. Yazarın Türkçü olarak olumladığı Zeki Velidi Toğan’da Sovyet devrimine ihanet etmiş bir başka ırkçıdır. Ve her nedense yazarın bu soykırımcı, ihanetçi ırkçılara karşı özel bir ilgi bulunmaktadır.
- d) İslam’ın adaletine dair .
- 218. sayfada, “Putperestin kurban töreni; “Allah için savaşa” başlıklı bölümden, yazar, felsefe yapmak adına çok can sıkıcı ifadeler kullanmaktadır. Maraş soykırımından “Allah için savaşa” denerek insanlar katledilmişlerdi. Kalender Toklu adlı Kürt Alevi ise “Karaoğlan’a kurban ediyoruz” denilerek boğazında kesilerek katledilmiştir. Yazar bundan hareketle “çünkü bu Allah’ın kan ile doyurulabileceğine ilişkin kadim inanç ile birleştiği yerdir aynı zamanda. Tanrılar ile kurbanlar vasıtasıyla ilişki kurmak en eski insanlık hallerinden birisidir” diye bir cümle kurmaktadır.
Yazar, İŞİD’çi, cihatçı, Hizbullahçı anlayışın ürünü olarak gerçekleştirilen soykırımı, tanrı ile bağ kurmaya çalışılan “insanlık halleri” diye tanımlamaktadır! Yazarın yaşanan soykırımı bu şekilde tanımlayarak vahşetin yarattığı negatif etkiyi yumuşatmaya çalıştığı insanın aklına gelmiyor değil.
Yine yazar “İslam’ın teolojik derinliği” gibi kelimelerle süslenen aynı bölümde, “bütün bu tartışmalarımızda Türkiye’nin hukuku ve yargısı bakımında çok önemli tarihsel ve teorik derinlikler gizli” diye bir cümle kurmaktadır.
Devamında yazar, “Türkiye hukukunu adaletini bir de buralarda başlayarak kendi iç hesaplaşmasına dönüştürmeli. Belki arınma birazda buralardan gelecektir, kim bilir” diye bize adalet adına muhtemel çözümün belki de İslam’la kurulacak farklı bir ilişkiden doğabileceğini düşünmemizi istemektedir. Bu ifadelerle yazar, yüksek bir soyutlama yaparak, İslamcılığı yanlış tanıdığımızı anlatmaya mı çalışıyor?
Yazar, “İslamcılıkta gizli” olan bazı değerlere vakıf olabilir. Ancak yazarın sahip olduğu bu gizli “tarihsel derinliklerin” ne olduğunu açıklaması gerekirken, bunun yerine bir kez daha muğlaklığa başvurmaktadır. Söz konusu “gizli” değerlerin neler olduğunu açıklamayarak okuyucunun zihninde bir etki bırakmaya çalışmaktadır.
Halbuki Türk devletinin geliştirdiği İslamcılıkta nelerin gizli olduğunu Türkiye halkları çok iyi bilirler. Bu yapıda İŞİD gizli, uzak/yakın tarihte Alevilere karşı yapılmış katliamlar gizli, Hizbullah gizli. Gerçek bu kadar açıkken ve ortadayken kimse Türkiye halklarına “Türk devletinin denetimindeki İslamcılıkta” “hukuk ve yargı adına” adalet bulanabilirmiş fantezisini gerçek gibi anlatmamalıdır.
Yazar bir yanda bunları yazarken bir yandan da bunların tam tersine görüşler savunabilmektedir. Metnin zaten fazlasıyla büyümüş olan hacmini daha fazla büyütmemek için bu kadarıyla yetinmek daha doğru olacaktır.
Son olarak şu noktayı belirtmeden geçmemek gerekir.
Oldukça dikkat çekici bir durumla karşı karşıyayız. Katliam karşıtı olduğu tartışılmaz olan devrimci- demokrat yazarların ve katliama karşı direnen devrimcilerin makalelerinin de olduğu bir kitapta, katliamcı paramiliter katillerden “pozitif olabilirlermiş” biçiminde söz edilebilmekte, faşizmi savunanlar “fikir insanıymış” gibi sunulabilmektedirler. Halkların ve ezilenlerin nezdinde kanlı geçmişleri bilinen ve “ipliği pazara çıkmış” faşist/katliamcılardan, hiçbir hoşnutsuzluk duymadan söz edebilmektedir. Katliamcılar konusundaki bu hoşgörülü yaklaşım bu kadar kolay mı? Maraş katliamının acılarını yaşamış bir insan, bu yaklaşıma karşı ne hisseder acaba?
Bütün bu anlatılanlar yazarın düşünsel olarak bilinç bulandırmaya yol açan bir tutum içinde olduğunu yeterince net bir biçimde göstermektedir. Bu düşünce yapısıyla sağlıklı katliam karşıtlığı yapılamaz. Yazarın bu düşünce sistematiğiyle Maraş soykırımına ilişkin geliştirdiği düşünceleri tek tek incelemeye çalışacağız.
- YAZARIN KATLİAM HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE İDDİALARI
Yazarın konuyu ele alma yöntemini bu şekilde belirledikten sonra, bu bölümden de yazarın katliam hakkındaki genel görüşleri, iddiaları ve eleştirileri ele alınacaktır. Yazarın bu konudaki görüşleri daha önce belirtilmişti, onların ayrıntılarına girilecektir.
- Maraş kıyımının neden yapıldığına dair
- Demokratik kamuoyunun tasfiyesi, 12. Eylül’le taçlandırılma mı?
Yazar, kullandığı yönteme uygun olarak, katliam hakkında bilinenleri ve yazılanları “saygın çalışmalar” örtüsüyle saklamaya çalışarak kendisine yer açmış ve o yolda devam etmiştir.
Bu durumda sözde iddiası olan birisi olarak, yazarın Maraş soykırımının neden yapıldığına dair, açık, net ve anlaşılır bir değerlendirme yapmış olması beklenirdi. Maalesef yazarın bütün yazdıklarından Maraş soykırımının neden yapıldığına ilişkin, gerekli netlikte bir açıklama bulmak mümkün olamamaktadır.
Bu anlamda yazara göre Maraş katliamı “Türkiye’nin aydınlarının yarattığı demokratik kamuoyunun tüm unsurlarıyla tasfiye edilmesine yol açmış,…..12. Eylül darbesiyle “taçlanmıştır.” s. 30
Yazar aynı görüşü, yine s. 30’da “Bu anlamda 12. Eylül darbesinin kurucu şiddetidir katliam” diye ifade etmiştir. Başka mecralardan da yazar, bu görüşünü tekrarlayarak Maraş katliamını “kurucu suç” olarak nitelemiştir.
Bu görüşünün devamı olarak yazar, Maraş soykırımından sonra “cumhuriyetin yeni ittifaklarla yeniden inşası”nın sağlandığını belirtmektedir. s. 236
Yapılan bu alıntılarla yazarın Maraş soykırımının neden yapıldığına dair düşüncelerini anlamak mümkün olmaktadır.
Yazarın Maraş katliamının neden yapıldığına dair karmaşıklaştırılmış olan görüşlerinin sadeleştirilmiş hali şudur. “Maraş soykırımı, demokratik kamuoyunun tasfiye edilmesine yol açan ve 12. Eylül’e giden yolu açmak için işlenmiş “kurucu suç” veya uygulanmış “kurucu şiddettir”
Bu tez, birazdan göstermeye çalışacağımız gibi, yazarın iddiasının aksine, yeni de değildir, patenti yazara da ait değildir. Bu tez Maraş soykırımının neden yapıldığına dair tam doğruyu değil, doğrunun bir bölümünü ifade etmektedir, o nedenle eksik ve yanlıştır.
Maraş soykırımı tek başına 12. Eylül faşist darbesine gerekçe oluşturmak amacıyla yapılmamıştır. Konjektürel nedeni bu olsa da Maraş soykırımının bir de stratejik nedeni bulunmaktaydı. Bu soykırımın ikinci ve stratejik nedeni Türk devletinin temel “etnik ve dinsel arındırma”, yani soykırım politikasını uygulama isteği ve ihtiyacıydı. Çünkü o dönem Kürt halkı bastırılmış olan özgürlük mücadelesine yeniden başlamıştı ve bu amaçla önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. Ayrıca Alevi toplumu yaşanan demokratik gelişmelerin en önemli toplumsal dayanağı durumundaydı. Halbuki Kürtler ve Alevileri bu devletin soykırım ve asimilasyon yöntemleriyle yok etmek istediği toplumlardı.
Türk devleti, Kürt halkının kitlesel yoğunluğunun ve gücünün bilincindeydi. Kısa sayılacak bir süre önce Kürt halkının direnişlerini somut olarak görmüş, yaşamış ve askeri ve fiziki zor yoluyla ancak bastırabilmiştir. Bu halkın yeniden örgütlenmeye ve özgürlük talep etmeye yönelmesi devletin stratejik temel korkusuydu. Ayrıca devrimci kurumların toplumsal tabanı olan Alevilerin örgütlenmesinden ve haraketliliğinden de rahatsız olmaktaydı.
Devlet, Kürt halkının ve Alevilerin yapabileceklerine dair, geniş ve kapsamlı bilgiye ve tecrübeye sahipti. Dün yok edemediği Kürt ve Alevi toplumunun tarihsel direnişlerle beslenen yapısının bir örgütlülüğe dönüşmesinin tehlikesi, devleti korkutuyordu. Bu dönemde devletin korkusunu büyüten tarihi bir gelişme daha yaşanmış, devletin korktuğu olmuş, 1978 yılının kasım ayında PKK kuruluşunu ilan etmişti.
Tam da bu gelişmelerden dolayı devlet, soykırım politikalarını gündemleştirerek hem mevcut toplumsal mücadeleyi bastıracak hem de Kürt halkına ve Alevilere karşı uygulamak istediği “etnik ve dinsel arındırma” uygulamasına yeniden başlamış olacaktı. Böylece Türk devletinin iki güncel ve temel politik ihtiyacının örtüşmesi, Maraş soykırımının yapılmasının nedenleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Türk devleti örtüşen “toplumsal mücadeleyi bastırma” ve “etnik ve dinsel arındırma” sorunlarının çözümüne hizmet etmesi amacıyla Maraş’ta ve diğer alanlarda söz konusu soykırımları planlamış ve gerçekleştirmiştir.
Bu anlamda Maraş soykırımından önce aynı nedenlerle, özellikle Alevilerin ve Kürtlerin yaşadığı ve kıyım yapma koşullarının kolayca yaratılabileceği Elazığ’dan Pazarcık’tan ve Elbistan’dan da benzer katliamlar planlanmış, girişimleri olmuş, Sivas ve Malatya’dan katliamlar yapılmıştır.
Bu şekilde pratikleştirilen katliam ve soykırım politikalarının devamı ve sonucu olarak 1978 yılının Aralık ayından da Maraş soykırımı gerçekleştirilmiştir. Aynı politika, aynı yöntem ve aynı araçlarla 1980 de Çorum’da, 1993’de Madımak’ta 1995’de Gazi’de devam etmiştir
Sonuç olarak Maraş soykırımının Kürt- Türk Alevilere yönelik “etnik ve dinsel arındırma” yani soykırım amacıyla yapıldığı gerçeğini görmeden, sadece “12. Eylül faşist darbesinin yolunu açmak için” yapıldığını söylemek, eksik ve sorunlu bir açıklamadır. Yazarın Maraş soykırımının Kürtlerle ve Kürdistan gerçekliğiyle ilgisini görmezden gelmesi, bunu yokmuş gibi davranması, gerçeklere karşı tutum almasının sonucu olarak yorumlanabilir. Zaten böyle olduğu yazarın yazdıklarından da anlaşılmaktadır. Yazar zevahiri kurtarmak adına birkaç yerde Alevi Kürtler kavramını kullanmıştır. Ama Maraş soykırımının bu kavramlarla ifade edilen gerçekliğine uygun bir yaklaşımdan ısrarla uzak durmuştur.
Halbuki Maraş soykırımının yapılmasının nedenlerinden birisinin Kürt halkının özgürlük mücadelesi olduğuna dair ortaya konulan bu gerçekler, soyut iddialar veya yorumlarla çıkartılan sonuçlar değil, somut gerçekliklerdir ve devletin ilgili dokümanlarından görmek çok mümkündür.
Belirtilen bu önemli yanlışlığın dışında yazar, yukarıdaki alıntılardan görüldüğü gibi, 12. Eylül ile Maraş katliamı arasındaki ilişkiyi, “kurucu şiddet” “kurucu suç” vs. olarak tanımlamaktadır. Ayrıca yazarın cumhuriyetin yeniden inşaasından söz ettiği de bilinmektedir. Anlatımlarına birlikte bakıldığında yazar, “Maraş katliamının yapılmasının sonucunda 12. Eylül geldi ve bunun üzerine devlet yeniden yapılandırıldı.” Bu iddiaya konuyla ilgili hiç kimse “evet doğrudur” demez. Ama farklı kelimelerle anlatarak yaratılan illüzyonist ve demagojik etkiyle sanki bu çıkarım doğruymuş gibi bir algı oluşturulmaktadır.
Gerçeği açığa çıkartmak için iki soru geliştirmek gerekiyor. Birincisi Maraş soykırımı, neyi veya hangi devleti yıkmıştır? İkincisi, Maraş soykırımı yıktığının yerine neyi koymuştur veya yıktığı devletin yerine hangi devleti kurmuştur? Maraş soykırımıyla Türk devletinin yıkılmadığı açık, ortada. Maraş soykırımının yeni bir devlet kurmadığı da kesindir.
Maraş soykırımından yaklaşık bir yıl sonra, Kasım 1979’da, Ecevit hükümeti yıkılmış, Demirel hükümeti kurulmuştur. Demirel hükümeti de yine bir yıla yakın hüküm sürmüş ve 12. faşist darbesiyle devre dışı kalmıştır. Elbette bunların her birisi siyasal olarak önemli değişimler ve gelişmelerdir. Ancak bunların hiç birisi bir devletin yıkıldığı yeni bir devletin kurulduğu gelişmeler ve değişimler olarak değerlendirilemezler.
Siyasal iktidarlara, darbelerle el konması ayrı bir süreçtir katliamlar veya soykırımlar ayrı süreçlerdir. Katliam veya soykırım olmadan da siyasal iktidarlar, darbelerle veya başka zor yöntemleriyle değişebilirler. Aynı şekilden siyasi iktidarlar değişmeden de katliamlar ve soykırımlar yapılabilir. 1980’den sonra birçok katliam ve soykırım pratikleri yaşatılmıştır. Ancak bunlardan dolayı bir darbe yapılmamıştır. Veya 28. Şubat ve 27. Nisan muhtıraları yaşanmış, ancak ne bu darbelerin yapılması için ne de bu darbeler yapıldı diye bir soykırım pratiği yaşanmamıştır. Darbelerle soykırımlar/katliamlar birbirleriyle zorunlu ve mutlak bir bağımlılık içinden değildirler. Aynı şekilden darbelerle soykırımlar ve katliamlar, birbirlerinin sonucu veya koşulu da değildirler.
Yazarın belirtilen şekilde Maraş kırımını sadece 12. Eylül faşist darbesiyle bağlantılı olarak açıklamaya çalışması hem gerçeklere aykırıdır hem de katliamlara ve faşizme karşı mücadeleye sekte vuran bir tutumdur.
Öte yandan Türk devleti, 12. Eylül faşist darbesiyle, “bekasını” güvenceye alan tadilatlar yapmış, kendisini “tahkim” etmeye, böylece varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Ancak Türk devleti bunu yaparken, yazarın sandığı ve iddia ettiği gibi, ittifaklarını değiştirmemiş, yeni müttefikler edinmemiş, var olan müttefiklerinden herhangi birisini tasfiye etmemiştir. Dolaysıyla yeniden bir cumhuriyetin inşası söz konusu olmamıştır. Devlet 12. Eylül darbesinin öncesinden de sırasından da sonrasından da aynı faşist Türk devletiydi. Bu devlet, belirtilen süreçlerde varlığını korumuş ve sürdürmüştür. Türk devletini elinde tutanlar, 12. eylül öncesinden de sonrasından da sömürgeci Türk sermayedarları, emperyalistlere bağımlı büyük tüccarlar, finans merkezleri ve bir avuç yüksek bürokrat ve askeri yöneticilerdi. Bu sömürücü ve sömürgeci güçlerin birbirleriyle olan çelişkileri, çeşitli avantajlar ve sonuçlar yaratabilir. Ancak bu eğemenlerin ve bunların egemenlik aracı olan devletin niteliğini değiştirmez. Her hâlükârda adı geçen sınıf ve klikler, halk düşmanlığı özelliklerini sürdürmüşlerdir.
Peki, Maraş soykırımının sadece 12. Eylül faşist darbesine giden yolu döşeyen bir süreç değil aynı zamanda bir etnik ve dinsel arındırma, yani soykırım olduğu gerçeği neden soykırımın yaşandığı dönemden değil de daha sonra gündeme getirilmiştir, diye sorulabilir. Böyle olmasının anlaşılır nedenleri bulunmaktadır.
O günün koşullarında Türkiye devrimci hareketinin önemli bölümü, devletin Kürt halkı ve Alevi toplumuyla ilgili bu değerlendirmelerin ve yaklaşımın ayırdında değildi. Türkiye devrimci hareketi, Kürt halkının varlığını kabul ediyor ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine genel olarak yakın duruyor, programatik olarak sahipleniyordu. Ayrıca Kürt halkının örgütlülükleri de gelişmeye başlamıştı. Alevilerin inanç özgürlüğü talebi de devrimcilerin sahip çıktığı bir talepti.
Ancak Türkiye devrimci hareketi ve Kürt halkının devrimci örgütleri Kürt halkının özgürlük mücadelesinin değiştirici, dönüştürücü gücünü ve etkisini tam olarak görebilmiş değillerdi. Alevilerin bu devlet açısında yarattığı korku da, devrimci kurumlar tarafından çok bilinmiyordu. Kısacası Türkiye- Kürdistan devrimci demokratik kurum ve çevreleri, devletin Kürt sorununa yaklaşımını doğru ele alamadıkları için, bu kıyımın Kürt sorunuyla ilişkisini de doğru tespit edememişler, yapılanın bir soykırım olduğu gerçeğini gözden kaçırmışlardır.
İkincisi Maraş soykırımının 12. Eylül faşist darbesine giden yolu açmak için yapıldığı iddiası, kıyım yapıldıktan hemen sonra, sıkıyönetim koşulların yarattığı karanlık atmosferden ileri sürülmüştür. Konuyla ilgili kapsamlı analiz yapma imkânı bulunmuyordu. Devrimci demokratik kurumların, yayınların akademisyenlerin çalışma olanakları çok yönlü olarak sınırlandırılmıştı. Devamında gelen 12. Eylül faşist darbesi, söz konusu sınırlı koşulları tamamen ortadan kaldırmıştı. Dolayısıyla Maraş soykırımına ilişkin olarak geliştirilen bu argüman, uzunca bir süre farklı herhangi bir açıklama yapılamadığı için Maraş soykırımının nedeni olarak anlatılmış ve kabul görmüştür.
Ancak daha sonra yapılan araştırmalarla Maraş soykırımının tek nedeninin “12. Eylül faşist darbesinin yolunu açmak olmadığı, ayrıca bir “etnik ve dinsel arındırma”nın, yani bir soykırımın gerçekleştirildiği anlaşılmıştır. Dolayısıyla yazarın Maraş soykırımının nedenlerinden birisi olarak ileri sürdüğü “12. Eylül faşist darbesine giden yolu açmak argümanı eksiktir.
Yazarın görüşlerinin içerik olarak yanlışlığının dışından, konuya yaklaşımındaki yöntem de sorunludur. Yazar, ilk olarak, Maraş katliamının neden yapıldığını, daha çok ve esas olarak, katliamın yarattığı sonuçlara bakarak izah etmeye çalışmıştır. Halbuki bu yöntem yanıltıcıdır, ciddi bir yanlışlıktır ve hatalı sonuçlara götürür.
Neden ile sonuç her zaman örtüşmeyebilir veya sonuç sadece bir nedenle gerçekleşmiş olmayabilir. Baş ağrısı için Aspirin içersiniz ama ters etki yaparak mide bulantısı yaşamanıza yol açar. Veya bir eylemi bastırmak için polis şiddeti kullanırsınız, ama kitlesel bir kalkışmaya yol açar, bu şiddetiniz. 1971’de devletin devrimcilere yaptığı baskılar farklı sonuçlar yaratmıştır. Gerek toplumsal hayat gerekse kişisel hayat bunun sayısız örnekleriyle doludur. Çünkü kişisel hayat da toplumsal siyasal hayat da dinamik, değişken ve komplikedir. Her an değişebilir farklı ve beklenmedik sonuçlara yol açabilir. O nedenle toplumsal bir kuralın net olarak tespit edilemediği her toplumsal olgu kendi gerçeklikleri üzerinde anlaşılabilir.
İkinci olarak yazarın esasında Maraş soykırımının neden yapıldığını, aldatıcı yöntemlerle geçiştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Çok bilen bir görüntü verilmiş olan kelime ve kavramlar okuyucuyu yanıltmamalıdır. Yazar bu kelimelerle yapılan hatalı değerlendirmeyi savunmaya çalışmış ancak cesur da davranmamış ne dediğinin anlaşılamayacağı bir ezop dili kullanarak kaçmanın yolunu döşemiştir. Laf arasında Maraş kıyımının nedeni olarak bir şeyler söylüyor gibi görünse de işin aslı tam ve net olarak bir şeyler söylememiştir. Çünkü soykırımın neden yapıldığının somut olarak ortaya konması, kimlerin yaptığından tutalım da daha birçok konuda yazarın görüşlerinin çürütülmesine yol açacaktır.
Dolayısıyla yazar Maraş soykırımının neden yapıldığı sorusuna özel olarak geliştirdiği yeni ve özgün bir cevap vermiyor, verilmiş cevapları kabul etmiyor, bu cevapları çürüten bir argüman da geliştirmiyor. Çünkü yazarın amacı soruların veya sorunların cevabını aramak değil, sadece verilen cevapları tartışarak, güvensizlik yaratmak ve kafa karıştırmaktır.
- Sol- sosyalistlerin ve Alevi Kürtlerin merkeze yerleşmesine dair
Yazar, Maraş soykırımını, s. 32’de “Maraş’ta sol sosyalistlerin Alevilerin ve Alevi Kürtlerin toplumsal merkeze doğru yerleşmeye başlamaları, kurulu siyasal merkezin geleneksel bastırma refleksini harekete geçirmiştir” diye değerlendiriyor. Buradan da yazar, Maraş soykırımı, “Aleviler Maraş’a yerleştikleri ve güç sahibi oldukları için yapılmıştır” bayat tezine sarılmaktadır. Bu iddia da hem yeni değildir hem de doğru değildir. Aynı şekilde ve kıyımdan hemen sonra geliştirilmiştir. Somut verilere bakıldığında gerçekliklerin başta türlü olduğu daha açık olarak görülebilmektedir.
Özellikle “Alevilerin merkeze yerleştikleri” argümanı, Maraş’ta yaşanan sosyal gerçekliğe uygun değildir. Soykırımdan birkaç yıl önce yoğunlaşan Maraş’a Kürt- Türk Alevi göçü, şehrin demografik yapısını değiştirmediği gibi değiştirmeye aday bir durumdan da değildi. Ayrıca söz konusu göç, şehrin ekonomik parametrelerini de değiştirememiştir. O tarihlerden Maraş’taki Kürt- Türk Alevi nüfus oranı %10-15 civarındaydı. Maraş’ın ekonomisinden Kürt- Türk Alevi kesiminin ağırlığı çok azdı ve ne kadar gelişirse gelişsin kısa süreden niteliksel bir gelişme söz konusu olamazdı. Kürt- Türk Alevilerin Maraş’ta hiçbir fabrikası yoktu. Maraş’ta bulunan hiçbir acentelik Türk- Kürt Alevilerin değildi. Maraş’ın büyük tüccarları veya büyük toprak ağaları arasından hiçbir Kürt- Türk Alevi bulunmamaktadır. Kısmen biraz daha fazla toprağı olan birkaç Kürt- Türk Alevi ise durumu değiştirecek düzeyde değillerdi. Daha önemlisi Maraş kıyımında bazı Türk devrimci demokrat arkadaşın dışında, katledilenlerin ezici çoğunluğu yoksul Kürt- Türk Alevileriydiler.
Dolayısıyla yazarın iddia ettiği gibi, Maraşlıların “geleneksel bastırma refleksini harekete geçirecek” düzeyde Maraş’ın merkezine yönelik bir Kürt- Türk Alevi yerleşimi söz konusu olmamıştır.
Ayrıca Maraş soykırımını, nüfus veya ekonomik durum gibi argümanlarla tarif etmek, devletin soykırımcı/katliamcı yapısının gizlenmesine yol açacağı için de yanlıştır.
Katliamcı/soykırımcı mekanizmayı harekete geçiren bir tek argüman vardır, o da devletin Maraş’ta yapılmasına karar verip, planlamasını yaptığı, “etnik ve dinsel arındırma” ve toplumsal mücadeleyi bastırma amaçlı soykırımdır. Devletin ilgili aparatları bu amaçla faşist paramiliter katilleri örgütlemiş, katliamcı güruhu motive etmiş, harekete geçirmiştir. Yazar bu gerçeği çürütememiş, ama hafızalarda silmek için elinden geleni yapmıştır.
Halbuki bu gerçeği görünmez kılmak, kamufle etmek, katliamcı, soykırımcı asimilasyoncu devlete karşı mücadeleye zarar vermekten başka hiçbir sonuç yaratmayacaktır. Katliamlara maruz kalmış olan hiç kimse böyle bir sonucu doğuran bir yaklaşıma sıcak bakmayacaktır.
- Maraş soykırımını kim veya kimler, hangi mekanizmaya yaptılar?
Yazarın yukarıdaki sorulara da kendince cevap vermeye çalıştığı görülmektedir.
Yazarın s. 39’daki makalesinde, “Katliamı kim yaptı” ara başlıklı bir bölüm de bulunmaktadır. Okur ara başlıkta ki soruya bakarak bu başlık altında Maraş soykırımının sorumlularının deşifre edileceğini düşünebilir. Ancak ne yazık ki bu başlık altında yazılanların bir tek cümlesinden veya kelimesinden Maraş soykırımını kimlerin yaptığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Dolayısıyla ara başlıkla sorulan soru cevapsız kalmış, ama bu yolla sanki bu soruya cevap veriliyormuş algısı yaratılmıştır.
Buna rağmen metinlerin çeşitli bölümlerinden ve yazarın başka mecralarda yaptığı açıklamalarda katliamın sorumluları olarak kimleri belirlediği tespit edilebilmektedir.
Buna göre kitapta yer alan makalelerinin birisinde yazar, Maraş soykırımını, “resmi devlet görevlilerin ve siyasi parti başkanları, zamanın başbakanı ve içişleri bakanına ulaşan” s. 26. Bir silsile içindekilerinin yaptığını belirtmiştir.
Bir başka yerde yazar, “Beyaz yakalılardan devlet seçkinlerine kadar uzanan bir resmi failler silsilesi açıklıkla ortaya konulmaksızın adil biçimde çözülemez. Çünkü katliam siyasal sistemin temel bir ürünüdür.” s. 256.
İlk alıntıdan bütün açıklığıyla görüldüğü gibi yazar, soykırımın sorumluları olarak geniş bir skalada sorumlular belirlemektedir. Bunların içinde resmi devlet görevlileri var ama resmi olarak devlet yok.
Devleti kurumsal kimliğiyle dışarda tutan aynı anlayış ikinci alıntının ilk cümlesinden de görülmektedir. Yazar buradan da devlet içinde bazı “beyaz yakalıların” bu katliamın sorumluları olduğunu anlatmaktadır. Yazarın mantık kurgusu, temel yaklaşımı budur. Halbuki bu katliamdan bazı “beyaz yakalılar” değil kurumsal olarak devlet sorumludur. Devletin ilgili merkezlerinde karar alınmadan, işin içinde doğrudan devlet olmadan, halklar arası dini, milli ve kültürel farklılıklardan dolayı hiçbir “beyaz yakalı”da hiçbir “şalvarlı” da böyle bir soykırım yapamaz. Bu yaklaşım, yazarın katliamlarla/soykırımlarla devletler arasındaki ilişkiyi yanlış anladığını ortaya koyan isabetli bir örnektir. En yetkili olanı da dahil bireyler devletin yöneticileri ve yetkilileridirler, ama devlet değillerdir. Tek tek devleti yönetenler, yapılan katliamlardan ve soykırımlardan elbette sorumludurlar. Ancak esas sorumluluk doğrudan devlet mekanizmasından ve katliamcı/soykırımcı politikalardandır. Devletin esas muktedirleri ise egemen olan toplumsal kesimdir, bireyler değildir. O nedenle devletler yargılanarak, soykırımcı politika ve mekanizmalar mahkûm edilerek, hesap vermeleri sağlanmalıdır. Öbür türlü tek tek suçluların yargılanması, katliamcı ve soykırımcı politikaların aşılmasına hizmet etmemekte, dolayısıyla katliamların ve soykırımların son bulmasına yol açmamaktadır. Kenan Evren ve 33 Kürt köylüsünü katleden Mustafa Muğlalı yargılamalarında ve dünyada yaşanan çeşitli örneklerde bu tür yargılamaların nasıl yapıldığı ve nasıl sonuçlandığı bilinmektedir.
Yazar, kafa karıştıran bilinç bulandıran katliam anlatısının tepki çekeceğini görmektedir. O zaman da çelişkiye düşme pahasına hemen bir kolaylaştırıcı cümle kuruyor ve “Çünkü katliam siyasal sistemin temel bir ürünüdür” diyerek durumu kurtarmaya çalışıyor. Peki madem katliam “siyasal sistemin ürünüdür” o halde neden bu iddiaya uygun olarak devleti itham etmiyor, yazar? Devleti soykırımın sorumlusu olarak yargılamak yerine, “devlet içindeki bazı beyaz yakalıları” suçlamakla yetiniyor? Aslında bunun nedeni anlaşılmaz değildir. Birincisi katliamlardan ve soykırımlardan hesap sormak isteyenlerin beklentilerini bu şekilde soyut bir kavramla sınırlandırmaya çalışıyor. İkinci olarak devleti hedefe koymayarak kolay bir katliam karşıtlığı yapmış olmaktadır.
Görüldüğü gibi yazar fikirlerini kabul edilebilir hale getirmek için bu cümleyi ambalaj cümlesi olarak kurmuştur. Yazarın esasında soykırımın sorumlusu olarak “siyasal sistemi” düşünmediği bütün makalelerinden ve aşağıda göreceğimiz metinden net olarak görülmektedir.
- Maraş katliamını “cumhuriyetçi seçkinler, milliyetçi baronlar ve İslamcı müteşebbisler mi” yaptı?
Yazarın “Maraş kıyımını kim yaptı” sorusuna verdiği en derli toplu cevap bir gazete röportajında görülmektedir. Burada yazar, “Maraş katliamının üç faili; Cumhuriyetçi seçkinler, ülkücü hareket ve sıradan halkın kendisi” diye katliamın faillerini sıralamaktadır. https://www.gazeteduvar.com.tr/orhan-ertekin-maras-katliaminin-uc-faili-cumhuriyetci-seckinler-ulkucu-hareket-ve-halkin-kendisi-haber-1506716
Söz konusu kitaptan da aynı görüşler biraz değişik bir biçimde “Cumhuriyetçi seçkinler ile yerel sahadaki milliyetçi baronlar ve İslamcı müteşebbisler” diye açıkça olmasa da ifade edilmektedir. S. 257
Yazarın yaptığı bu tanımlamayla Maraş soykırımının faillerini bulmak, sorumluları açığa çıkartmak mümkün değildir. Tam tersine böyle bir muğlaklık yaratılarak yapılan soykırımın sorumlularının gizlenmesi sağlanabilir ancak.
Nedenine bakalım. En öncesi Maraş soykırımının sorumluları olarak suçlanan bu gruplara ilişkin yapılan tanımlamalar, genel ve soyut tanımlamalardır, somut hiçbir şey ifade etmemektedir. Katliamın sorumluları olarak tanımlanan “cumhuriyetçi seçkinler” “milliyetçi baronlar”, “İslamcı müteşebbisler” kimlerdir? Bu tanımlamadan hareketle kimler itham edilecek, kimlerden hesap sorulacaktır? Bu soruların hiçbir somut karşılığı yoktur.
İki, hadi diyelim ki bunların kimler olduğu, kategorik olarak belirlendi, o zaman da fiili olarak katliamdan rol oynamış olanlar nasıl ayırt edilecek? Mesela herhangi bir “İslamcı müteşebbis,” herhangi bir “milliyetçi baron” veya herhangi bir “cumhuriyetçi seçkin” sadece bu özelliklerinden dolayı katliamcı olarak tanımlanabilir mi?
Yazarın anlatımlarından “Cumhuriyetçi seçkin” olarak dönemin başbakanı Ecevit’e ve İ. Özaydınlı’ya dikkat çekilmektedir. Bu durumda kurumsal olarak CHP’nin ve bu fikriyattaki bürokratların veya askeri yöneticilerin “cumhuriyetçi seçkin” sayıldığı düşünülebilir.
Evet, dönemin başbakanı Ecevit ve içişleri bakanı İ. Özaydınlı soykırımcıdırlar, katliamcıdırlar, suçludurlar, burası açık ve kesin. Üstelik bu belirleme yazarın belirlediği yeni bir tespit de değildir. Bu gerçek, bütün demokratik Alevi toplumu, Kürt halkı ve devrimci demokratik kamuoyu tarafından o günden beri yapılmış bir tespittir.
Peki soykırımdan dolayı itham edilecek olan Ecevit ve İ. Özaydın dışında başka “cumhuriyetçi seçkinler” kimlerdir? Öyle ya bu katliamı adı geçen söz konusu iki soykırımcı tek başına yapmış olamayacaklarına göre yazarın, diğer “cumhuriyetçi seçkinleri”nin kimler olduklarını en azında işaret etmesi gerekmez mi? Mesela bu cumhuriyetçi seçkinlerden birisi, o dönem Maraş CHP milletvekili Hüseyin Doğan veya Maraş CHP ileri gelenlerinden Musa Funda ya da CHP’nin atadığı bürokratlardan YSE müdürü Fevzi Onaç, Milli Eğitim Müdürü Kasım Koç olabilir mi? Bu insanların dördü de CHP’nin Maraş’taki ileri gelenleridir. Bunlardan dönemin CHP milletvekili Hüseyin Doğan’ın çektiği acılar ve katliamcılara karşı sürdürdüğü mücadele, demokratik kamuoyu tarafından unutulmadı. Dönemin CHP Maraş milletvekili adaylarından Musa Funda, komşusu Musa Sunaları korumak için onların evinde, elinde otomatik silahıyla direnerek, katliamcıların içeri girmelerini engelledi, bundan dolayı vahşice, vurularak ve yakılarak katledildi. CHP’nin yerel bürokratlarından YSE Müdürü Fevzi Onaç, Kürt Alevi bir yurtsever olarak katliam esnasında halkı koruduğu için devletin hışmında kurtulamadı ve katledildi. CHP’nin yerel de ileri gelenleri olan bu insanları “cumhuriyetçi seçkin” olarak sayalım mı?
Yazarın katliamcı olarak itham ettiği bu “cumhuriyetçi seçkinler”den birisi de CHP’ye oy vermiş olan ve bu nedenle boğazlanarak Ecevit’e kurban edilen Toklu soyadlı aile olabilir mi diye de insan düşünmeden edemiyor. Bu gerçekler ortadayken kim olduklarının bile ortaya konamadığı, “cumhuriyetçi seçkinler” gibi muğlak bir kavramla katliam sorumlularını anlatmak, gerçeklere karşı saygısızlıktan başka hiçbir şey değildir.
Yazar, kıyımın sorumluları olarak ayrıca “Milliyetçi baronlar” diye bir toplumsal/siyasal kesimden söz etmektedir.
Yazarın bu tanımlamayla esas olarak ve bir an için MHP ve ÜGD’yi kastettiğini varsayalım. Yazarın bu tanımlaması da topumun bilincinde yer etmiş olan gerçekleri karartmak için geliştirilmiş bir tanımlamadır. Bir defa “baron” sözcüğü negatif bir çağrışım yapmayan, tam tersine Avrupa’da soylulara ve şövalyelere verilen bir unvandır. Bu ifadeyle yazar, söz konusu faşist MHP ve ÜGD’li katilleri “soylu şövalyeler” olarak onurlandırmış olmaktadır. Yazarın yanlışlıkla veya bilmeden bunu yapmış olabileceğini düşünmek gerçeği ifade etmeyecektir. Gerek genel liberal düşünce sistematiğine ve gerekse Maraş soykırımını nasıl anladığına bakıldığından, yazarın faşist MHP ÜGD katillerini soylu şövalyeler olarak görmesi çok anlaşılmaz değildir.
Ayrıca “milliyetçi baronlar” tanımlamasındaki milliyetçiliğin faşizmi ifade etmediği de bilinmektedir. Bu iki kelime yan yana getirilerek oluşturulan kavramla MHP’nin ve ÜGD’nin faşist paramiliter katiller oldukları gerçeği gizlenmiş olmaktadır.
Üstelik bu faşist yapılanmanın böyle bir kavramın arkasına saklanmasına hiç gerek olmadığı halde yazar kraldan çok kralcılıkla böyle bir role soyunmuştur. Çünkü bu faşist çete yapılanmaları sıkıyönetim mahkemesinde yargılandılar ve devletin bin bir türlü takla attırmalarıyla cezalandırılmaktan kurtarıldılar
O nedenle ve özetle, faşist MHP ve ÜGD bu kıyımı fiilen önderlik eden ve icra eden paramiliter katillerdir. Ve bunların açık adlarıyla, faşist katliamcılar olarak ifade edilmemesi normal bir yaklaşım değildir.
Burada bir ayrıntıya daha değinmek gerekiyor. Soykırımcı ülkücü faşistler, “ellerinde uzun namlulu silahlarıyla ve maskeli yüzleriyle” katliamcı güruhu yönetmişler, sevk ve idare etmişlerdir. Ayrıca bunların ağa babaları olan faşist MHP, MHP Maraş milletvekili M. Yusuf Özbaş, AP’den seçilen belediye başkanı Ahmet Uncu’da bu katliamın organizasyonunda doğrudan ve en etkili biçimde rol almışlardır. Dolayısıyla “ülkücüler* milliyetçi baronlar” denilen faşist yapılanma hem kurumsal olarak hem bağlı olduğu MHP kanalıyla hem de dışarıdan getirtilmiş faşist kadrolarıyla bu sürecin fiili sorumlusudur, sadece başka katliamcıların içinde sıradan bir katliamcı yapı değildir.
MHP’nin ve ülkücülerin Maraş katliamında oynadıkları bu rol, Ecevit’in arşivinde çıkan belgeden, Maraş kıyımının mahkeme dosyalarından ve dönemin basınından yer almış olmasına rağmen, yazar bunlara hiç değinmeyi gerekli görmemiştir. Bu gerçekler üstün körü geçiştirilerek bu faşist yapılanmaların suçlarının hafiflemesine yol açan bir tutum izlenmiştir.
Yazar katliamdan sorumlu olduklarını ileri sürdüğü üçüncü bir sosyo- politik grup olarak “İslamcı müteşebbisler” den söz etmektedir. Doğrusu bu iddia diğer iki iddiaya göre ayrıca açıklığa kavuşturulması gereken bir özelliğe sahiptir. Yerel de katliamı icra eden güruhun büyük ölçüde İslamcılarda oluştuğu kesindir. Devlet içinde İslamcı kliğin de katliamcılarla birlikte davrandığından kuşku duymak için bir neden yoktur. Ancak İslamcı politik yapılanmanın iddia edildiği gibi özel olarak katliamın karar vericilerinden ve planlayıcılarından olduğunu yazarın daha somut olarak ortaya koymamış olması dikkat çekicidir. Dönemin İslamcı yapılanmalarının en radikal olanı akıncılardı ki bunlar bugünün ve yakın geçmişin Hizbullah, İŞİD gibi örgütlerinden değillerdi. Ülkücü denilen faşistlerle zaman zaman yakınlaşsalar da esas olarak farklı bir sosyo- politik duruşları vardı. Dönemin soykırımlarından, katliamlarından ve siyasal cinayetlerinden adları geçmemiştir.
Bu durumda yazarın itham ettiği kesimin kim olduğuna dair belirtilen sorumluluğunu yerine getirmemiş olması basit bir eksiklik değildir. Bu yolla hedef şaşırılarak gerçek katliamcıların kendilerini gizlemesine imkân sağlanmaktadır. Böyle bir sonucun doğmaması için yazarın, yaptığı tanımlamalara uyan katliamcıların/soykırımcıların en azında kimler olduklarını, kurumlarını/konumlarını ortaya koymak durumundadır.
Bunların dışında söz konusu grupların ortaklaşmasının nasıl ve hangi politik zemin üzerinde sağlandığının da açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Öyle ya birbirlerinden her yönüyle farklı bu üç toplumsal siyasal grup, Maraş soykırımı gibi devasa bir kitle katliamını yapmak için hangi yöntem ve araçlarla ve nasıl bir mekanizma ile bir araya geldikleri de ayrıca ve özellikle belirtilmesi gereken bir konudur. Hangi sosyal siyasal program bu grupların ortaklaşma zemini olmuştur? Bu kesimlerle devletin ilişkisi ve bunların devletin politikalarını ve kararlarını belirleme düzeyleri ne kadardır? Bu sosyo- politik gruplar, bu devasa kanlı saldırıdan nasıl bir ortak siyasal sosyal sonuç beklediler ve neleri elde ettiler? Soykırımdan sonra Maraş’ta yaşanan göç, ilan edilen sıkıyönetim ve arkasından gelen 12.Eylül faşist darbesi, soykırımı yaptığı ileri sürülen bu üç grubun ortak siyasal programı mıydı? bu durumda beş faşist general bu üç grubun siyasal programını mı uyguladılar?
Konuyla ilgili bu ve benzeri sorunların cevapları verilmediği ve gerekli somut bilgiler ortaya konmadığı sürece, söylenenler sadece ayakları yere basmayan soyut iddialar olmaktan öteye geçmemektedir. Bu soyut adlandırmalarla somut gerçekler, entellektüel görünme ve fantezilerini süsleme hevesine feda edilmiş, ortaya atılan tanımlamalarla katliamcıların gerçek kimliklerinin öğrenilmesi zorlaştırılmış, kısacası devlet bu katliamın dışarda tutulmaya çalışılmıştır.
- Katliamı Maraş halkı mı yaptı?
İstismar edilmesini önlemek için bu bölümün en başına Maraş soykırımında Maraşlı soykırımcıların katliamcıların aktif katliamcılar olarak rol oynadıklarını belirtelim. 19 Aralık 1978’de soykırımın başladığı günden başlayarak 26. aralık. 1978’e kadar her gün ve her mahallede soykırım için mesai yapan 30 bin civarında katliamcı Maraşlıydı. Bunların içinde dışarıda gelen 50 veya biraz fazla paramiliter katil bulunmaktaydı. Bunlar yazarın ülkücü dediği dönemin eli kanlı katileriydiler. Geriye kalanların tamamı Maraş’ın mahallelerinden veya köylerinden getirtilmiş katliamcı güruh idi. Soykırımın gerçekliği olarak bu katliamcı güruhun hesaba katılmaması düşünülemez.
Maraş’taki paramiliter katliamcı güruhun varlığı ve bunların doğrudan katliamı icra ediyor olmaları gerçeği, Maraşlı Türk-Sünni halkın topyekûn katliamcı olarak itham edilmesini hiçbir biçimde gerektirmez, böyle bir ithamı haklı çıkartmaz. Türk- Kürt- Çerkes Sünni Maraş halkını katliamın sorumlusu olarak ilan etmek hem gerçek değil hem de halklar arası düşmanlığa hizmet eden kolaycı ama sorumlu olmayan apolitik bir yaklaşımdır. Bunları belirttikten sonra yazarın iddiasına dönebiliriz.
Yazar Maraş soykırımının sorumluları olarak işaret ettiği, “cumhuriyetçi seçkinler, milliyetçi baronlar, İslamcı müteşebbisler” soyut tanımlamalarının açıklayıcı olmadığının farkındadır. Çünkü katliamı fiilen icra eden paramiliter katiller ve eli kanlı güruh orta yerde durmaktadır. Böyle durumlarda bütün gerici liberallerin yaptığı gibi yazar da kolay yola başvurmuş ve yukarıda işaret edilen röportajında Maraş soykırımının sorumluları olarak Sünni Maraş halkını suçlu ilan etmiştir. Böylece diğerlerinden ayrı bir grup olarak “sıradan halkın kendisinin” soykırımı yaptığını iddia etmiştir. Yazar derlenen kitabın çeşitli yerlerinde “şiddet failleri” olarak, “Sünni sağ muhafazakârlar”dan ve s. 30’da “komşusu olan Alevinin evinden koltuk takımlarını çalan ve öldürme ve yaralamaya bizzat katılan ortaya yaşlı Ayşe kadın”dan ve “yargılanan çok sayıda kadın”dan söz ederek bu görüşünü güçlendirmeye çalışmıştır.
Yazar Maraş halkının katliamcı olduğundan çok emin. Yazdıklarının tamamında bir biçimde döne döne bu görüşü ifade etmektedir. s. 238’de soykırımın sorumlularından söz ederken “sorun sadece ETKO değildi, bizzat Maraş halkının kendisiydi” derken ve
- 250 “ülkücü failler ile yetinmeli miyiz?” diye sorarken Maraşlıların katliamcı olduğuna dikkat çekmeye çalışmıştır. Ancak yazar bu ifadesiyle hep yaptığı ve daha önce değindiğimiz bir algı çalışması da yapmaktadır. Bir defa soru yanlış bir sorudur. Bu soykırımı tek başına ülkücü denilen faşistler yaptı diyen, esas olarak devletin yaptığı bu soykırımın faili olarak devleti bu şekilde gizleyen veya gizlemeye çalışan hiç demokrat, devrimci, ilerici yok. İki, evet yazar ülkücüler dediği faşistler bu soykırımın fiili uygulayıcılarıdırlar. Ancak yazar “ülkücülerle yetinmeli miyiz” diye sorarken ve Maraş halkının da katliamcı olduğuna okuru ikna etmeye çalışmaktadır.
En başında bunun sosyolojik veri olarak doğru olmadığını belirtelim. Durumun anlaşılması için önce somut bilgilere bakalım. Maraş’ın o tarihteki nüfusu 150 bindir. Günlerce süren soykırıma fiilen katılanların toplam sayısı ise takriben 30 bin olarak hesaplanabilmektedir. Bu durumda geriye kalan 120 bin Maraşlı insan bu soykırıma katılmamıştır, bu bir. İkincisi, katliama uğrayan hemen hemen herkes, kendilerine sahip çıkan kendilerini korumaya çalışan Türk- Kürt- Çerkes Sünni komşularından söz etmişlerdir. Katliamcıların hedefi olan Türk- Kürt Alevileri evlerinde saklayan, korumaya çalışan çok sayıda örnek bulunmaktadır. Arada bunca yıl geçmiş olmasına rağmen katliam mağdurlarının kendilerini koruyan bu komşularıyla ilişkileri devam etmektedir. Bu durum yani Türk- Sünni halkın katliamcılara ve katliamcı saldırılara karşı çıkmaları, bizim istediğimiz düzeyde ve yeterlilikte olmamış olsa bile önemli ve değerlidir. Ayrıca unutmayalım ki yetersizliği gidermesi gerekenler de toplumsal siyasal sorumluluk taşıyanlardır.
Sonuçta ortaya çıkan verilerden görülmektedir ki Maraş halkının 120 bin nüfusluk çok önemli bir bölümü, bu soykırıma fiilen katılmamıştır. Bundan başka mağdurları koruyan çok sayıda Maraşlı Türk Sünni insan fiilen katliama karşı mücadele etmiştir.
…Yazar, soykırımla birlikte yapılan yağmaya dair ifadeleriyle de Maraş katliamını “Maraş halkı yaptı” iddiasına dayanak yapmak istemiştir. Bu da doğru değildir. Devletlerin planladıkları bu tür kıyımlarda toplumun en yoksul ve en asosyal kesimlerinin katliamcı olarak kullanılması, onlara yağmadan pay almalarının koşullarının yaratılması bu insanların katliama karar verdiklerini ve katliamı planladıklarını göstermez.
İkincisi bu iddia siyasal olarak da doğru değildir. Çünkü o yıllarda özellikle 1970’den sonra Maraş’ta sadece Alevilerin içinde değil, Maraş’ın içindeki Türk Sünni insanlarından da güçlü bir demokratik damar gelişmişti. TÖB-DER- DİSK gibi demokratik kurumların yanında belli başlı bütün devrimci yapılarında faaliyetleri, güçleri ilişkileri ve kurumları bulunmaktaydı. Maraş’ın içinde yaşayan insanlarından büyük bir demokratik- devrimci gelişme yaşanıyordu. Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun cenazesine katılan kitlenin büyük bir bölümünü söz konusu Maraş’ın içinde yaşayan demokrat insanlar oluşturuyordu. Ayrıca o yıllarda Malatya Beylerderesi’nden devlet güçleri tarafından katledilen Hasan Basri Temizalp Maraşlı bir devrimciydi.
Böyle olduğu içindir ki Maraşlı TÖB-DER’li Sarı öğretmen Ali Rıza İşbilir ve POL- DER’li polis kardeşi Hacı Veli İşbilir katliamda öldürüldüler, Mehmet Taşkesen bunun için saldırıya uğradı, yargılandı.
Yazarın “Maraş soykırımını Maraş halkı yaptı” iddiasına dair somut bilgiler bunlar. Bütün bu bilgilerden sonra, sosyolojik ve politik olarak doğru olmayan bir biçimde, Maraşlı Türk Sünni halkı katliamcı olarak suçlamak, gerçeğe aykırı olmasının dışında hakkaniyetli değildir. Daha önemlisi bu yaklaşım halklar arası kardeşliğe zarar veren, katliamcı zihniyeti besleyip güçlendiren, zararlı bir yaklaşımdır ve mahkûm edilmelidir. Toplumsal sorumluluk ve ciddiyet böyle bir yaklaşıma izin vermez. İnsanlar aklına geleni tek ve en doğruymuş gibi söyleyememelidirler.
Yazar, halkın soykırımcı olduğunu ispat etmek için çok kelime israf ediyor. s. 205’de “Toplumsal şiddet ve devlet şiddeti” diye iki şiddet türünden söz ediyor. Maraş soykırımının Maraşlı Sünni- Türklerin, Kürt- Türk Alevilere uyguladığı “toplumsal şiddet” ile “devletin şiddeti”nin birleşmesiyle gerçekleştirildiğini anlatmaktadır. Bu kavramlaştırma da sorunludur. Katliamda kullanılan şiddet, toplumun iradi olarak öznesi olduğu, örgütleyip yönettiği, egemenlerin hedef alındığı, halkın devrimci güçlerinin örgütlü şiddeti değildir. Dolayısıyla “toplumsal şiddet” diyerek bu katliamcı saldırılar masumlaştırılamazlar. Maraş soykırımından sözü edilen şiddet “devlet denetimindeki saldırgan güruhun şiddeti” olabilir ki o zaman da buna “toplumsal şiddet” denemez. Hiçbir topluluğun bir devletin teşviki, yönlendirmesi ve desteği olmadan başka bir topluma katliam ve soykırım düzeyinde şiddet uygulayamayacağını akıldan çıkartmamak gerekiyor.
Daha önemlisi “Maraş katliamı, “toplumsal şiddet” sonucu gerçekleşti, buna karşı da devrimcilerin direnişi oldu” diye anlatıldığından, bir tarafta Türk Sünni toplumu diğer tarafta Türk- Kürt Alevi toplumu olmak üzere iki grubun birbirleriyle çatışması gibi bir sonuç çıkacaktır. Bu ise tam da devletin yargılamaya esas aldığı “mukatele” tanımlamasına denk gelmektedir. Devlet Maraş soykırımını, Alevilerle Sünniler arasından yaşanan karşılıklı boğazlaşma “mukatele” olarak tanımlamış ve böyle yargılama yapmıştır. Dolayısıyla bu anlatım hem devletin istediği bir algının ve sonucun doğmasına yol açmaktadır hem de gerçeğe uygun değildir. Bu nedenle yazar karşılaştığı ve doğru bir bakış açısına sahip olmadığı için izah edemediği bu durumun içinde çıkabilmek için pogrom kavramına sarılmaktadır. Kısacası Maraş’ta yaşanan “toplumsal şiddet ile devlet şiddetinin birleşmesi” değil, devletinin doğrudan gücü, olanakları ve mekanizmalarıyla yine devletin örgütlediği paramiliter katillerin, faşist ülkücülerin ve güruhun şiddeti uygulanmıştır, bu da toplumsal şiddet değildir.
Yazarın bu görüşlerinin vardığı, varacağı yer, yani “devlet ve toplum şiddetinin birleşmesi”, Maraş soykırımın niteliğini de faillerini de gizleyen bir sonuç yaratacaktır.
Kitaptan sayfa- 228’de “komşumuz bize bunu niye yaptı?” diye bilinen kilişe soruyu yazar da gündeme getirmektedir. İnsanlar hak etmedikleri bir davranış, beklemedikleri bir travma, devasa bir alt- üst oluş, dayanılmaz bir acı yaşadıklarında, somut bir cevap aramak için değil, bir tepki ifade etmek için böyle sorular geliştirebilirler. Bu soru da herhangi bir katliam mağduru insan, tepkisini ifade etmek amacıyla sormaktadır. Yoksa bu sorunun ne somut bir cevabı vardır ne de bu soruyu soran katliam mağdurunun böyle bir cevap beklentisi vardır. Ancak yazarın bu soruyla teori kurmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Ne yazık ki böyle bir katliamı ve soykırımı, çevresini ve komşularını tanıyan düşman komşular yapabilirler. Dışarıda gelen, çevredeki insanları ve alanı tanımayan başkaları böyle bir vahşeti zaten gerçekleştiremezler. Elbette insanların komşularının bunu yapması katliamın kendisi dışından ayrıca acı vericidir. Ancak somut gerçeklik böyledir. Kürdistan’dan ellerine silah verilerek özgürlük mücadelesine veren komşularına karşı konumlandırılan Kürt korucuları, “dışarıdan” gelmemişlerdir, köyün sakini yani komşudurlar. Buna bakarak korucuları esas suçlu ilan etmek, gerçek sömürgeci suçluyu gizlemekten başka bir işlev görmeyecektir. Bu durumda doğru soru, “kim, hangi mekanizma ve hangi amaçlarla komşuları bu hale getirmiştir”, şeklinde olmalıdır. Bu sorunun cevabını aramak, katliamcı mekanizmanın açığa çıkması ve teşhir edilmesi açısından daha anlamlı olacaktır. Görüldüğü gibi yazar, Maraş kıyımının sorumluluğunu, hiç tereddüt etmeden ve bir bütün olarak Türk, Kürt, Çerkes Sünni Maraş halkının sırtına yıkabilmekte Türk, Kürt, Çerkes Sünni Maraş halkını katliamcı olarak ilan edebilmektedir.
Halbuki dünyanın hiçbir yerinde, bilinen hiçbir zaman diliminde hiçbir toplumsal grup, örgütlendirilmeden ve gerekli koşullar oluşturulmadan, yani “ortam oluşturulmadan” başka bir toplumsal gruba saldırmamıştır, saldırmaz. Bir toplumsal grubun bir başka toplumsal gruba saldırması için asgari düzeyde bir politik organizasyona ve “ortamın oluşturulmasına” ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın karşılanması politik bir program, politik bir örgüt olmadan mümkün olamaz. İşte toplumsal bir grubun katliamcı olmasını sağlayan böyle bir süreçtir.
Hem Maraş’ta hem öncesinden hem daha sonra yapılan katliamlarda bu süreç aynen bu şekilde işletilmiştir. Eğer halkın katliamcı olduğunu kabul edersek, neden asgari düzeyde demokrasinin yaşandığı ülkelerde halkların, farklı kimliklerin birbirlerine saldırmadıklarını açıklayamayız. Aynı şekilde neden Maraş’ta veya başka yerlerde, devletin dahlinin olmadığı koşullarda katliamların soykırımların yaşanmadığını açıklayamayız. Bütün farklılıklarına rağmen halkların neden her gün boğazlaşmadıklarını, nasıl bir arada yaşayabildiklerini nasıl anlatacağız?
İşin aslı şu ki halk denilen toplumsal yapı, işin içinde özel bir örgüt, yani devlet olmadan böylesine bir katliamın öznesi olamaz. Bu realite dünyanın her tarafında böyle yaşanmıştır.
O nedenle Maraş soykırımını yapan gücün devlet olduğu gerçeği ortaya konmadan, devletle bağlantılı katliamcı sosyo- politik güç odakları teşhir edilemeden, yapılan her tanımlama yanıltıcıdır, katliam karşıtı bilinci karartmaya, devletin suçunu azaltmaya hizmet eder.
Halbuki Alevi toplumunun, kurumlarının ve demokratik kamuoyunun Maraş katliamının sorumlularının kimler olduğu konusunda kafası nettir. Katliamcıların kimler oldukları ve hangi kurumlarda yer aldıkları tek tek bellidir.
Bunlar Ecevit’in arşivinde çıkan belgede, Can Dündar ile Rıdvan Akar’ın kitabından ve daha ayrıntılı ve açığa çıkartılan farklı isimler eklenerek “Maraş Kıyımı” kitabından yazılmış, gösterilmişlerdir. Okurun hoş görüsüne sığınarak aşağıdaki uzun alıntıyı yapmak gerekiyor.
Buna göre, “Maraş’a gelen CIA ajanları, Türkeş, M. Yusuf Özbaş, Necati Gültekin, Baki Tuğ, bunların yanına Şahap Homriş, Nazif Abanozoğlu ve Ecevit’in arşivinde çıkan belgede adı geçen ama açıklanmayan diğer MIT görevlileri, ÜGD’den Muhsin Yazıcıoğlu, A. Çatlı, ordudan Mehmet Ali Çeviker, Cem Ersever, mafya ve silah kaçakçılarında Ökkeş Çokuçkun, Gabriel Aktürk, eklenir ve bütün bunların yanına kolajın eksik unsurları da konursa resim tamamlanacaktır. Böylece devlet adına Maraş Katliamı’nın faillerinin en azında bir kısmını görmek mümkün olacaktır.
Maraş soykırımını fiilen başlatan ve yürüten aktif saldırganların içinde, Maraşlı faşist unsurların yanında, şehir dışından gelenler de yer almıştır….Adı geçen bu mobilize faşist unsurların içinde, Hüseyin Yıldız, Ünal Ağaoğlu, Haluk Kırcı, Mustafa Özmen, Mustafa Dülger, Remzi Çayır, Mustafa Demir, Bünyamin Adanalı, Ahmet Ercüment Gedikli, Mustafa Korkmaz ve İsmail Ufuk ile Mehmet Gürses’in de bulunduğu belirtilmiştir. Ayrıca İskenderun Demir Çelik İşletmesi’nde Fabrika Stok Kontrol Müdür Muavini olan Hayri Kuşçu, Çelik-İş Sendikası yetkililerinden Tuncay Terekli gibi isimlerinde Maraş’a gittikleri ifade edilmiştir.
Devletin ilgili kurumlarının düzenlediği bu katliamın bir mekanizmayla hayata geçirildiğini de biliyoruz. Mit, ordu, siyasal güç olarak MHP, paramiliter katiller örgütü olarak ETKO ve ÜGD bu katliamın organizasyonunu yapmışlardır. Yine Maraş kıyımında bununla ilgili sistemin nasıl işlediği de yaşanmış tecrübelerle sabittir. Devlet yukarıda belirtilen kurum ve yapılanmaları harekete geçirmiştir. Önce ortam oluşturmak için toplumsal farklılıklar kullanılarak oluşturulan güruhun ötekileştirilenlere saldırması sağlanmaktadır. Bu işlem tamamen devletin desteği ve paramiliter katillerin önderliğinde yürütülmektedir.” Maraş Kıyımı s. 391- 392
Buna rağmen yazar ne katliamın açığa çıkmış olan bu sorumlularını görüyor, ne de yeni bilgiler ortaya koyabiliyor. Soyut kavramlarla demagoji yaparak devleti aklamaya çalışıyor.
Yazarın makalelerinden neden Ecevit’in arşivinden çıkan belgeyle deşifre olan failleri kabul etmediği açıklanmıyor. Katliamın sorumluları bu kadar net bir biçimde ve devletin en “muteber” kurumu olan MİT’in raporuyla ortaya çıkmışken, bu gerçek yokmuş gibi davranmak neyin nesidir? Halbuki söz konusu edilenler somut bilgilerdir. Ama yazar sanki böyle bir bilgi yokmuş gibi davranmayı tercih ediyor. Neden? Yazarın özel olarak konuyla ilgili bildiği bir bilgi varsa kamuoyuyla paylaşmalıdır. Böyle bir bilgiye sahip değilse o zaman da açığa çıkmış olan katliamın sorumlularını neden itham etmekten kaçınıyor, bunu açıklamalıdır.
Yazar, katliamların ve soykırımların sorumluları olarak, somut olarak açığa çıkmış olan katliamcıları ve katliamcı devleti teşhir etmeye yönelmelidir. Bunu yapmayarak “Maraş katliamının sorumluları” diye, “yeni” etiketiyle tedavüle soktuğu, içi boş, devleti aklamaya hizmet eden, hiçbir açıklayıcılığı olmayan, “milliyetçi baronlar”, İslamcı müteşebbisler” ve “cumhuriyetçi seçkinler” gibi muğlak ve soyut kavramlar geliştirmek ve bunları Kürt- Türk Alevi toplumuna, yurtsever- devrimci-demokratik kamuoyuna sunmak hangi gerekçeyle izah edilebilir? Bu yaklaşım katliam ve soykırımalar karşı oluşmuş olan asgari bilinci karartmaktan başka hiçbir işlev görmeyecektir.
Yazar, Maraş soykırımı için yeni katliam müsebbipleri bulmaya çalışıyorsa bundan bir beis yok, ama yazarın böyle bir marifeti de yok. Buna rağmen MİT raporuyla açığa çıkmış olan katliamcıları, gözlerden uzak tutması, hiç yoklarmış gibi davranması, isabetli bir tutum olamaz. Yazar bütün çabasını ve enerjisini, devletin bu soykırımı yaptığını söylememeye hasretmiş ve bu sorunlu düşünce ve zihniyetini okura empoze etmeye çalışmıştır.
Bütün bu gerçekliği olmayan iddialarla yazar, katliam karşıtı kamuoyunda oluşan “Maraş katliamını devlet yaptı” kabulünü gölgelemeye çalışan bir pozisyondan durmaktadır. Daha önemlisi yazarın geliştirdiği sözde argümanların büyük bir kısmının vardığı son nokta, soykırımın sorumluları olarak devlete birkaç suç ortağı yaratarak devletin suçunu hafifletmeye hizmet etmektedir.
- Soykırımın tanımı, niteliği ve kapsamı üzerine
Yazar Maraş katliamının tanımı, kapsamı, içeriği ve niteliği konusundan da birçok iddialarda bulunmaktadır. Bu iddiaların önemli kısmına değinilmesi gerekiyor. İlk olarak Maraş soykırımının nasıl anlaşılması gerektiğine, daha sonra da Maraş’ta yaşanan toplu insan kıyımının, “katliam mı soykırım mı pogrom mu” olduğu konusuna değinilecektir.
- Pogrom nedir ve Maraş soykırımı mıdır, pogrom mudur?
Yazarın patentinin kendisine ait olduğunu ve ilk defa dillendirildiğini söylediği iddiaların birisi de Maraş soykırımını “pogrom” olarak tanımlamasıdır. Yazar, “Maraş Katliamı’nı bir katliam olarak değil, bir “pogrom” olarak görüyoruz” diyerek bu görüşlerini belirtmektedir. S. 22
Bu durum yazarın “pogrom” ile “soykırım” arasında bir fark gördüğünü veya bir fark “tesis ettiğini” göstermektedir. Yazarın katliam/soykırım ve devlet konularına sorunlu yaklaşımı “pogrom” konusundan da ortaya çıkmaktadır. O nedenle yazar, genel geçer anlayışın dışından, “pogrom” derken neyi anladığına, neyi anlatmak istediğine dair yeterince açıklayıcı bir argüman geliştirememektedir.
Konunun birkaç boyutuyla, ama önce pogrom ve soykırım kavramlarının neyi ifade ettikleri yönüyle ele alınması gerekiyor.
Soykırım bilindiği gibi, 1939 da ise Hitler’in Yahudilere yaptığı toplu insan kıyımının 1945 yılında BM tarafında kabul edilmiş ve dünya haklarının gündemine oturmuş bir insanlık suçunun tanımlanmasıdır. Soykırım tanımının temel özelliği, etnik ve dinsel farklılıklarından dolayı bir toplumsal grubun yok edilmek amacıyla saldırıya uğraması olarak belirtilebilir.
Pogrom Rus Çarlığı’nın 1881 yılından Yahudilere karşı Yahudi oldukları için uyguladıkları “toplu insan kırımı”dır. Henüz Ermeni ve Yahudi soykırımının yaşanmadığı ve Latin dillerinden soykırım kavramının somut bir olguyu tanımlamak amacıyla kullanılmadığı bu koşullarda Rusların yaptıkları soykırıma “pogrom” denmiştir. Dolayısıyla Rus devletinin Yahudilere karşı yaptığı bu kırım yani “pogrom” ayrı bir toplu insan kırımı kategorisi değil, soykırımın Rus diliyle ifade edilmesidir. Dersim soykırımına “tertele” denmesi gibi.
Bu iki toplu insan kıyımının ikisinin de ortak özelliği “etnik ve dinsel kimliklerinden dolayı bir grup insanın yok edilmesi veya yok edilmek amacıyla saldırıya maruz kalmasıdır.” Tabii farklılıkları da bulunmaktadır. En çok dikkat çekici farklılık olarak, organizasyonu yapan devletin pogromlarda doğrudan kendi güçlerini kullanmak yerine paramiliter kadroları ve birçok araç kullanılarak oluşturulmuş olan güruh aracılığıyla bu toplu kıyımları yapmış olmasıdır. Hiç unutulmaması gereken temel ve ortak özellik, her iki toplu insan kıyımına karar verenin, planlayanın ve gerçekleştiren gücün devlet olduğu gerçeğidir. Sadece pratik katliamcı olarak kullanılan unsurlar değişmektedir.
Katliam ise etnik ve dinsel nedenler dışında gerçekleştirilen toplu insan kırımları olarak tanımlanabilir. Buradan da asıl fail her zaman devlet olmuştur. Katliamların soykırımlardan farklı olan özelliği, katliamların daha politik gruplara yönelik olarak yapılmış olmasıdır.
Somut örnekler üzerinden gidilirse konu daha iyi anlaşılacaktır. Bu topraklarda gerçekleştirilmiş olan Ermenilere, Rumlara, Koçgiri’den ve Dersim’de Kürt Alevilere değişik zamanlarda Kürtlere yapılan toplu insan kıyımları soykırımdır. Bunlara Osmanlı ve Türk devleti karar vermiş, asıl olarak devlet güçleri ile beraber açığa çıkartılan güruh tarafından pratikleştirilmişlerdir.
Öte yanda 1. Mayıs 1977, 16. Mart. 1978, 2015 Ankara Gar, 2015 Suruç ve daha birçokları katliamdırlar. Bunları da devlet yapmıştır, kimisinde doğrudan kendi kadrolarıyla 1.Mayıs. 1977’de olduğu gibi, kimisinden de yazarın ülkücüler diye anlatmaya çalıştığı dün M. Agar’ın yakınlardan da A. Davutoğlu’nun “iyi çocukları” aracılığıyla yapılmıştır.
Soykırım suçuna ilişkin çok yönlü tartışmalar devam etmektedir. Bu tartışmaların sonunda BM bazı toplu insan kıyımlarının soykırım olarak tanımlanması gerektiğini kabul ederken bazı toplu insan kıyımlarının soykırım olduğunu kabul etmemektedir. Çünkü BM’ye üye olan ve gücü elinde tutan devletlerin hemen hemen tamamı soykırım suçunu işlemişlerdir. Soykırım suçunun doğru değerlendirilmesi bu devletlerin hepsinin suçluluğunu ortaya çıkartacaktır. O nedenle soykırım tanımının keyfiyetçi davranarak en dar şekliyle değerlendirmektedirler.
Bu genel bilgilerden sonra Maraş kıyımının soykırım mı pogrom mu olup olmadığına bakabiliriz. Yazar, göre katliamı iki toplumsal grup arasında yaşanan boğazlaşama olarak tanımlıyor. Pogromu ise devlet güçlerinin de bir biçimde katıldığı bir toplu insan kıyımı olarak tanımlıyor.
Yazar kendi ifadeleriyle şöyle anlatıyor. “… 19-26 Aralık 1978 bir katliam değildir. Aradaki fark ise şiddetin “kamusal” destek kurumsal müdahale ve toplumsal hazırlıklarının bir arada ve birlikte yürütülmesidir. Pogromda şiddet hareketleri genellikle yasalar (örn ırk yasaları), kurumsal destekler (resmi görevlilerin tutarlı ve sürekli dahli) ve toplumsal taleplerle (linçin meşrulaştırılması) devam ederek kalıcı ve sündürülebilir bir “siyasal sisteme” dönüşür.” s. 208
Yazarın katliam ve pogrom konusunda görüşleri böyle. Yazarın yaptığı bu iki tanımlama da sorunludur, yanlıştır, ayrıntılarına aşağıda girilecektir. Bu kadarını belirttikten sonra yazarın Maraş soykırımı hakkındaki tanımına ve diğer değerlendirmelerine bakılması gerekiyor.
Yazar yukarıda belirtilen ve yaptığı tanımlardan hareketle, Maraş soykırımının pogrom olduğunu ileri sürmekte ve mealen, “Maraş kıyımı bir pogromdur çünkü halkın geliştirdiği yok edici şiddet eylemleri devlet tarafından desteklenen şiddetle birlikte kullanılmıştır. Yani iki şiddet gücü birbirlerini destekleyerek bu kıyımı yapmışlardır” diye anlatmaktadır.
Problem de tam burada başlamaktadır. Yazar devletin örgütlediği paramiliter katillerin ve katliamcı güruhun şiddetinin devletin şiddetinden ayrı olduğunu düşünmekte ve bu kabul üzerinde düşünce geliştirmektedir. Halbuki paramiliter katiller ve katliamcılar, devletin desteğine sahip olmasalar, bırakalım katliam yapmayı herhangi bir toplumsal şiddet eylemini bile yapamazlar.
O nedenle Pogrom, yazarın sandığının aksine, devletin, yok etmek istediği “etnik ve dinsel kimlikli” toplumlara karşı bizzat kararlaştırıp planladığı bir toplu insan kıyımıdır. Pogromlarda devlet farklı bir yöntem kullanarak kendisinin varlığını gizlemeyi tercih etmiş, resmi ve askeri güçlerini daha geri planda tutmuş, paramiliter katiller ve harekete geçirdiği katliamcılar vasıtasıyla planladığı toplu insan kıyımını yapmıştır. Aynı durum yer değiştirerek soykırımlardan da yaşanmıştır. Soykırımlar sadece devletin resmi güçleri tarafından yapılmamıştır. Soykırımlardan da hem paramiliter katiller hem de katliamcı güruh kullanmıştır. Ermeni soykırımından devletin resmi güçlerinden daha az olmayacak şekilde çeteler ve katliamcılar Ermeni halkına saldırmış, katletmiştir.
Diğer yanda yazar, katliamları da iki karşıt toplumun bir birbirini boğazlaması gibi ele almaktadır. Bu gerçek ve doğru değildir. Toplumlar, devlet veya devlet gibi bir örgütün özel olarak üzerinde çalışması olmadan birbirlerini farklılıklarından dolayı katletmezler, katliam yapmazlar. Etnik, dinsel farklılıklardan katliamların yaratılması ancak siyasal bir örgütün yapacağı siyasal çalışmalarla mümkündür. Burada ilginç olan bir noktayı da belirtmeden geçmek yanlış olacaktır. Yazar bu tezi rahat rahat her ortamda savunmakta yazmaktadır. İyi de 1. Mayıs katliamını, 7. TİP mensubu devrimci öğrencinin korkunç işkencelerle katledilmelerini, Suruç katliamını ve daha nicelerini hangi toplumsal grup gerçekleştirdi? Bunların hepsi katliamdır ve bunları devlet veya yazarın ülkücüler dediği devletin faşist paramiliter katilleri yapmışlardır. Buna rağmen yazarın bunları görmezden gelmesi bilgisizlikten kaynaklanmış olamaz. O halde bu demektir ki yazar okuyucu kolayca manipüle edebileceğini düşünmektedir.
Gerçek durum böyle olduğu ve pogrom kavramı ayrı bir toplu insan kıyımı kategorisi olmadığı içindir ki Maraş kıyımı bir soykırımdır. Maraş’ta devletin yaptığı toplu insan kırımı, yazarın yaptığı gibi “pogrom” gibi bir kavramla değil, doğrudan “soykırım” olarak tanımlanmalıdır. Doğru olan budur. Çünkü pogrom da bir soykırımdır.
Maraş’tan yapılan toplu insan kırımının bir “soykırım” olduğu iddiası, ilk de değil, yeni de değil, dolayısıyla orijinal da değildir. Buna rağmen yazar, bütün tezlerinden yaptığı Maraş’taki “toplu insan kırımına” ilişkin bu noktadaki tartışmanın da kendisi tarafından başlatıldığına dair bir algı yaratmaya çalışmaktadır. Öyle ya kimse bir şey öğrenmemiş, kimse bir şey yapmamış, dolayısıyla her yapılanı ilk olarak yapmak yazara kalmıştır.
Halbuki Maraş soykırımını, soykırım olarak tanımlayan şahsiyetler, yazarlar, kurumlar ilk günden beri olagelmiştir.
İlk olarak kırım esnasından şehrin valisi olan Tahsin Soylu, Maraş kıyımını “soykırım” olarak tanımlamıştır. İkinci olarak kırımdan hemen sonra, 31. 12. 1978 den, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Cumhuriyet Gazetesi’deki köşesinden, Maraş’ta yapılanı “Maraş, bir soykırım eylemine tanık oldu” diyerek tanımlamıştır.
Yine o dönem yeni örgütlenmiş olan Kürt Özgürlük Hareketi, Maraş katliamını PKK’nin başlattığı özgürlük mücadelesinin önünü kesmek amacıyla ve Kürt halkına karşı yapılmış bir “soykırım” olarak tanımlamıştır. Dördüncüsü son dönemlerden konuyla ilgili bazı yazar ve aydınlar, benzer tanımlamalar ve adlandırmalar yapmışlardır. Beşincisi, bazı demokratik Maraş kurumları, Demokratik Alevi Hareketi, Maraş katliamını soykırım olarak tanımlamışlar, ürettikleri “soykırım kıskacında Maraş, “Maraş’tan Roboski ’ye soykırımlar” sloganlarıyla bu gerçeği ifade etmişlerdir. Altıncısı katliamın “etnik ve dinsel arındırma” yani “soykırım” amacıyla yapıldığı 2011 yılında yayınladığım “Maraş Kıyımı- Tarihsel Arka Planı ve Anatomisi” adlı kitaptan ve o günden beri yayınlanan birçok makaleden ve sayısız etkinlikten, ısrarla belirtilmiştir.
Yazar yukarıda belirtilenleri duymadı, haberi olmadı, belirtilen dokümanları okumadı, bütün bunlar mümkündür ve anlaşılırdır. Ancak yazar, görmediği, duymadığı her şeyi yok sayma hakkına sahip değildir. Gerçekleri duymazdan, görmezden gelmek ve bunlar yokmuş gibi davranarak iddialar geliştirmek belki marifettir, ama doğru değildir.
Bütün bunlarla beraber, Maraş’ta olan bitenin soykırım olduğu tartışmasının geç başlaması, “soykırım” kavramının Türkiye ve Kürtdistan’dan daha geç başlamasından kaynaklandığını göz önüne almak gerekiyor. Türkiye/Kürdistan devrimci demokratik kurumlarından ve kamuoyundan “soykırım” kavramının ve olgusunun tartışılmaya başlanması son 20- 30 yıldan beri mümkün olabilmiştir. Bu durum Türkiye ve Kürdistan’dan yaşanan toplu insan kıyımlarının tanımlanması ve değerlendirilmesi konusunun da gecikmeye yol açmıştır. Yazar bu gecikmeden doğan durumu hesaba katmadan, bol bol yargıdan bulunmakta, insanları yetersizlikle, bir şey yapmamış olmakla suçlamaktadır.
Yukarıdan verilen bilgiler ve soykırım tartışmalarının geç başlamış olması gerçeği ortadayken, “Maraş katliamı hakkında ilk defa ben böyle bir tanımlama yapıyorum” demek hem gerçek değil hem de dönemin koşullarını ve gelişmelerini hesaba katmadan yapılan yanlış bir eleştiridir. “BM, soykırım tanımını kabul etmeden önce, insanlığın yaşadığı onca soykırım neden tanınmadı” diye sormak ne kadar anlamsızsa, yakın döneme kadar Maraş soykırımının neden soykırım olarak tartışılmadığını sormakta o kadar anlamsız olur.
- Maraş katliamının “imha hareketlerinin en birincisi olduğuna” dair
Yazar giriş yazısında, s. 15’de “Maraş katliamı….Türkiye tarihinin en kapsamlı imha hareketlerinden birisidir. Aslında “imha hareketlerinin birisi ve birincisidir..” de diyebilirdik ki Maraş Katliamı’nın kahredici ve unutulmaması gereken bir özelliği de budur” demektedir. Aynı tespit “Türkiye tarihinin en geniş çaplı katliamlarından birisi veya birincisi…” s. 35. diye tekrar ediliyor. Benzer şekilde Maraş soykırımı s. 239’da“Türkiye’nin son 40 yılını açıklayan bir siyasal laboratuvar” olarak tanımlamaktadır. Yazar ayrıca Maraş soykırımını “kurucu katliam” S. 15. diye de tanımlıyor.
Yazar, bu tanımlamalarla, Maraş soykırımını bu coğrafyadan yaşanmış bir dizi katliam ve soykırımdan ayrı, daha büyük, daha özel bir katliam/soykırım gibi sunmaya çalışmaktadır. “Olağanüstü bir keşif” yapılmış gibi sunulan bu tezler, içerik olarak yanlışlıkları bir tarafa, yöntemsel bir yanlışlık ta barındırmaktadır. Böylesine toplumsal olguların birbirlerinin tekrarı olmayacağı açıktır. Ancak Maraş soykırımını bu topraklarda yaşanan soykırımlardan ve katliamlardan “farklı, büyük, özel, kurucu” vs gibi tanımlarla anlatmak hem doğru değildir hem de masum değildir. Ayrıca bu yolla yazar, sözde iddialarının tartışılmasını da önlemek istemektedir.
Türkiye/Kürdistan coğrafyasından, 1915’den beri, izlenen soykırımcı politikaların sonucu olarak sayısız katliamın ve soykırımın uygulandığı dünya alemin malumudur. Bu gerçeklik karşısında neye göre, hangi kriterler esas alınarak ve hangi argümanlara dayandırılarak Maraş soykırımı, diğer kıyımlardan, soykırımlardan farklı görülmektedir. Mesela Maraş soykırımın, 1915’te Ermeni, 1921’de Koçgiri 1925’te Şeyh Sait, daha sonraki yıllarda Ağrı, Zilan ve Dersim soykırımlarından, 1977 1.Mayıs katliamından, 1978 yılından aynı siyasal ve paramiliter faşist katiller tarafından gerçekleştirilmiş olan Malatya, Sivas kıyımlarından ve daha dün yaşanmış olan Ankara Gar ve Suruç katliamlarından ve daha birçok katliam ve soykırımdan farklı kılan nedir? Farklılığın nedeni katledilen insan sayısı mı veya başka bir kriter mi?
Bu konudan yazarın makalelerinden s. 18.’de “Vahşetin yargılanması giderek vahşete uğrayanların yargılanmasına dönüştürülmüştür. Maraş katliamını diğer birçok katliamdan ayıran ilk temel özellik buradadır” diye bir ifadeden bulunmaktadır. Buradan ortaya konulan “mağdurlarında yargılanmış” olması sözde farklılığı, Maraş soykırımının bu coğrafyadan yaşanmış olan diğer katliamlardan ve soykırımlardan farklı olduğuna hükmetmek için yeterli değildir. Çünkü her şeyden önce genel olarak böyle bir fark yoktur. Daha önemlisi “Vahşete uğrayanların yargılanması ve cezalandırılması” soykırımcı politikanın genel özelliği, tamamlayıcı parçasıdır. Katliamların ve soykırımların ayırt edici bir özelliği değildir. Bu topraklarda gerçekleştirilmiş olan bu türden katliam ve soykırımlardan, Maraş’ta olduğu gibi, bir biçimde mağdurların yargılandığı kıyımlar olmuştur. Mesela soykırımcı 6-7 Eylül saldırılarında, 1978 Sivas ve Malatya saldırılarında aynı şekilde 1980 Çorum saldırılarında mağdurlar da yargılanmışlardır. O nedenle Maraş soykırımından da katliam mağdurlarının yargılanmış olması, yazarın iddia ettiği gibi Maraş soykırımının bu topraklarda yaşanmış “imha hareketlerinin birisi ve birincisi” olduğu tezini ispat etmez.
Öte yanda yazar ayrı ve özgün göstermek adına Maraş soykırımını “Türkiye’nin en kapsamlı imha hareketlerinin” birisi ve birincisi” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlama da gerçeğe aykırıdır. Ayrıca Türk devletinin soykırımcı özelliğinin gizlenmesine ve yaptığı diğer soykırımların ve katliamların sorumluluğunun hafifletilmesine yol açacaktır ki bu da doğru bir tavır değildir.
Maraş soykırımından önce ve sonra bu topraklardan onlarca katliam yaşandı ve halen yaşanmaktadır. Hangi kırım, katliam, soykırım daha az kapsamlı, daha az vahşi, daha az tahripkârdır? Katliamlara karşı mücadele eden demokrasi güçleri, Aleviler ve Kürtler bu türden acıları yarıştıran tutumlara değil, mücadeleyi büyüten yaklaşımlara itibar edeceklerdir. Çünkü bu kırımlarla Maraş kırımı aynı mekanizma ile aynı politik güçler tarafından ve aynı amaçla gerçekleştirilmişlerdir. O nedenle bu tür değerlendirmeler ve tasnifler siyaseten de sosyolojik olarak da doğru değil ve yanıltıcı özelliğinden dolayı zararlıdır, arzu edilmeyen sonuçlara yol açarlar.
Eğer sorun her bir katliamın veya soykırımın birbirlerinden farklı sosyal siyasal özelliklerinden söz etmekse, evet, soykırım ve katliamların her birisinin nedenleri, gelişmeleri ve yarattığı sosyo/politik sonuçları farklı olmak durumundadır. Bu farklılıklar bir katliamın veya soykırımın temel özelliğini değiştirmez. O dönemde yapılan katliamların içinde en kapsamlısı ve en tahripkarı Maraş katliamıdır, diye bir belirleme yapılsaydı, bunun anlaşılır bir tarafı olurdu. Bunu aşarak Maraş kırımını diğer kırımlardan daha özel bir kırım olarak tanımlamak gerçekçi bir tutum değildir.
Bütün bunlara rağmen yazar, hükümlerinin tartışılamayacağına alışmış olmalıdır ki “hüküm koyucu” alışkanlığını, her alandan sürdürmek istiyor ve bu konudan da hüküm koyuyor.
- Maraş soykırımı “Devletin muhafazakâr yeniden inşası”mıdır?
Yazarın Maraş soykırımın tanımı ve niteliği konusundan da birbirinin tekrarı olan çeşitli ifadeleri bulunmaktadır. Bunları birbirlerine yakınlıklarından dolayı birlikte ele almak uygun olacaktır.
Yazar, s. 26.’da “Katliamın “geçici şiddet”i işkenceler ile bir “siyasal yapı”ya dönüştürülmüş ve katliam neredeyse “siyasal sistem kurucu” bir şiddete dönüştürülmüştür” diyor. Yine aynı şekilde yazar, “Maraş katliamı gerçek anlamda siyasal bir sistem kurmuştur…” s. 18.“ Maraş katliamının sistem kurucu bir şiddet olduğu hususu göz önüne alınmamıştır”. s. 30
Bu veya benzeri ifadelere yazarın bütün makalelerinde ve birçok defa rastlanmaktadır.
Bu tezlerin hiçbir doğruluk payı bulunmamaktadır. Maraş soykırımı vasıtasıyla Türk devletinin “siyasal sitemi” yeniden kurulmamıştır. Türk devleti Maraş soykırımının öncesinden de sömürgeci, sömürücü, soykırımcı asimilasyoncu faşist bir devletti, Maraş soykırımından sonra da aynı özelliklerini korumuş ve sürdürmüştür. Maraş soykırımından sonra sıkıyönetim ve daha sonra gerçekleştirilen 12. Eylül faşist darbesiyle Türk devleti hem gelişen toplumsal mücadeleyi bastırmak hem de Kürt halkının özgürlük taleplerinin gelişip büyümesini önlemek için kendi kurulu siyasal sistemini tahkim etmiştir, yeni bir siyasal sistem kurmamıştır, bu doğru.
Üstelik bunu ilk defa yapmamıştır, Türk devleti benzer düzenlemeleri ihtiyaç duyduğu her defasında 1960’dan ve 1971’den olduğu gibi tekrar tekrar yapmıştır. Teorik olarak siyasal bir güç, kendi sistemini kurmak için bir katliam yapabilir ve yaptığı katliam ile istediği sonucu da elde edebilir. Ancak Maraş katliamının böyle bir özelliği bulunmamaktadır. Bir şeyi abartmak dikkat çekebilir ama maalesef doğru sonuçlara götürmez ve amaca hizmet etmez.
Yazar Maraş soykırımının “kurucu şiddet” olduğu iddiasının bugüne kadar göz önüne alınmadığını belirtmektedir. Evet, böyle bir iddia göz önünde bulundurulmamıştır, çünkü böyle bir iddianın sosyal siyasal hiçbir değeri yoktur. Herkesin de aklına takılan fantezileri gerçekmiş gibi kamuoyuna sunmak gibi bir rahatlığı yoktur.
- 29.’da yazar, “çalışmamızın bir başka önemli tezi de Türkiye’nin 1980’lerden itibaren yaşadığı büyük politik dönüşümün en net olarak teşhis edileceği sahanın Maraş katliamı süreci olduğu iddiasıdır. Maraş katliamıyla başlayan süreçte Türkiye’nin demokratik dönüştürücü güçlerinin fiziken tasfiye edilmesiyle birlikte devlet kurumlarının şiddet faillerinin zihinsel ve fiziksel varlığı ile yeniden inşa edilmesi süreci başlamıştır” diyor.
Yazar, aynı görüşlerini s. 30- 31’de “Maraş katliamı devletin resmi ve gayri resmi düzeyde yeniden örgütlenmesini, katliam faillerinin devlete taşınırken katliam mağdurlarının toplumsal ve siyasal merkezden tamamen uzaklaştırılmasını getirmiştir.” diye ifade etmektedir.
Yazarın sorunlu zihniyeti buradan da açığa çıkmaktadır. Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki yazar, soykırımdan önce, “katliam mağdurlarının toplumsal ve siyasal merkezden” yer aldıklarını düşünmektedir.
Halbuki soykırım mağduru olan Aleviler, Kürtler, işçiler, emekçiler ve ilericiler, hiçbir dönem “toplumsal ve siyasal merkezden” yer almamışlardır. 1978’den de aynı şekilde herhangi bir karar alıcı veya etkileyici merkezden bulunmamışlar, bulunamamışlardır. Bu devlet, halkların ve ezilenlerin “siyasal ve toplumsal merkezden” yer almasını hiç istemedi, buna fırsat ve imkân vermedi. Dolayısıyla katliam mağdurları “toplumsal ve siyasal merkezden” yoklardı ki uzaklaştırılmış olsunlar
Eğer yazar bu ifadelerle devletin çeşitli kurumlarından- o da en alt veya orta birimlerinde olmak üzere- bazı demokrat, ilerici-emekçi memurların varlığını kastediyorsa bu da hiç doğru değildir.
Her şeye rağmen bütün engelleri aşarak bir biçimde devlette görev alabilmiş birkaç Alevinin, devrimcinin ve Kürt’ün tasfiyesi için ne darbe ne de katliam veya soykırım yapmaya gerek yoktur. Türk devleti istemediği kesimlerin devlette yer almasını önleyecek, yer alanları tasfiye edebilecek imkanlara her zaman ve her koşuldan sahip olmuştur.
Buna karşın yazar “katliam faillerinin devlete taşınmasından” söz etmektedir. Yazarın katliamcıları devletten ayrı gören zihniyeti buradan da açığa çıkmaktadır. Katliam failleri zaten devletin içindeydiler, devletin kendisiydiler söz konusu katliamın failleri. Yazar fiilen soykırımda yer almış, ev basmış, insan yakmış paramiliter katillerin bir biçimde devlette yerleştirilmelerinden söz ediyorsa, soykırımı yapan devletin, kullandığı paramiliter katilleri sahiplenmesinden, onları koruması altına almasından şaşılacak hiçbir şey yoktur. Ancak bu durum katliamcıların merkezde olmamalarından kaynaklanmamaktadır, çünkü katliamcı yapı zaten devletin içindedir.
Bir başka yerde yazar, “Oysa katliam sadece bir kırım değildir, Türkiye’nin devlet yapılanmasında önemli bir muhafazakâr geçiş sürecinin de belirlendiği yerdir” diyor. s. 30
Buradaki “muhafazakar geçiş süreci” ibaresi, yukarıda belirtilen “Kurucu moment/kurucu şiddet” “yeniden inşa” ibareleriyle birlikte düşünüldüğünde yeni sorular doğmaktadır. Soru bir, “Kurucu moment/kurucu şiddet” ve “yeniden inşa” ne demektir? Soru iki, Türk devleti yıkılmışıydı ki Maraş katliamının “kurucu şiddetiyle” “yeniden inşaa” edilmiş olsun? Veya Türk devleti yıkılmadan niteliksel bir değişim mı yaşadı ki “yeniden inşaa” edilmiş olsun? Soru üç, devletin “yeniden inşaa” sürecindeki niteliği olarak “muhafazakâr”lıktan söz ediliyor, bu devlet liberal veya demokrat mıydı ki “yeniden inşaa” sürecinden “muhafazakâr” olarak yapılandırılmış olsun.
Cevaplara sondan başlanabilir. Türk devleti, kurulduğu günden beri, faşist, gerici, muhafazakâr, sömürgeci ve sömürücü yapıda bir devlet olarak kurulmuştur. Bu özellikler, devletin temel özellikleri olarak en başından beri bulunmaktaydı. O nedenle bu devlet, hiç demokrat veya liberal olmadı. Katliamlar ve soykırımlarla anılan Türk devleti Maraş katliamıyla temel karakterinde niteliksel bir değişiklik yaşamadı.
Dolayısıyla ortada ‘yeniden inşaa’ edilen herhangi bir devlet yoktur. Maraş soykırımı da ‘kurucu moment’ ya da ‘kurucu şiddet’ değildir. Halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesini bastırarak “bekasını” güvence altına almak isteyen Türk devletinin ‘hâkim güçleri’ tarafından, kararlaştırılan, planlanan ve pratikleştirilen kanlı bir soykırımdır.
Belirtilen ifadeler ve değerlendirmeler bir yazarın devleti tanınmadığını bir kez daha ortaya koymaktadır.
- Katliama karşı gerçekleştirilen direnişe dair
Yazar “Maraş katliamında bir işkence, bastırma ve direniş gerçeği vardır ve bu merkezi konu ihmal edilmiştir” ve s. 21 “direnişi anlamadan katliamın gerçekliğini anlayamayız” s. 22 “direniş ve direnişçilik katliamın içeriğini ve kapsamını değiştiriyor” S. 21. gibi cümlelerle düşüncelerini oldukça kesin ve keskin ifadelerle ortaya koymaktadır. Hızını alamayan yazar, kitabının bir çok yerinde direnişi bir mucize olarak tanımlamaktadır. Esasından bu kitabın özel olarak bu konudan dolayı yazıldığı, daha doğrusu bu kitabın ayırt edici özelliklerinden birisinin bu olduğu da yine çok sık bir biçimde ifade edilmiştir. Böylece yazar iddiasını güçlendirmeye çalışmıştır. Hemen belirtilmelidir ki çok tekrar etmekle bir yanlış doğru olmaz. Dolayısıyla yazar, çok kelime israfı yaparak diksiyonunu güçlendirmiş olabilir ancak.
Yazar direnişi iki yönüyle, “katliama karşı direniş” ve tutsaklık koşullarında “işkencelere karşı” direniş olarak ele almaktadır. Değerlendirmelere de aynı şekilde yaklaşmak gerekir. Konuyla ilgili yazar mealen şöyle demektedir “Maraş katliamında, 5-6 devrimci tarafında 15- 40 bin arasında değişen sayılarda insanın kurtarıldığı bir direniş oldu, ancak bu direniş kimse tarafında görülmedi, direnenler yok sayıldı, unutulmaya terk edildiler. ”
Daha da sadeleştirildiğinden iddialar, “direnişin olduğu, direnişin birkaç arkadaş tarafında yapıldığı ve binlerce insanın kurtarıldığı, bu direnişçilerin unutulduğu” şeklinde bir sonuç çıkmaktadır.
En başında belirtmek gerekiyor. Maraş katliamında özellikle Yörükselim Mahallesin’den ve Karamaraş Mahallesi’nden önemli bir direniş oldu. Bu direnişte yer alan ve hayatını kaybeden, başta Mehmet Mengücek, Veysel Kalkandelen, Mehmet Kocamaz ve Mehmet Kınık’ın şahsından tüm şehitlerin saygıyla anılması gerekir. Geliştirilen direnişin sonucunda katliamcıların Yörükselim Mahallesi’ne girmeleri ve yapılabilecekleri daha büyük bir tahribat engellendi.
Maraş soykırımında yazarın özel anlam atfederek anlatmaya çalıştığı direniş, Yörükselim ve Karamaraş Mahallelerinden yaşanan direniştir. Bu direnişe dair somut veriler üzerinde tartışmak açıklayıcı olacaktır. Yörükselim mahallesinde 22. Aralık. 1978 Cuma günü cenaze korteji dağılmış, halkın evlerine veya köylerine gidemeyen kısmı Yörükselim Mahallesi’ne geçmiştir. Devrimci kurumlar da aynı şekilde halkla birlikte Yörükselim mahallesinde konumlamışlardır.
Devrimci kurum temsilcileri hızlıca toparlanarak hem kendi arkadaşları ve ilişkileriyle hem diğer devrimci kurumlarla hem de mahalle halkıyla görüşmeler yapmışlardır. Herkesin ortak fikri, katliamcı faşist yapının yarın sabah büyük bir saldırı geliştireceği ve buna karşı topyekûn bir direnişi ortaya koymak gerektiği şeklindeydi. Merkezi bir direniş organının pratik olarak işleyemeyeceği, hantallığa yol açabileceği dolayısıyla her kurumun kendi imkânlarını ve ilişkilerini kendisinin örgütlemesi gerektiği de ortaklaşılan bir diğer noktaydı.
- Aralık sabah saat 07.30- 08.00 arasında saldırı, saldırıyla birlikte direniş başlamıştır. Akşam üstüne kadar süren direnişle, yazarın ülkücü dediği faşist paramiliter katillerin öncülük ettiği katliamcı güruhun mahalleye girmesi önlenmiş, katliamcılar püskürtülmüştür. Akşam üstü asker mahallede hakimiyet kurarak, halkı kışlaya taşınmaya zorlamış ve taşınmıştır. Bu gelişmeden sonra Yörükselim Mahallesi, devrimciler dışında, genel olarak terk edilmiştir.
Karamaraş Mahallesi’ndeki direniş ise yine devrimci bireylerin, Mehmet Mengücek’in ve YSE Müdürü Fevzi Onaç’ın üzerinde gelişen bir direniş olmuştur. Büyük bir devrimci irade göstererek katliamcılara karşı direnmek amacıyla Karamaraş’a gelen Mehmet Mengücek, direniş esnasında katledilmiştir. Fevzi Onaç ve diğer birkaç direnişçi ise direnişlerine devam etmişlerdir. Tartışılan direnişe dair bu somut bilgiler ışığında yazarın iddialarına bakılabilir.
Yazarın belirttiği gibi direniş, sadece 5-6 arkadaş tarafında değil, bütün devrimci örgütlerin taraftarları ile birlikte gerçekleştirildi. Gerçeğin bir yanı budur. Gerçeğin diğer bir yanı bu direnişte halklar direnişçilerin varlığıdır. Söz konusu direniş, birçok yerde halktan insanlar ve kollektif olarak halk tarafından geliştirilmiştir. Üstelik halktan direnişçilerin ve halkın kollektif direnişi de önemli sonuçların yaratılmasında etkili olmuştur. Yazarın hiç sözünü etmediği, muhtemelen zihin dünyasında yok saydığı halktan direnişçilerin ve halkın kollektif direnişin saygıyla anılması katliam karşıtlığının gereğidir.
Halktan direniş geliştiren bu insanlara anmak önemlidir. Döndü Akar, Yörükselim Mahallesi’nden evlerine saldıran katliamcı gruba karşı eniştesi Sadık Kurt ile birlikte direnmişlerdir. Direndikleri için, cezaevine girmiş, 5’er yıl ceza almışlar, yatıp çıkmışlardır.
Mehmet Taşkesen, DİSK ve TİP yöneticisidir. Maraşlı Türk- Sünni bir insandır. İlerici olmasından dolayı katliam esnasında kalabalık bir katliamcı grup tarafında saldırıya uğramış, katliamcılara karşı direnmiş, girdiği çatışmadan bir katliamcıyı yaralamış, cezaevine girmiş, yatmış, çıkmıştır.
Musa Funda, Musa Suna ailesini korumak/kurtarmak için elinde otomatik silahıyla onların evine gitmiş, girdiği çatışmada şehit olmuş, cesedi yakılmıştır.
Ali Yılmaz, evlerine saldıran katliamcılara karşı direnmiş, saldırganları önce püskürtmüş sonra daha kalabalık gelen katliamcılar tarafından, ailesiyle birlikte katledilmişlerdir.
Kabadayı olarak bilinen Hasan Akırmak, katliamcılara karşı direnmiş, çatışarak ve bir kalleş pusu sonucu katledilmiştir.
Yörükselim mahallesinde PKK’lı H. A., direnirken elinde dinamit patladığı için eli kopmuş, hayatını tel elli olarak devam ettirmek durumunda kalmıştır.
DHB’den H. D. Yörükselim mahallesinde yaralanmış, arkadaşları tarafında Adana’da tedavi edilmiştir. Halkın Kurtuluşu-HK- çevresinde B. V.’ın direnişte bulunduğunu bizzat makale yazan direnişçi arkadaşlar ifade etmektedirler. Yine DHB’den Mehmet Kınık, Mehmet Kocamaz, Karamaraş’ta direnişte yer almışlar, 12. Eylül’de soykırımdan direndikleri için işkence de katledilmişler, elleri ve kolları zincirli olarak köylerinden gömülmüşler ve askerler aylarca mezarlarından beklemişlerdir.
Saldırganlardan Mehmet Torun Şeker Apartmanı’nda direnişçilerin silahlarıyla katledilmiştir. CHP’li YSE Müdürü Sinemilli Aşireti’nde Fevzi Onaç bürokrat kimliğinin arkasına sığınarak Adliye de oturabilir, gelişmeleri izlemekle yetinebilirdi. Ancak o öyle yapmamış, Karamaraşlılarla birlikte katliamcılara karşı direnmiş, mahalle halkının hem korunmasını hem köylere tahliyesini sağlayarak önemli bir rol oynamıştır. Devlet bundan dolayı bütün gazabıyla Fevzi Onaç’la uğraşmış, ortaya koyduğu direnişin bedelini, hayatını zindan ederek ödetmiştir. Fevzi Onaç, devletin yaşattığı zulümden dolayı hayatını kaybetmiştir.
Karamaraş Mahallesi’nde, Hasan Solma ve yanındakiler, evlerine saldıran yüzlerce katliamcıya karşı ellerindeki çok sınırlı olanaklarla direnerek hayatta kalabilmişlerdir. Hasan Solma sadece bu direnişte yer aldığı için yakalanmış, yargılanmış ve 5 yıl mahpusluk ve ayrıca sürgünlük yaşatılmıştır. Başka örneklere gerek yoktur, bunlar yeterli olsa gerek.
Direnişe katılan ve kitaba makale yazan arkadaşların “direnişte yer alan başka devrimci grupların varlığından” söz etmeleri, direniş örgütlenmesi sürecinden diğer devrimci “gruplarla görüştüklerini,” ve “bu grupların kendilerini koruyacaklarını, dışarda yardım isteyeceklerini söylediklerini”, ayrıca “Taşkesen ’in direnişini” “Beko Vural’ın” direnişini ayrı ayrı ifade ettikleri halde, yazar bunları dikkate almamış, bunları yok sayarak kendince bir direniş anlatımı geliştirmeye yönelmiştir.
Görüldüğü gibi Maraş soykırımına karşı yaşanan direniş, iddia edildiği gibi sınırlı sayıda devrimci arkadaşın ortaya koyduğu bir direnişten ibaret değildir. Bu gerçeklere rağmen yaşanan direniş birkaç devrimci arkadaş tarafında yapılmış gibi sunulursa; birincisi, gerçeğe aykırıdır, ikincisi, diğer grupların ve halkın direnişini görmezden gelen, o insanların ve en önemlisi halktan direnen insanların hakkını teslim etmemek olur, üçüncüsü, bu yaklaşım insanlar arasında arzu edilmeyen gelişmelere yol açar. Dördüncüsü, Yazarın geliştirdiği argüman, “kaş yapayım derken göz çıkartılmasına” açık bir tutumdur. Hiçbir hukuksal norma kendisini bağlı kabul etmeyen bir devletin bu anlatımları istismar etmesi işten bile olmayacaktır.
Buna rağmen derleyici/ yazarın yaşanan direnişi sadece birkaç direnişçi arkadaşın yeteneği, yiğitliği ve fedakarlığı olarak anlatması, bireysel bir kahramanlık düzeyine çekmeye çalışmaktan ısrar etmesi, gerçekten sorunlu izaha muhtaç bir tutumdur. Bu yaklaşım, aynı zamanda devrimci- yurtsever direniş kültürünü geliştirmez, toplumsal mücadeleye katkı sağlamaz.
Öte yanda bir katliama karşı direnmek, direnişi büyütmek, kitleleri korumak ve savunmak yurtseverlerin ve devrimcilerin asli görevi ve sorumluluğudur. Yurt sever- devrimci gruplar adına direnişe katılanlar, direnişe katılmakla, görev ve sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Direnişe katılmamış olsalardı çok ciddi anlamda eleştiri konusu olurlardı. O nedenle son derece doğal bir görev olan devrimcilerin- yurtseverlerin direnmiş olması, bir lütuf gibi, bir özgünlük gibi, diyeti ödenmesi gereken bir faaliyet gibi sunulamaz, olağanüstü bir durum olarak görülemez/gösterilemez.
Ayrıca önemle altı çizilmesi gereken bir başka nokta daha bulunmaktadır. Devrimciler sadece Maraş kıyımında direnmediler. Aynı şekilde Malatya’da, Çorum’da, Sivas’ta ve katliamların yapıldığı veya yapılmak istendiği her yerde direnmişlerdir. Direnmek zorundaydılar, çünkü direnmek onların asli işleviydi. Ayrıca buralarda geliştirilen direnişler de aynı devrimci profildeki insanlar tarafında aynı kararlılıkla ve fedakarlıkla ortaya konmuştur.
Yazarın aynı düzeyde önem verdiği bir diğer değerlendirmesi de işkencelerle ilgilidir. 1980 faşist darbesinden sonra Maraş soykırımından dolayı bölgede faaliyet yürüten bütün devrimci kurumların gözaltına alınabilen taraftarlarına ve kadrolarına Maraş soykırımına dair sorgulama yapılmış ve işkence uygulanmıştır. Yani Maraş’ta 26. Aralık. 1979 sıkıyönetim koşullarında ve 12. Eylül. 1980 faşist darbesine kadar geçen süre içinde, sadece Dev- Savaşçı arkadaşlar değil her siyasal gruptan arkadaş Maraş soykırımından dolayı sorgulanmış işkence görmüştür. O dönem bölgeden faaliyet yürüten bütün devrimciler hem Maraş katliamından dolayı hem devrimci- örgütsel faaliyetlerinden dolayı işkence görmüşlerdir. Mehmet Kocamaz ve Mehmet Kınık, Maraş soykırımı esnasından direnişte yer aldıkları için sorgulanmışlar, yapılan işkenceler sonucu hayatlarını kaybetmişlerdir. Aynı şekilde Dev- Savaş grubunda adı geçen arkadaşların çok uzun süre ve oldukça yoğun bir işkence süreci yaşadıkları da herkesin bilgisi dahilindedir.
Ancak yazarın belki de konumu gereği göremediği bir gerçek var. Burası Türkiye ve Kürdistan’dır. Bu coğrafyadan yaşanan işkencelerin hem çeşidi hem yoğunluğu hem süresi her dönem yeni rekorlar kırmıştır, kırmaktadır.
Buna karşı işkencede direnmek de bütün devrimcilerin fıtratından hep var olan bir özelliktir. İbrahim Kaypakkaya’yı bütün demokrat, Alevi ve Kürt kamuoyu bilir, ancak 12.Eylül’den sonra onlarca İbrahim Kaypakkaya geçti o işkence tezgâhlarından. Çok sayıda direnen devrimci katledildi.
Ayrıca Diyarbakır, Metris ve Mamak zindanlarından ama özellikle Diyarbakır zindanından yapılan işkenceler, Dev- Savaştaki arkadaşların yaşadıkları işkencelerden daha mı az vahşi idi? Dev- Savaş grubundaki arkadaşların yaşadığı işkence anlatılırken, diğer devrimcilerin yaşadıkları işkenceler hiç yaşanmamış gibi davranılamaz. Yazar sanki bu coğrafyadan ilk defa, bu düzeyde, bu biçimde bir işkence yaşanmış gibi bir tablo çiziyor. Bu tablo hem direnen devrimcilere karşı haksızlıktır hem de işkencelere ve işkencecilere karşı mücadeleye bir katkı sağlamamaktadır.
Yazarın bu gerçekleri gözlerden uzak tutarak sadece bir grup devrimci direnişçinin direnişini öne çıkartmaya çalışması, başka boyutlarıyla da sorunludur. Yazar, direnişi de direnişçileri de politik kimliklerinden ayırarak anlatmaktadır. Halbuki direnenler, kurumsal devrimci kimlikleriyle direnmişlerdir, kişisel kimlikleriyle ve özellikleriyle değil. O direnişi yaratan bu insanlar biz direnelim diye veya bireysel bir kahramanlık yapmak için direnmediler. Onlar politik özneler oldukları ve direnmenin görevleri olduğu bilinciyle direndiler. Yani onlar Dev- Savaşçı, PKK’li TKP/ML’li, TDKP’li devrimciler örgütlü devrimciler oldukları için direndiler, abileri, babaları veya kendileri istedikleri için değil. O nedenle direnişte yer alan her devrimci için direnmek bir tercih değil devrimci örgütü adına devrimci kimliğinden kaynaklanan bir zorunluluk ve sorumluluktu.
Bu gerçekten kopartılarak yapılan direniş anlatımı ciddi anlamda sorunlu bir direniş anlatımıdır ve devrimci değerlere uygun değildir. Yine yazar konuya sorunlu yaklaştığı, konuyu devrimci zihniyetin dışında ele aldığı için direnişçileri, işini iyi yapmış insanlar olarak görmüş ve böyle göstermeye çalışmıştır. Çok zorunlu olduğu birkaç yerde Dev- Savaş’ın adını zikretmiş, ama direnişin kaynaklandığı devrimci zeminden hiç söz etmemiştir. Zaten soruna devrimci bir bakış açısıyla yaklaşmadığı için diğer devrimci grupların direnişinden söz etmeye gerek görmemiştir. Maraş katliamında direnen devrimciler başta olmak üzere hiçbir devrimci bu yaklaşımı kabul etmez.
Yazarın farklı olarak yaptığı bu arkadaşları taraftarı oldukları kurumlardan ayırarak, kurumsal anlamdan yaşanmış olan direnişe “kişisel” bir hava vermek olmuştur. Dolayısıyla yazarın “ilk defa yazdığı” direniş değil, direnişi devrimci kurumsal özelliğinden kopartması ve kişiselleştirerek anlatılmasıdır.
Yazar mealen, “Bu direniş, kendileri yazana kadar hiçbir biçimde gündeme getirilmedi, kimse bu direnişten söz etmedi, üstü örtülmeye çalışıldı ve hem direniş hem de direnişte yer alanlar halk tarafında unutturulmaya terk edildi” diye bir iddia da daha bulunmaktadır. Direnişten söz edilmediği ve direnişte yer alan insanların da görmezden gelindiği, yok sayıldığı, haklarının yenildiği iddiaları doğru değil, çırılçıplak bir yalandır.
Öncelikle hemen belirtelim ki Maraş katliamı esnasında yaşanan direniş, doğal olarak, o dönemin bütün devrimci yayınlarının temel gündemi ve konusu olmuştur. Söz konusu yayınlarda izlenebilir. En azında bu yayınlara karşı böyle bir özensizlik göstermek doğru değildir.
Bundan başka yazar Faruk Demirel “Maraş Maraş” adıyla Maraş soykırımının ve direnişinin romanını yazdı. Bu romanı yazmak için yazar Faruk Demirel, Maraş’ı, katliam alanlarını defalarca ziyaret ederek incelemeler yapmış, fiilen direnişte yer alanlarla görüşmeler gerçekleştirmiştir.
Ayrıca “Maraş Kıyımı” kitabından özel bir ara başlıkla direniş, direnişte yer alan devrimci kurumlar ve direnişin sonuçları ele alınmış, değerlendirilmiştir. Bunlardan başka sayısız etkinlikte, TV-Radyo programlarından, panel ve anmalardan, çeşitli gazete ve dergilerden yazılan makalelerden, direniş, sonuçları ve etkileri defalarca işlenmiştir.
Özellikle son 14 yıldan beri, yani 2010 Maraş Kıyımı kitabı yayınlandığından beri, Maraş soykırımında yaşanan direniş ısrarla belirtilmiş, konuya çok özel bir önemle yaklaşılmıştır. Çünkü direniş yaşanmış bitmiş bir olgu değil, katliamların yaşandığı bugünün Türkiye ve Kürdistan’ında güncel ve yaşamsal bir eylemselliktir. Bütün bunlar ortadayken yazarın bunca çabayı, emeği ve yaratılan sonuçları yok sayması çok normal bir tutum değildir elbette.
Maraş’ta direnen devrimcilerin de ne o gün ne daha sonra ne de bugün herhangi bir hesaplarının bulunduğunu kimse söyleyemez. Onlar, değerlerinin bilinip bilinmemesinden bağımsız olarak devrimci oldukları ve ideallerine bağlı kaldıkları için dün direndiler, bugünde aynı direnişi göstermekten hiçbir tereddüt göstermezler. İnsanlar onların isimlerini bilmeyebilir, ancak onların yaptıkları devrimci eylemler olarak rolünü oynayacaktır. Devrimcilik biraz da her devrimci eylemin adsız aksiyoncusu olmak değil midir?
Bir diğer iddia ise “bu direnişle 15-40 bin arasında değişen rakamlarda insanların kurtarıldığı” şeklindeki iddiadır. Verilen rakam yanlıştır. Maraş’ın ve Yörükselim Mahallesi’nin nüfusu, cenazeye katılan kitlenin sayısı ve benzeri bilgilerin hiçbiri böyle bir sayıyı ortaya çıkartmaya imkân vermemektedir. Bütün bilgiler hem ilgili dokümanlarda hem de genel dokümanlarda bulunabilir. Ayrıca o günleri bilen ve yaşayan herkesin hafızasına başvurularak gerçeğin öyle olmadığını tespit etmek mümkündür.
Bu sayısal farklılıklarla ve abartılarak direnişin önemi anlatılmak isteniyorsa bu yöntem istenen sonucu vermeyecektir. Direniş veya direnişler, sadece yarattıkları sonuçları üzerinden değil, amacı, biçimi ve etkileri üzerinde değerlendirilirler. Kemal Pir, Mazlum Doğan, M. Ali Özpolat, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya, direnişleriyle kişisel olarak kimseyi kurtarmadılar. Ancak bu durum onların direnişlerinin büyüklüğünü tartışma konusu etmedi. Demek ki direnişlerin büyüklüğü ne kadar kişiyi kurtardıkları üzerinde ölçülmüyor. Bu şekilde inandırıcılığı sorunlu olan bir anlatım, bırakalım ders çıkartılmasını, dikkate bile alınmayacaktır. Çünkü direniş, üzerine güzelleme yapılan soyut bir olgu değil, hayatın her anında devam eden bir yaşam biçimidir ve bugünde devam eden direnişlerden yer alınmasını gerektirir.
Ayrıca ne yapılan soykırıma karşı direniş ne de işkenceden direniş, soykırımın önüne geçirilmemelidir. Çünkü geliştirilen direnişlerin görkemi ve büyüklüğü, soykırımın niteliğini, kapsamını ve içeriğini değiştirmemiştir. Dolayısıyla direniş anlatımı, bir soykırım yapıldığı gerçeğini gölgeden bırakılmamalıdır. Soykırım yaşandığı gerçeğini daha az görünür kılan bir direniş anlatımı hem doğru değildir hem de arzu edilmeyen spekülatif amaçlarla kullanılabilecek sonuçlara yol açabilir.
Bu bölümde yazarın mantığının anlaşılmasına hizmet edeceği için hem de Ermeni halkının değerli evladı ve büyük devrimci Garbis Altınoğlu’na karşı duyulan sorumluluğun gereği olarak yazarın değindiği bu noktayla ilgili de birkaç cümle yazmak iyi olacaktır. Yazar, “sünnetsiz olarak Garbis Altınoğlu’nu bulmuşlardı. Aylarca süren işkence sonucunda “sünnetsizin” katliam ile alakası olduğunu kabul ettiremediler. Garbis’in katliam esnasında Maraş’ta bile bulunmadığı ve dahi hiç böyle bir katliam beklemediği zaten biliniyordu. Garbis ifadesinde de belirttiği üzere katliamı bekliyor olsaydı mutlaka orada olacağını söylemişti” s. 45.
Yazar bu anlatımıyla gerçeği çarpıtıyor. Birincisi, Garbis’in “hiç böyle bir katliam beklemediği zaten biliniyordu” ifadesi yanlış. Garbis tam tersine bu tür saldırıları bekliyor, önemsiyor ve sürekli olarak bu türden saldırılara karşı hazırlıklı olmayı ısrarla öneriyor, yapabildiği kadar da yapıyordu. İkincisi Garibis’in böyle düşündüğünü Garbis ile o dönem birlikte çalışan birisi olarak ben bilmiyordum. Yazar “zaten biliniyordu” derken kamuoyuna mal olduğunu söylediği bu bilgiyi, Garbis’in böyle düşündüğünü nereden öğrenmiş?
Üçüncüsü Garbis’in “ katliamı bekliyor olsaydı mutlaka orada olacağını” söylediği herhangi bir ifadesi yoktur. Dördüncüsü, Garbis isteseydi de mutlaka Maraş’ta olamazdı, çünkü Garbis, örgütlü bir devrimciydi ve kendisinin değil, örgütünün istek ve ihtiyaçlarına göre harekete ederdi. Son olarak belirtmek gerekir ki Garbis Altınoğlu, sünnetsiz olduğu için değil, devrimci olduğu için yargılandı, işkence gördü.
Gerçeği anlayabilmek için Garbis’in konuyla ilgili yazdıklarına bakmak gerekir. “Şunu belirtmekten hiçbir sakınca görmüyorum. Maraş katliamı döneminde ben bu yörede değildim; bir görev nedeniyle başka bir bölgede bulunuyordum. Ama bu alçakça katliam ve ona karşı yürütülen soylu direniş sırasında orada olsaydım, elbette bu direniş içinde yer alır ve sağ kalmam halinde bunu gururla açıklar, yargılandığım mahkemeden de bunu belirtirdim.” Maraş kıyımı- 466
Haksızlık ettiğimi düşünen okuyucundan çok özür dileyerek gerçeği söylemek gerekiyor. Yazar yukarıda görüldüğü gibi, hiçbir sorumluluk duymadan çok rahat bir biçimde yalan söylüyor.
- Çeşitli konulara dair
Yazar, kitabın veya makalelerinin temel konusu olarak bu noktaları belirlemiştir. Bu konulara ilişkin olarak belirtilenlerle yetinmek durumundayız.
Ancak bu noktaların dışında yazarın başka sözde iddiaları da bulunmaktadır. Bütünlük açısında bunların da ele alınması gerekmektedir. Çalışmanın bundan sonraki bölümleri söz konusu münferit konulara ilişkin görüşler ve eleştirileri ihtiva edecektir.
- Kürtler ve Maraş soykırımı
Yazar, yukarıdan da gösterilen s. 29’da ifadesinde, “Türkiye’nin 1980’lerden itibaren yaşadığı büyük politik dönüşümün en net olarak teşhis edileceği sahanın Maraş katliamı süreci olduğunu” iddia ediyor. Bu değerlendirme de doğru değildir. Birincisi anlaşılan yazar, yaşadığımız coğrafyanın Kürdistan’ın bir bölümünü de kapsadığını hesaba katmamaktadır. Bu hem Kürdistan’ı ve Kürtleri görmezden gelmeden kaynaklı sorunludur hem de doğru analizlere götürmeyeceği için sorunludur. Türkiye’nin ve Kürdistan’ın 1980’den beri yaşadığı siyasal ve sosyal gelişmeleri, eğer bir tek sorun veya olgu üzerinde görmeye/anlamaya çalışacaksak bu Kürt sorunu olabilir, Maraş soykırımı değil. Çünkü Maraş soykırımı da dahil olmak üzere Türk devletinin yüz yılı aşan süre boyunca yaşadığı her siyasal ve sosyal gelişme, Kürtleri de kapsayan devletin stratejik politikası olan soykırımcı politikanın ya sonuçlardır veya ciddi ölçüde Kürt sorunuyla bağlantılıdır.
Ancak gerici liberal çevrelerin ısrarla uzak durduğu, yok saydığı Kürt sorununa dair beklendiği gibi yazar da uzak durmuş, yok saymıştır. Bu konuyla ilgili çok açık, net ve somut gerçekler o günden bugüne ilgili bütün kamuoyunda tartışılıyor ve değerlendiriliyor olmasına rağmen yazar sanki böyle bir konu yokmuş gibi Maraş soykırımını anlatmaya çalışmıştır. Maraş soykırımının Kürtlerle, Kürt sorunuyla ve Kürdistan’ın özgürlük mücadelesiyle ilişkisi yazarın makalelerinden yer bulmamıştır. Katledilenlerinin kahir ekseriyetinin Kürt-Alevi olduğu bir soykırımı anlatırken ısrarla ve bilimsellik adına Kürtlerin görmezlikten gelinmesinin nasıl bir anlamı vardır? Hatta Kürt ve Kürdistan sözcüklerinin olabildiğince az kullanılması da dikkat çekicidir. Tek başına bu gerçeklik bile yazarın Maraş kıyımına doğru yaklaşmadığını göstermektedir
Buna rağmen hem dönemin çeşitli devlet kaynaklarında hem Kürt siyasal hareketinin yaptığı değerlendirmelerde görülmektedir ki Maraş soykırımı ile Kürt özgürlük hareketinin çalışmalarının doğrudan ilgisi bulunmaktadır. Bu gerçeklik hesaba katılmadan, yani Kürt sorunuyla Maraş soykırımının ilişkisi yok sayılarak Maraş soykırımı anlatılamaz, bu şekilde yapılan değerlendirmeler doğru sonuçlara götürmeyecektir.
- Katliamın başladığı güne neden özel bir anlam biçiliyor?
Yazar 19-26 Aralık tarihlerinin Maraş soykırımının fiilen başladığı ve yaşandığı tarih olarak belirlenmesine de itiraz etmektedir. Gerekçe olarak s. 16- ve s. 41. de “..bu tarihler başlangıç olarak alınırsa “MHP, MİT ve Ecevit’in katliamdan dolayı sorumlu tutulmaları mümkün olmaz” ve ayrıca “katliamın geriye doğru bağlantıları gözden kaçırılır” diyor.
Bu iddiaların ikisi de ikna edici değildir. Ayrıca yazar bu iddiasıyla demokratik kamuoyunun ve bu ülkenin devrimci demokratik birikimiyle, insanların aklıyla alay ediyor. Evet, bir kez daha yazar kof bir özgüvenle konuya yaklaşmaktadır. Ne demek soykırım tarihi olarak 19. Aralık belirlenirse, soykırımcıların sorumlu tutulmalarının imkansızlaşması? Eğer yazar katliama uğrayanlar adına kaygılanıyorsa bu şekilde gölge etmesin yeter. Ayrıca hiç merak etmesin, katliamlara ve soykırımalar karşı mücadele eden güçlerin hem birikimleri hem tecrübeleri yazarın sandığından daha fazladır.
Öncelikle bu tarihlerin katliamın gerçekleştirildiği tarihler olarak kabul edilmesi bir tercih değil, bir zorunluluktur. Katliam gibi başlangıcı ve bitimi birçok etken tarafında belirlenen çok yönlü ve kanlı bir uygulamanın, başlangıç ve bitiş tarihlerini belirlemek “iradi” bir durum değildir. Dünya savaşlarının, Ermeni soykırımının başlangıç tarihlerinin belirlenmesi, daha öncesinde yaşanmış gelişmeleri ve o gelişmelerle soykırım arasındaki muhtemel bağlantıları yok saymayı gerektirmez.
Elbette tarihsel bir olgu, o olgunun doğmasına yol açan arka planı ve hazırlık süreciyle birlikte incelenir. Bir ağacın dikilmesiyle, meyve vermesi ve sonrası elbette bir bütündür. Ancak ağacın meyve verdiği an, yani “doğum anı” ayrıca ve önemle belirtilir, hafızalara kaydedilir. Dolayısıyla böyle bir tarihin kabul edilmesi, soykırımın geriye doğru bir dizi politikanın ve provokasyonun sonucu gerçekleştiğini ve soykırımdan sorumlulukları olan, gerek adı bilinen gerek henüz deşifre edilmemiş, kurum ve bireylerin sorumluluğunu ortada kaldırmaz.
Çünkü bu bir soykırımdır ve “insanlığa karşı işlenmiş suç” hukukuna bağlıdır.
Katliamlar ve soykırımlar bir dizi operasyondan sonra mümkün hale getirilirler. Soykırımcılar bu süreci “ortam hazırlama” kavramıyla anlatılıyorlar. Maraş soykırımı da böyle bir ortam hazırlama sürecinin sonuncunda gerçekleştirilmiştir. Eğer bu soykırım doğru anlaşılacak ve bununla doğru hesaplaşılacaksa soykırımın “ortak hazırlama” ya da hazırlık sürecinden kopartılmadan ele alınması gerekmektedir.
Bu gerçeklikten hareketle Maraş soykırımını yakın- uzak tarihte yaşananlardan, Ermeni soykırımından, Malatya ve Pazarcık’a gönderilen bombalı mektuplardan, Yörükselim’de kahveye yapılan ve Gıjık Dede’nin katledildiği ETKO saldırısından, MHP milletvekili M. Y. Özbaş tarafından Adliyenin basılarak ETKO’cu katillerin kaçırılmasından, ABD’li katliamcının Maraş’a gelmesinden, evlerin işaretlenmesinden, Çiçek Sineması’na ve Akın Kıraathanesi’ne atılan bombalardan ayrı ele alınmasını katliam mağduru kamuoyuna önermek, katliamlara karşı mücadele değildir.
Yargılama sürecinden de avukatlar gerek katliamın hazırlıkları kapsamından, katliam öncesinden yapılan toplantıları, gerekse yine çok önceden yapılmış olan “ev işaretleme” pratiklerini gündeme getirmişlerdir.
Kaldı ki 19. Aralık, sadece Çiçek Sineması’na bomba atılmasını ifade etmiyor. Aynı zamanda, aynı anda çevredeki işyerlerine ve demokratik kurumlara saldırılmış, öylece katliamcı saldırılar başlamıştır. O nedenle de 19. Aralık soykırımın başladığı gündür. Nihayet soykırımın başladığı “an” bellidir ve bunu değiştirmeye çalışmak, katliam karşıtı kamuoyunu bu tür ayrıntılarla meşgul etmek, esas konunun gözden uzaklaştırılmasına hizmet eder. Sadece bunlar değil daha önemlisi bu yaklaşım, yani soykırımın 19. Aralık’ta başlamadığını söylemek, ÜGD’nin ve ÜGD yöneticileri olarak Mehmet Leblebici’nin, Ökkeş Kenger’in, Yunus İlhan’ın ve MHP’nin yöneticilerinin ve milletvekili M. Y. Özbaş’ın aklanması demektir. Üstelik yazarın söylediğinin tersine, 19. Aralık’ta başladığında kimsenin aklanması söz konusu olmaz, olamaz.
- Aydınlık’ın tezlerini savunan hangi devrimcilerdir?
Yazar S. 237- 238’de Aydınlık Gazetesi’nin katliamla ilgili tez ve anlatımlarını değerlendirmekte ve dikkat çekici iddialardan bulunmaktadır. Yazarın yazdıklarını uzunluğuna rağmen okura sunmak doğru olacaktır.
“Katliamın üzerinde geçen kırk yılda genel kamuoyunun bilgisine yerleşen iki temel bakış açısı ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi Aydınlık Gazetesi tarafından inşa edilen Maraş katliamı tablosudur. Bir içişleri bakanlığı müfettişi tarafından yazılan rapor ile Aydınlık Gazetesi’nden uzun bir tefrikayla yayınlanan belge, bilgi fotoğraf ve tanıklıkları içeren bilgiler özellikle sol kesimden başlayarak genel kamuoyunun katliam algısını oluşturmuştu” diyor ve devam ediyor yazar, “buna göre katliam, esas fail olarak uluslararası güçler ve MHP tarafında örgütlenmişti. Ayrıca somut detay olarak, Ökkeş Kenger bu komplonun baş sorumlularındandı.” bütünlük açısında devam eden bölümde bir cümlenin de okura sunulması gerekmektedir. “…sorun sadece ETKO(Esir Türkleri Kurtarma Ordusu) militanları değildi. S. 238
Bu yazılanları okuyunca insan, “neresini doğrultayım ki” demeden edemiyor. İddiaları ayrıntılandıralım. İlk olarak Yazar, Aydınlık’ın Maraş soykırımı hakkındaki görüşlerinin, “….sol kesimden başlayarak” genel devrimci- demokratik kamuoyunun görüşleri olarak savunulduğunu ileri sürmektedir. Sonra da Aydınlık’ın karşı devrimci özelliğinin verdiği avantajı kullanarak bu görüşleri çürütme gayretine girmektedir.
Sonuçta Maraş katliamı hakkında kim ne söylerse söylesin herkesin görüşleri, Türk- Kürt Alevi kurumlarının ve devrimci- demokratik çevrelerinin savunduğu tezler, yazar tarafından, karşı- devrimci Aydınlık çevresinin tezleri gibi gösterilmiştir. Böylece, demokratik Alevi hareketinin, devrimci demokratik kamuoyunun geliştirdiği bu tezlere kuşku duyulması ve kolayca çöpe atılabilir hale getirilmesi sağlanmak istenmiştir.
Halbuki Aydınlık Gazetesi’nin tezlerinin, Alevi kurumları, yurtsever- devrimci demokratik kurum ve kamuoyu tarafından savunulmadığını dünya alemin bildiği gibi yazar da çok iyi bilmektedir. Buna rağmen hem gerçek olmayan bir iddia da bulunmakta hem de devrimci kurumları itham ederek suçlamaya çalışmaktadır.
Bu durumda yukarıda sormuştuk ama bir kez daha soralım, , hangi Alevi kurumu, hangi yurtsever- devrimci-demokratik kurum, hangi demokratik Kürt kurumu, Maraş soykırımını “sadece MHP, ETKO ve ABD üzerinde, Ökkeş Kenger merkezli bir komplo olarak” anlatmış, bu soykırımı sadece bu tezlerle açıklamıştır? Elbette burada adı geçen, MHP, ABD, ETKO, Ökkeş Kenger ve benzeri daha birçok paramiliter yapı ve faşist katil, Maraş soykırımından yer almışlardır ve bunun ilan edilmesi, mutlaka ama mutlaka aksatılmadan yapılması gereken hayati bir görev ve sorumluluktur. Yazar bu gerçeğin anlatılmasından mı haz etmiyor yoksa? Görülen o ki yazar, hiçbir kurala bağlı kalmadan gerçeği ört bas etmekte, aklına geleni, kişisel ikbali için gerekli gördüğü her hayali iddiayı gerçek diye insanlara dayatabilmektedir.
Buna rağmen hangi devrimci gruba sorulursa sorulsun hepsinin küçük nüans farklılıkları olsa da çok net olarak ortaya koyacakları katliam anlatımı, üç aşağı beş yukarı benzerdir ve faşist ırkçı bir odak olan Aydınlık Gazetesi’nin karşıtıdır Her devrimci- demokrat- yurtsever çevre ve grup, “Maraş katliamı Türk devletinin “etnik ve dinsel arındırma” ve toplumsal mücadeleyi bastırma amaçlı bir operasyonudur. Katliam, MHP/ETKO, Ülkücüler diye tanımlanan devletin faşist paramiliter yapıları ile onların mobilize ettiği katliamcı güruh tarafından ve ABD/CIA’nın katkılarıyla gerçekleştirilmiştir.” diye anlatır. Bu gerçek orta yerde dururken, gerçeğin hilafına anlatımlarla, kocaman bir Alevi toplumunu, yurtsever- devrimci- demokratik kurumları ve Kürt siyasal hareketini töhmet altında bırakmak, bu kadar kolay olmamalıdır.
Yazar bu iddiasıyla, bir kez daha hayali bir iddia ortaya atmakta ve bu yolla münazarayı kazandığını sanarak puan almaya çalışmaktadır.
Bunun dışından Maraş soykırımı kimin nasıl anlattığı, ya da Aydınlık Gazetesi’nin ne yazdığı, yazarı ilgilendirebilir, ama katliamlara ve soykırımlara karşı mücadele edenlerin gündeminden hayali muhataplarla afaki tartışmalar yapmak gibi gereksiz ayrıntılar yoktur.
Bu bağlamda demokratik Alevi kamuoyunu, yurtsever Kürt hareketini, direnen devrimci demokratik güçleri, ırkçı, ihbarcı Aydınlık Gazetesi’yle aynı kefeye koymak, Aydınlık’a duyulan tepkiyi devrimcilere yönlendirmeye çalışmak, devrimcilere karşı yapılabilecek ciddi bir özensizliktir.
1970’lerden bu yana Aydınlık Gazetesi çevresi, devrimci grupların büyük çoğunluğu tarafında, “ihbarcı, kontra, karşı-devrimci” bir odak olarak kabul edilmiştir. Gerçeğin böyle olduğu ortadayken ve bütün kamuoyu bunu bilirken, yazarın Kürt- Türk Alevilerin de içinde olduğu devrimci- demokratik, yurtsever kamuoyunu ihbarcı/karşı devrimci Aydınlık’ın etkisinde olan inisiyatifsiz, iradesiz bireyler ve yapılar gibi göstermesi, devrimcilerle Aydınlıkçıları aynı kefeye koyması, herhâlde masum bir durum olarak görülemez, bilmemezlikle de izah edilemez ve bu yalan propağanda hiçbir biçimde kabul edilemez.
- Yargılama sorunu
Yazar, s. 43’de “Eksik ve sorunlu da olsa bir yargılama yürütüldü” demekte ve bir başka yerde s. 42’de “katliamın ceza yargılamaları açısından serüveni bugüne kadar maalesef ciddiyetle değerlendirilmemişidir” diye yine yargıçlığının verdiği alışkanlıkla olacak ki ahkam kesen bir cümle kurmaktadır.
Yazar eleştirmekten, eksiklikler bulmaktan, yerde yere vurmaktan yana çok hızlı ve devam ediyor. S. 206’da “Adalet arayışları ve yargısal takipler bu nedenle çoğu zaman yanlış bir zeminde ilerlemiş veya ilerletilmiştir” diyor. Bu ifadeler de burada dışa vuran zihniyet de katliamlara karşı mücadeleye katkı sunmamaktadır.
Derleyici/yazarın gözden kaçırdığı çok temel bir nokta bulunmaktadır, önce ona değinmek gerekiyor. Soykırımlara karşı mücadele sadece adalet mücadelesi değildir, o nedenle yetenekli, tecrübeli yargıçların eşi menendi bulunmaz öneri ve görüşleriyle çözülmüyor bu sorunlar. Soykırım ve katliam suçları politik suçlardır ve o nedenle insanlığa karşı işlenmiş suç kapsamındadırlar. Bu suçlara karşı mücadelede aynı şekilde politik bir mücadele olmak zorundadır. Adaletin sağlanması da ancak bu yolla mümkün olacaktır.
İkinci olarak devletlerin yaptığı soykırım ve katliamlar da “ortam oluşturma” adı verilen hazırlık süreçleri gibi yargılama süreçleri de bu tür toplu insan kıyımı operasyonlarının bir parçası olarak kurgulanmaktadır. Yargılamalar, soykırımın veya katliamın üstünü örtmek ve esas fail olan devletin toplum üzerindeki eğemenliğini tahkim etmek amacıyla yapılmaktadır. Yapılan yargılamalarla
Devlet, bir anlamda egemenliğine dair toplumun rıza üretmesini sağlamaya çalışmaktadır. Türk devleti bunun için her katliamdan ve soykırımdan sonra göstermelik “sözde” yargılamalar yapmıştır. Ermeni soykırımı için yapılan Malta yargılamaları, yukarıda belirtildiği gibi, soykırım gerçeğini açığa çıkartmak için değil, soykırımın üstünü örtmek için yapılmış ve o amaçla kullanılmış, ayrıca halen kullanılmaktadır. Maraş soykırımı yargılamaları da aynı şekilde soykırımın üstünü örtmek amacıyla yapılmıştır.
Bu bilgiler ışığında konuya yaklaşıldığından yazarın eğer alıntılarda gösterilen ifadelerle devletin yargılamaya yaklaşımını eleştiriyorsa fazla iyimser olmaması gerekir. Çünkü devlet bu yargılamaya kendi soykırımcı hesapları anlamında katliam mağdurlarını savunan avukatları katledecek kadar “ciddiyetle” yaklaşmıştır.
Öte yanda yazar katliam mağduru ve katliam karşıtı kesimler açısından soruna yaklaşıyorsa yine üslupsuz, yanlış ve haksız bir değerlendirme yapmaktadır. Maraş soykırımından mağdurların avukatları olarak davaya giren üç değerli avukat, 6 ay içinde ve arka arkaya faşistler tarafında katledilmişlerdir. Bu avukatlar davaya “ciddiyetle” yaklaşmadıkları, yargılamalardan “yanlış zeminde ilerledikleri” için mi katledildiler? Tam tersine bu yürekli avukatlar, katliam yargılamasına “ciddiyetle” yaklaştıkları ve “yanlış zeminde” değil doğru rotada ilerledikleri ve gerçeklerin açığa çıkartılmasında büyük bir emek ortaya koydukları ve katliamcı mekanizmayı zor durumda bıraktıkları için katledilmişlerdir.
Dahası diyelim ki hukuksal bilginiz çok daha gelişmiştir ve bu insanların izlediği hukuksal yöntemleri doğru bulmayabilirsiniz, bu mümkün ve anlaşılırdır. Ancak bunu eleştirecek daha uygun kelimeler bulmak bu kadar mı zor?
Yazarın, kıyımı yapan güçler tarafından katledilmiş olan bu değerli avukatların çabalarına ve fedakarlıklarına, koşulsuz değer vermesi beklenir. Bu saygıdeğer avukatların ortaya koydukları performansı ve hukuki mücadeleyi yok sayan yaklaşım, katledilen değerli avukatların anısına karşı yapılmış çok acı veren, insafsız, zorlayıcı ve kabul edilemez bir özensizliktir.
Yargılama konusunda yazarın ısrarla görmezden geldiği çok önemli bir hususu da kaydetmek gerekiyor. Maraş soykırımında, mağdurlar olarak işkence gören ve yargılanan Dev- Savaş grubundaki arkadaşları kitabının temel konusu olarak belirlemiş ve işlemiştir. Ancak Maraş soykırımında yargılanan, işkence gören ve cezalandırılan insanlar, sadece Dev- Savaş’taki arkadaşlardan ibaret değildi. Diğer devrimci grupların dışında halktan katliam mağduru olan insanlardan yaklaşık 140 kişi bu katliamdan dolayı yargılandılar ve cezalandırıldılar.
O nedenle bu soykırımdan dolayı yargılanan hem diğer devrimci gruplardaki arkadaşların hem de halktan insanların da anılması gerçeğe uygun olacaktır.
- “Maraş Katliamı cumhuriyete karşı bir kalkışma olduğunu söyleyenler devrimciler midir?
Yazar kitabın 206. Sayfasında bu soruyu soruyor. Okurun sabrına sığınarak o bölümü buraya taşımak gerekiyor. “Kabaca bakıldığında Maraş katliamı bugüne kadar “Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı kalkışma” veya aynı anlama gelmek üzere “Cumhuriyete karşı kalkışma” veya “Ülkücülüğün şiddet tarihinin acı bir sayfası” veya “Halkların kırdırıldığı bir oyun” gibi farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Bunlara göre Maraş’taki vahşet bir defa iktidar partisine karşı yapılmıştır. İkinci olarak ülkücüler tarafından planlanmıştır. Ve üçüncüsü ise halkların birbirlerine karşı nefreti harekete geçirilmiştir.”
Bütün okurlardan özür dileyerek gerçeği ifade etmek zorundayım, yazar resmen ve alenen yalan söylemekte, gerçekleri çarpıtmaktadır. Hiçbir demokrat, hiçbir yurtsever hiçbir devrimci, Maraş katliamını yazarın yazdığı biçimde tanımlamamıştır, tanımlamamaktadır. Katliamın olduğu günden bugüne bütün devrimci kurumlar, örgütler ve kamuoyu bu kıyımın devlet tarafından gerçekleştirilen politik bir kıyım olduğunu, en net haliyle savunmuşlar ortaya koymuşlardır.
Alevi kamuoyu ve Alevi kurumları da çok büyük ölçüde bu tanımlamayı paylaşmışlar bu tanımlamaya göre katliamdan dolayı devleti suçlamışlardır. Kemalistlerin veya CHP’nin merkezi yapısının katliamı nasıl tanımladığı ise hiç kimseyi ilgilendirmemiştir, çünkü katliam mağdurları ve devrimci demokratik kamuoyu CHP’yi katliamın sorumluları arasında saymıştır.
Yazarın bu dediklerini ispat etmesi veya bütün kamuoyunda özür dilemesi gerekiyor. Bunu ispat etmesine için hem o dönem hem daha sonradan bugüne kadar herhangi bir devrimci demokratik kurumun ve ilerici bir Alevi kurumunun bu türden bir açıklamasını ortaya koyması gerekiyor.
Üstteki paragrafın devamında yazar şunları yazmaktadır. “ Biz bu yaklaşımların Maraş katliamını ve orada yaşanan şiddet gerçeğini anlamayı mümkün kılmadığı gibi, tersine, engellediği kanaatindeyiz. s. 206
Şimdi hem gerçekleri ters yüz edeceksin, hem “Ülkücülüğün şiddet tarihinin acı bir sayfası” diyerek faşistleri istemeden bu katliamı yapmışlar gibi göstereceksin hem katliamı devletin tanımladığı “mukatele” tanımına uygun olarak “Halkların kırdırıldığı bir oyun” ifadeleriyle anlatacak, böyle bir algı yaratmaya çalışacaksın, sonrada keskin ve bilgiç laflarla konuyu istediğin noktaya getirmeye çalışacaktın. Yok öyle Kürt Mehmet nöbete gitmiyor artık.
- Maraş katliamı ve Alevilere “soykırım tehdidi”
Bir başka yerde s. 19’da yazar, “Türkiye Maraş katliamından bu yana geçen zaman içinde ve önümüzdeki görünür gelecekte özellikle Aleviliğin soykırım tehdidi ile karşılaştığı, karşılaşabileceği bir ülke durumundadır.” diyor. Burada iki temel yanlışlık bulunmaktadır. Birincisi Alevilere yönelik soykırım tehditleri “görünür geleceğin” değil, dün yaşanmış soykırım pratiklerinin ve içinden bulunduğumuz sürecin sorunudur. Koçgiri, Dersim, Malatya, Sivas, Maraş, Madımak ve Gazi’de yapılanlar bu gerçeğin “düne” dair kanıtlarıdırlar. Günümüzden de sık sık Alevi evlerinin nefret objesi olarak işaretlendiği, Alevi Cemevlerine saldırıların olduğu ortadadır. Bu saldırılar ve baskılarda Alevilerin güncel olarak soykırım tehdidi altından bulunduklarının ifadesidir.
Bu demektir ki devlet ihtiyaç duyduğu bir anda Alevilere yönelik soykırımcı bir saldırı geliştirebilir. Böyle bir saldırının yapılmıyor olması konjektürel durumun sonucudur.
İkincisi, “Türkiye’nin görünür gelecekte soykırımlarla karşılaşabileceği bir ülke durumunda” olduğunu söylemek Türkiye hakkında bir öngörüden bulunmak veya bir bilgiyi paylaşmak değildir. Aksine Türkiye ve Kürdistan gerçeklerine ne kadar yabancı olunduğunun ifadesidir.
Bu topraklarda Kürtlere yönelik katliamlar aralıksız sürdürüldüğü halde sanki bunlar katliam/soykırım değilmiş gibi yazar ısrarla bu katliamları görmezden gelmekte, yok saymakta, bunlardan söz etmemektedir. Sonrada dönüp toplumu muhtemel katliamlara karşı uyarmaya çalışmaktadır. ” Merd-i kıbtî şecaat arz ederken sirkatin söyler” dendiği gibi, yazarın da durumu tam budur. Bu yaklaşım Maraş katliamına karşı mücadeleye güç katmaz.
- g) Maraş Katliamı “şiddet festivali” midir?
- 17’de ve daha başka yerlerde “…bir şiddet festivalidir Maraş katliamı” diyor yazar. Yapılanın “şiddet festivali” olarak tanımlanması sorunlu yaklaşımın tezahürüdür. “Şiddet” gibi yok edici/negatif bir olgunun ve kavramın “festival” gibi insanların zihninde ve duygularında pozitif çağrışımlar yapan ve pozitif objelerle hatırlanan bir olgu ve kavramla bir arada ve aynı olgunun tanımı için kullanılması başlı başına bir sorundur, yaralayıcıdır, velev ki bu kavramlaştırmanın mantıklı bir izahı bile olsa, entelektüel görüntüyle bu özensizliğin üstü örtülemez. “Şiddet(in) festivali”mi olur? insanların diri diri yakıldığı, boğazlandığı bir kanlı katliamdan festival diye söz edilebilir mi? Orijinal kavramlaştırma yapacağım, entelektüel görüneceğim diye bu kadar üstünkörü yaklaşmak doğru mu?
- h) Maraş katliamı çok katmanlı ve karmaşık mıdır?
Yazar “katliam çok katmanlı ve karmaşık”- alıntı sayfası- diye bir iddiada bulunmaktadır. Bu belirlemeyle katliamı bilinmezliklere havale etmekte, gizemli bir atmosferdenmiş gibi göstermektedir. Böylece “bu karmaşıklığın içinde doğruyu bulmak çok zordur” demeye getirmektedir. Bu ifadelerle yazar, dolaylı olarak, zorluğuna rağmen kendisini, konuyu en isabetli anlayan ve anlatan gibi göstermektedir. Böylece bir özgünlüğe ve ayrıcalığa sahip olmak istemektedir. Üçüncü olarak başkalarının Maraş katliamını “basite” aldıklarını ima etmektedir.
Maraş soykırımı, elbette kanlı bir katliamdır, elbette “normal” ve “basit” değildir. Ancak yazarın sandığının veya göstermek istediğinin tersine ayrıntıları görülemeyecek, anlaşılamayacak, çözümlenemeyecek, anlaşılamayacak kadar karmaşık, bilinemez değildir. İnsanların katledildiği kanlı bir katliamın basit ve normal olmaması bilinemeyecek kadar “karmaşık” olduğu anlamına gelmez. Ayrıca bu tarihi soykırımı basite alan kim veya kimlerdir? Yazarın bu iddiası Alevi kurumlarına, Kürt- Türk Alevi halkına ve devrimci- yurtsever demokratik kurum ve kamuoyuna karşı haksız ve özensiz bir iddia değil midir?
Yazar, katledilen insanların sayıları konusundan da kitapta değil ama katıldığı program da gerçek dışı bilgiler vermiştir. Katledilen insanların sayısının 700 kişi olduğunu belirtilmiştir. Bu konu “Beni sen öldür- Maraş/1978” adlı kitapla çok büyük ölçüde çözülmüştür. Adı geçen “Beni sen öldür- Maraş/1978” kitabı sadece bir kitap değildir. Katliama maruz kalmış olan Kürt- Türk Alevi toplumunun içinde iki yıl boyunca sürdürülmüş, geniş ve derin bir saha çalışmasıdır. Bu çalışmanın tek amacı katledilenleri ziyaret etmek değildi, aynı zamanda katledilenlerinin tespit edilmesi de bu yolla sağlanmıştır. Ortaya çıkan bu bilgilerin farklılığını, somut verilerle ortaya koymak anlamlı olabilir. Yoksa herkesin kendince ispatı mümkün olmayan rakamlar ileri sürmesi, katliama karşı mücadelenin ciddiyetine zarar verir. Kaldı ki eğer bu yolla soykırımın ağırlığı anlatılmak isteniyorsa katledilmiş olan insanların sayısı neden az olsun? Söz konusu olan insandır ve her bir insanın bir dünya olduğuna inananlardanız. O nedenle bu şekilde ispatının mümkün olmadığı ve dolayısıyla da gerçek olmayan rakamlarla soykırımın gerçekleri sulandırmak doğru değildir.
Son söz olarak metnin çok uzamış olmasından dolayı okurlardan bir kez daha özür diliyorum. Böyle bir yazı yazmak, emin olunmalıdır ki tercih edilen bir durum değildir. Ancak bunca yanlışlığın bu kadar kolay biçimde yapılabiliyor olması karşısından da hiçbir şey yokmuş gibi davranmak doğru değildi. Daha önce belirtildiği gibi burada amaç, polemik yapmak veya doğru çıkmak değildir. O nedenle yanlışın hâkim olabileceği koşullar da yabancısı olunan koşullar değildir. Ama her durumda doğruyu savunmak ve doğrunun kazanacağına inanmak esastır.