Kasım ve Aralık ayları Kürtler ve Aleviler için hem katliamların, hem de zulme karşı kahramanca direnmenin yaşandığı aylardır. Biz bu makalemizde Dersim, Maraş, Roboski ve Kobani’de yaşananları kısaca değerlendireceğiz. Saydığımız katliam ve direniş örneklerini günümüzle bağlamak ve bu olaylardan dersler çıkarmak istemlerimizin başında gelmektedir. 1737-38 Dersim Soykırımı, direnişin önderi Seyit Rıza’nın ve yoldaşlarının tuzağa düşürülerek idam edilmeleri TC devletinin zulümde sınır tanımadığının örneğidir. İdam edilenlerin mezarlarının yerleri bile bugüne kadar ailelerine gösterilmemiştir.
Dersim Soykırımı !
1937-38 Dersim katliamının hazırlığı çok önceden yapılmıştır. Bakın daha 1926’da Dersim sorunu devlet raporlarından birinde nasıl tarif edilmiş: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.” (Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in, Şubat 1926’da hükümete sunduğu rapor)
Bu sürecin bir başka amacı ise asimile etme, yani Türkleştirmedir. Dolayısıyla Dersim de yaşananlar; bölgenin Alevi Kürt halkının bir kez daha sömürgeleştirilme ve Türkleştirme girişimlerine karşı inançsal ve ulusal öz taşıyan bir direniş ve bu direnişin zalimce ezilmesidir.
Dersim soykırımından on yıllar sonra Türk meclisinde Kürt sorunu “açılım” adı altında ilk kez tartışılırken, CHP sözcüsü Onur Öymen hükümetin benimsediği “analar ağlamasın” söylemini etkisizleştirmek maksadıyla 1937-38 Dersim katliamını pervasızca savundu. Ve Öymen, açık bir imayla aynı yöntemleri Kürt sorununun bugünkü çözümü için de örnek gösterince bir skandal patlak verdi. CHP’li Kemalistlerin şaşkın bakışları altında konu birden ülke gündemine oturdu ve başta Kürt Aleviler olmak üzere dört bir yönden geniş bir protesto dalgası yükseldi. CHP’liler şaşkındı, çünkü 90 yıldır sürdürülen siyaseti savunmuşlardı!.
Dersim’e yönelik hazırlanan özel muameleye ilişkin olarak tarihçi Ayşe Hür şu bilgileri veriyor: “Kızılbaş Kürtlerin yurdu Dersim’i hükümetin gözünde ‘çıbanbaşı’ yapan, Dersimlilerin Osmanlı’dan beri alışık oldukları gibi özerk yaşamak istemeleri, devlete vergi ve asker vermeye yanaşmamalarıydı. Ama Cumhuriyet kadroları işi kökten halletmeye kararlıydılar. 1925 Şeyh Said, 1926-1930 Ağrı isyanlarının bastırılmasından sonra sıra Dersim’e gelmişti. 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 sayılı İskân Kanunu çıkarıldı. 25 Aralık 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı ve Dersim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştirildi. Ardından Birinci Umumi Müfettişlik bölgesi kapsamında bulunan Elazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Bu genel valiliğin başına General Abdullah Alpdoğan atandı. Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi.”
‘’Öte yandan 1 Kasım 1936’da, Mustafa Kemal TBMM Açılış Konuşmasında bizzat şunları söylemiştir: “Dâhili işlerimizden en mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salâhiyetler verilmelidir.”
Seyit Rıza çevresindeki on kişiyle beraber göstermelik bir yargılama müsameresiyle idama mahkûm edilir. İdam edilebilmeleri için Seyit Rıza’nın yaşı küçültülürken oğlununki yükseltilir ve 15 Kasım 1937’de infazlar çabucak gerçekleştirilir demiştir. Tüm bu kan banyosunda on binlerce Dersimli katledilir, sürgün edilir, binlerce çocuk yurdun başka bölgelerinde hizmetçi olarak başka ailelere verilir ve Türkleştirilir. “Dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürer, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilir.” (Ayşe Hür)
Dersim’de yaşanan; daha 1930’lu yılların başlarında planlanan 1937-38’de ise uygulamaya konan bir Soykırım’dır. Dersim katliamından Atatürk’ün haberinin olmadığı iddiası ise ‘traji-komik’ bir yalandır.
Kaderin cilvesine bakın ki, yöredeki askeri birlikler dışında, tam teçhizatlı 3 kolordu ve 2 süvari tümeniyle gerçekleştirilen Dersim- 38 katliamının ardından, Türk Ordusu 40 bin askerle Elazığ’da adeta misilleme bir gövde gösterisi yapıyordu…( Yararlanılan Kaynak Mehmet Bayrak. Atatürk ve Aleviler)
Bakınız FEDA 4 Mayıs 2017 tarihinde yaptığı basın açıklamasında Dersim soykırımı için neler söylemiş. “Demokratik Alevi Federasyonu (FEDA) olarak; 4 Mayıs 1937 yılında TC Hükümetinin Bakanlar Kurulu’nda alınan kararla gerçekleştirilen Dersim Tertelesi’nin 80. Yılında kefensiz ve mezarsız ölüleri, sürgün edilen binlerce yetimi ve Dersimin Kayıp kızlarını saygıyla, bu zulmü gerçekleştiren karanlık, tekçi, zorba zihniyeti ise lanetle anıyoruz.
Dersim 37/38 ile koca bir nesil anasız-babasız bırakıldı. Binlerce insan nenesini, dedesini, yakın akrabasını tanıma olanağından mahrum kaldı. Birçok insan kardeş, amca, dayı, hala duygusundan yoksun büyüdü. Annesiz, babasız, yakın akrabasız yaşamanın ne demek olduğunu belki de Dersimliler kadar kimse bilemez. Bu duyguyu ancak benzeri soykırımlara uğramış topluluklar bilir ve anlarlar.
Dersim 37/38 soykırımı Kızılbaş-Alevi inançlı bir topluluğun kurulu devlet düzenine uymayan yaşam tarzına yönelmiş, bu inancı ve yaşam tarzını ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
1937/38 Dersim katliamı Dersim halkına yönelik baskı ve asimilasyon politikalarının toptan bir imha haline dönüşme tarihidir. 4 Mayıs, Dersim Tertelesi’nin başladığı gün olarak kabul edilmektedir.
Biz FEDA olarak 80. Yılında bir kez daha Dersim 38 Tertelesi`nde katledilen insanların anıları önünde saygı ile eğilirken, katliamı uygulayan, gizleyerek suç ortaklığı yapanları şiddetle kınıyoruz….
Demokratik Alevi Federasyonu (FEDA) olarak TC devletini Dersim Soykırımından dolayı özür dilemeye ve tarihle yüzleşmeye çağırırken, diyoruz ki; tarihte karşılaştığımız hiçbir haksızlığı, katliamı ve soykırımı unutmayacağız.”
46 Yıl Sonra Maraş Hala Kanamaya Devam Ediyor!
Osmanlı döneminde olduğu gibi, 101 yıllık Türk Cumhuriyet tarihi boyunca da toplumun öteki kabul edilen kesimlerine karşı çeşitli katliamlar gerçekleştirilmiş, bu katliamlarda onlarca, yüzlerce, binlerce, onbinlerce insan yaşamını yitirmiştir. Türkmen ve Kürt Kızılbaşları da bu süreçte soykırıma kadar uzanan katliamlara maruz kalmışlardır. Bu toplu katliamlarda genellikle ırkçı ve dinci propaganda ile zehirlenmiş yöre halkı kışkırtılarak Alevilere katliamlar uygulanmış, geride kalanlar ise göçe zorlanmıştır.
Bu katliamlar zincirinin bir halkası olarak Maraş katliamı; 12 Eylül öncesi birçok şehirde sahneye konulan Alevi katliamlarının sonuncusu ve Dersim Soykırımından sonraki katliamların en kanlısı idi. Katliamcıların amacı, her ne kadar 12 Eylül askeri darbesine zemin hazırlamak olarak tanımlansa da, asıl amaç daha büyüktü. Asıl amaç farklı halklar ve inançlar bahçesi olan Maraş’ta Alevi, solcu, demokrat insanları kıyıma uğratmak ve sağ kalanları da baskı, sindirme, korku psikolojisi ile göçe zorlamaktı.
Böyle büyük ölçekli bir senaryonun devletin derin güçlerinden icazet alınmadan yapılması mümkün değildi. Sonunda katliamcılar hedeflerine ulaştılar, Maraş’ta yaşayan Aleviler büyük kentlere ve 12 Eylül sonrası da yurt dışına göç ettiler, Maraş gericiler için dikensiz gül bahçesine çevrildi. Bu katliamın baş aktörleri elbette adına derin devlet denilen ve uluslararası derin güçlerin uzantılarıydı. Zaten katliamda baş aktörün “DERİN DEVLET” olduğu yıllar sonra Başbakanın çekmecesinden çıkan “bilgi notu”nda ortaya çıkmadı mı?
Maraş katliamından sonra bölgenin demografik yapısı değişti. Bölgenin tüm Alevileri şehri terk ettiler. Şehir gericilerin kalesine dönüştü. Yapılan araştırmalara göre bugüne kadar Maraş ve çevre kaza ve köylerinde yaşayan 150 bin Alevi yaşadıkları topraklarını terk etti. Amaca ulaşılmıştı.
Maraş katliamdan önce ülkenin dört bir yanında yükselen bir devrimci halk muhalefeti bulunuyordu. Kasım ayı sonunda bölgede ve özellikle de Pazarcık’ta önemli bir kitle desteği bulunan PKK’nin kuruluşu ilan edilmişti. İktidarda Ecevit vardı ve başını ordunun çektiği derin güçler yavaş yavaş 12 Eylül darbesine zemin hazırlamakla meşguldüler. Keza yıllar sonra Kürt gerillası Sivas’ın kapılarına dayanınca bu sefer de aynı katliam senaryosu Sivas’ta sahneye konulacaktı.
Sivas’ta 33 ilerici sanatçı ve aydının yakıldığı katliam için “Biz Sivas’taki şeriatçı örgütlenmenin gücünü ve herhangi bir kalkışmada ne kadar sürede kontrol altına alınabileceğini görmek istedik. Ama ipin ucu kaçtı, saldırganlara hâkim olamadık.” diyen “DERİN DEVLET” anlayışı tarih boyunca gerici, şeriatçı, faşist güçlerle kol kola idi. Derin devlet Maraş öncesi Muğla’da, Kırıkhan’da, Elbistan’da, Malatya’da idi. Madımak Katliamı’ndan, Gazi Katliamından 15 yıl önce Sivas’ta ve Çorum’da idi.
Yaşanan bu olaylar katliamcı anlayışın var olma sebebini, yaşamsal dayanakları ve hizmet amacı karakteristiğini ayan beyan ortaya koymaktadır.
Pir Sultan Abdal’dan, Deniz Gezmiş’e, 12 yaşında semah dönmek için gittiği Sivas’ta yakılan Koray Kaya’dan, 12 Yaşında 13 kurşunla Kürdistan’da öldürülen Uğur Kaymaz’a, 19 Aralıkta Cezaevlerinde katledilen devrimcilere, oradan hunharca katledilen Roboski’deki Kürt köylülerine kadar yaşanan tüm cinayet ve katliamların sorumlusu aynı organize güçlerdir.
Bu nedenle Maraş’da insanlık dışı kıyımın vicdanlarımızda yarattığı utancı hep birlikte temizlemek gerektiğine inanıyoruz. Madımak’ın toplumsal belleğimizde açtığı yarayı da demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, eşitliğe, çok kültürlülüğe inanan, ülkemizde yaşayan tüm halkların ayrı kimliklerinden dolayı var olan haklarını ikircimsiz savunan kesimlerle birlik içinde sarabileceğimizi biliyoruz.
Bu Katliamları Anma Nasıl Omalıdır?
Ortak ülkemizin devrimci, ilerici güçleri, emekten ve emekçiden yana güçleri, tüm ötekileştirilen toplum kesimlerinin insan olmaktan doğan haklarını savunan sosyalistleri, kararlı bir şekilde; bir arada yaşama kültürünü tahrip eden karanlıkta kalmış bütün katliamların aydınlığa kavuşturulması için mücadele etmeli ve laikliği, bireyin ve emeğin özgürleştirilmesini, devletin demokratikleştirilmesini savunan güçlerle omuz omuza olmayı ana ilkelerinden biri edinmelidir. Bu uğurda verilecek mücadelenin farklı kültürlerin ve inançların bir arada yaşayabileceği bir Türkiye özleminin gerçekleşmesine katkı sunacağını, Dersim, Maraş başta olmak üzere Kürt ve Alevi katliamını unutturmak isteyen çevrelere etkili bir cevap olacağına inanıyorum.
Anlamlı anma, kayıplarımızın katillerinden hesap sorulmasıyla mümkün olabilir. Katliamların önlenmesi de ancak kararlı bir direnişle mümkündür. Maraş gerçeğin de ortaya çıkan derslerden biri de örgütlü olunan mahallelerde kayıpların asgari düzeyde kalabildiğidir. Işte Yörükselim Mahallesi, işte Karamaraş mahallesi gerçeği bunu göstermiştir. Faşist katillerin en çok katliam yapmak istediği bu iki mahallede kahramanca direnişler sonucunda faşistler mahallelere sokulmamış ve onlara önemli kayıplar da verdirilmiştir.
Üzerinden 46 yıl geçen 17-24 Aralık 1978 günleri tarihimizin en karanlık günlerindendir. Bizlere bu günü yaşatanların yakalarına yapışmalı ve onlara bu ayıplarını unutturmamalıyız. 46 yıl geçse bile bu işin faillerini bulup gereken şekilde cezalandırılmasını sağlamalıyız.
Türkiye’de hak arama tarihi uzun, zorlu bir süreç ve bazen tahammül sınırlarını zorluyor. Ancak bu zorlukların bizleri yıldırmaması gerekiyor, gerekiyorsa bayrağı evlatlarımıza devredeceğiz, ama asla boyun eğmeyeceğiz. Bu yoldaşlara, halka, verdiğimiz emeklere, ödediğimiz bunca bedele bağlılığımızın bir gereğidir de aynı zamanda.
Roboski Katliamı nedir, ne zaman oldu? Katliamı kim yaptı? Roboski Katliamında kaç kişi öldü?
Roboski katliamı, Uludere Katliamı veya Uludere Operarasyonu… Bugün Türk Hava Kuvvetlerinin, Şırnak’ın Uludere ilçesi yakınlarındaki ırak topraklarında F-16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 16’I Çocuk 35 Kürt kökenli vatandaşın hayatını kaybetmesinin 14. yıl dönümü.Roboski karliamı 28 Aralık 2011 tarihinde gerçekleşmişti. Roboski operasyonunda hayatını kaybedenlerin, Irak’tan Türkiye’ye mazot ve sigara getirmek için giden Kürt kökenli vatandaşların oluşturduğu bir kaçakçı kafilesi olduğu anlaşılmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı Roboski katliamı sonrası açıklamasında; 28 Aralık 2011 tarihinde saat 18.39’da tespit edilen grubun PKK’nın kullandığı yolları kullanması sebebiyle vurulmasına karar verildiğini ve operasyonun TSİ 21.37 – 22.24 arasında gerçekleştiğini belirtti. 16 Mayıs 2012 tarihinde olayın, Amerika Birleşik Devletleri’nden paylaşılan istihbarat nedeniyle gerçekleştiği belirtilse de, daha sonra yapılan açıklamalarda bu bilgi yalanlandı.
Dosya Hakkında Takipsizlik Kararı Verildi.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu konuyla ilgili hazırladığı raporda olayda kasıt olmadığını bildirmiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı olayla ilgili soruşturma hakkında Haziran 2013’te görevsizlik kararı verdi ve dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na gönderdi. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı 7 Ocak 2013 tarihli gerekçeli kararında, “gerek şüphelilerin gerekse olayda görev yapan diğer TSK personelinin, TBMM ve Bakanlar Kurulu kararları çerçevesinde kanunun emrini icra kapsamında kendilerine verilen görev gereklerini yerine getirdikleri, görev gereklerini yerine getirirken kaçınılmaz hataya düştükleri, dolayısıyla eylemleri hakkında kamu davası açılmasını gerektiren sebep bulunmadığının anlaşıldığı” denilerek takipsizlik kararı verildi.
ROBOSKİ KATLİAMI TARİHİN TOZLU RAFLARINA KALDIRILDI.
Şırnak›ın Uludere ilçesine bağlı bir sınır köyü olan Roboski›de 28 Aralık 2011›de Türk Silahlı Kuvvetleri›ne ait savaş uçakları tarafından bombalanan 19›u çocuk 34 kişi öldürüldü.
Şırnak›ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu köyünde gerçekleşen hava bombardımanında 34 sivil hayatını kaybetti. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç 3 Ocak 2012›de açıklama yaparak yaşanan olayla ilgili resmi özür beklenmesinin «yanlış olduğu», öldürülen sivillerin ailelerine tazminat ödeneceğini söyledi. Ailelere 123›er bin liralık toplam 4 milyon 182 bin lira tutarında tazminat verildi. Ancak ailelere tazminatı «kan parası ve sus payı» olarak gördükleri için kabul etmeyi uygun bulmadı.
ROBOSKİ KATLİAMINI KİM YAPTI?
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Ocak 2012’de düzenlediği bir basın toplantısında MİT’in Uludere olayıyla ilgili yanlış istihbarat verdiğine ilişkin bir husus bulunmadığını ve olayla ilgili grup, yer, tarih, sayı ve geçiş güzergahlarına ilişkin MİT’in herhangi bir istihbarat paylaşımı gerçekleştirmediğini dile getirdi.
Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Kasım 2014’te düzenlediği bir basın toplantısında “MİT tarafından gönderilen yazılar ve üst düzey MİT görevlisi tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri telefonla bizzat aranarak, Bahoz Erdal’ın hudut hattını geçmekte olduğu bildirilmiştir. Silahlı Kuvvetler’in yetkilileri, bilginin doğru olup olmadığını defaatle sormasına rağmen, MİT yetkilisi ısrarla bilginin doğruluğunu teyit etmiştir. Sonuçta, MİT’ten gelen birden fazla resmî istihbarat raporları ve telefon bilgileri üzerine maalesef Uludere olayı yaşanmıştır” dedi.
Eylül 2015’te Cumhuriyet gazetesinin ulaştığı belgelere göre, Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı’nın Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği bir yazıda MİT’in Bahoz Erdal’ın eylem hazırlığında olduğuna ilişkin “doğruluğu kuvvetle muhtemel” notuyla ilettiği istihbaratın, bombardıman kararında “önemli rol oynadığını” bildirdiği ortaya çıktı.
Takipsizlik kararıyla kapatılan soruşturmada yer alan tanık ve şüpheli ifadelerine göre, bombardımandan önce (insansız hava aracını kontrol eden yüzbaşı dahil) ilgili tüm askeri birliklerin kanaatinin sınıra yaklaşan grubun “terörist değil, kaçakçı olduğu”, buna karşın Genelkurmay’ın bombalama kararı verdiği iddiası Cumhuriyet gazetesi tarafından ortaya atıldı.
İnsanlığın onur kalesi; Kobanê Geçilmez!
Irak ve Suriyede önemli bölgeleri ele geçirdikten sonra yönünü Rojavaya çevirdi. Bir Kürt soykırımı düzenlemek için. tüm gücüyle saldırdı. Ama Kürt kızları ve oğulları enternasyonalist devrimcilere omuz omuza vererek binlerce şehit vermeyi göze alarak Kobaneyi geçilmez kıldı.Kobanê direnişi tarihin tanıklık ettiği gibi, bölgesel bir direniş olmaktan çıkmış ve dünya çapında örnek alınacak bir direnişe evrilmiştir. Kobanê direnişi gerici DAİŞ katilleri karşısında bir Kürt direnişi olarak başlamış, Ancak bu şanlı direniş igericiliğe, barbarlığa, ortaçağ karanlığına karşı bir insanlık direnişine dönüşmüştür. Kobane’de direnen insanlıktır. Kobane’de savaşanlar insanlığın ortak çıkarlarını temsilen savaştılar ve halen de savaşıyorlar.
Bölgenin tüm gerici güçleri, uluslararası çıkar grupları birleşmiş, DAİŞ gericiliğini bölge halklarının başına bela etmiştir. Ancak hevesler kursaklarda kalmış, Kobane’de kimsenin öngöremediği görkemli bir direnişle karşılaşılmış ve birçok çıkar grubunun hesapları alt üst olmuştur.
Bundan dolayı başlangıcından bu yana Kürt halkını yalnız bırakan dünya gericiliği, yaratılan uluslararası duyarlılık sonrasında DAİŞ katillerine karşı bazı adımlar atmak zorunda kalmıştır. Yine dünyanın dört bir yanındaki devrimci-demokratik çevreler de harekete geçerek kamuoyunda Kobanê için bir duyarlılığın oluşmasını sağlamış, Kürt halkının görkemli direnişini dünyaya duyurmada aracı olmuşlardır.
Her yürek devrimci bir hücredir!
Paramaz Kızılbaş Kobani direnişine katılırken kendine seçtiği isimle bile bir mesaj vermektedir. Bu coğrafyanın ötekileştirilenlerinden Ermenilerin ve Alevilerin adını alarak Hakikat Arayışına bir başka coğrafyada değil, bölgemizde başlanması gerektiğine işaret etmektedir. Paramaz bu örnek enternasyonalist tavrı ile sözün bittiği yerde olunduğunu ve eyleme geçmenin zorunluluğunu gözümüze sokuyor.
Kobane’de direnmenin insanlığın geleceğini sahiplenme eylemi olduğunu bu tutumdan daha iyi ne gösterebilir ki? Paramaz yoldaşlarına ve tüm devrimcilere bir görev yüklüyor. “Hakikat arayışçılığının öncü ve artçı örgütünü yaratmanız dileğiyle” diyerek bizi tarihsel bir seçimle karşı karşıya bırakıyor.
Kobanê direnişi Rojava’da başlatılmış bir halklar devrimini, bir inançlar devrimini, bir sınıflar devrimini, bir kadın devrimini koruma ve yaşatma direnişidir. Bunun için bir insanlık direnişidir. Paramaz yoldaşın tutumu da bu coğrafyada yaşayan devrimcilerin takınması gereken doğru tutumdur.
‘’Hayal Gücü İktidara’’
Direnişin başladığı günden itibaren DAİŞ katillerinin direnişi kıracağını sanan, buna inanarak Kobanê’nin düşmesi üzerine yorum yapanlar büyük yanıldılar. Biz baştan beri inatla belirttik. Kobanê düşmez dedik. Bunu söylerken bizi hayalci görenler oldu. Ama biz yine inatla hayalleri olmayanların devrimci olamayacağını da vurguladık. İşte Paramaz Kızılbaş’ın “hayal gücü iktidara” şiarı bugün Kobane’de gerçeğe dönüşüyor. Düne kadar Rojava devrimini tanımamakta ısrar eden uluslararası güçler bugün PYD ile PKK ile doğrudan görüşüyorlar. Kürt Özgürlük Hareketi artık bölgesel bir aktör oldu.
Kuru, duygusuz, hayalleri olmayan, inançsız birey olmayı aydın olma zan edenlerin, 40 yıldır sürmekte olan Kürt Özgürlük Hareketini anlamaları elbette beklenemez. Bugün hala 40 yıl öncesinin gerçekliğiyle hareket edenler dünyanın değiştiğini anlamamakta ısrar ediyorlar. Oysa dünya değişmiştir.
Kürt halkı bugün kazandığı mücadele deneyimi ile bölgenin kaderinde söz ve karar sahibi haline gelmiştir. Kobanê DAİŞ barbarlığına mezar olduysa, bu 40 yıllık Kürt Özgürlük Mücadelesinin kazanımları, deney ve tecrübeleri sonucudur. Kürtler bu bölgede sosyalizmin yıkıldığı, gericiliğin bir karabasan gibi halkların üzerine çöktüğü bir ortamda, 1984 Ağustos atılımı ile bölge ilerici güçlerinin umudu oldu, sevinci oldu.
Kobane’de direnenler insanlık adına direndiler, insanlığın kurtuluş reçetesinin tarihini yazıdılar. Hiçbir karalama bu gerçeğin üstünü örtemez. Bundan böyle bölgenin tarihini yazacak olanlar artık Kobanê öncesi ve sonrası diye yazacaklardır.
DAİŞ Ne Yapmak İstedi !
Kim ne derse desin Kobane’de ve Kürdistan’ın, Irak’ın ve Suriye’nin değişik yerlerinde IŞİD eliyle sahnelenen insanlık dışı uygulamalar İslam’ın farklı yorumlarının sonucudur. Bu katil sürüleri yaptıklarını İslam adına yapmaktadırlar. Ve İslam’ın bir çok sözüm ona alimi bile bunların uygulamalarını teyit etmektedir.
IŞİD’in uygulamalarının kökleri Emevi İslam’ına uzanmaktadır. O dönemde de savaşlarda erkeklerin kelleleri kesilmiş, kadınlar savaş ganimeti sayılmıştır. Bırakalım o dönemi bugün IŞİD’in Müslüman olmadığını söyleyen birçok Müslüman ülkede zina ettiği söylenen kadınlar taşlanarak öldürülmekte, insanlar Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi başları kesilerek idam edilmektedir.
Böylesi bir geleneğin devamcıları olarak ortaya çıkan bu akımların en zalimlerinden olan IŞİD fetva veriyor : “Kürtler Zaten Müslüman Değil!”
Kendilerine biat etmeyen herkesi kafir ilan eden terörist IŞİD militanları, İslam tarihinin her döneminde „Şeytanın çocukları“ olarak adlandırılan Kürtlere hayli hayli kafir diyecektir. Zaten Selefi akımlar aslında Arap ırkından olmayan kimseyi Müslüman kabul etmiyorlar. Ya da şöyle diyelim başka ırklar kendi İslam anlayışlarını kabul edip, kendilerine biat ederlerse katliamdan kurtulabilir, kafir olmaktan çıkabilirler.
Çeşitli haber kaynakları geçtiğimiz günlerde şöyle bir haber geçtiler; Kobane’de çatışan terörist IŞİD’in komutanlarından Ebu Halit Abdullah çatışmalarla ilgili açıklamalarda bulundu. IŞİD komutanı, Kürtlerin Müslüman olmadığını iddia etti. Bununla da yetinmeyen Ebu Halit Abdullah yaptığı açıklamada Kürtlerin emanda kalabilmeleri için Müslüman olup İslam Devleti’ni (!) kabul etmeleri gerektiğini ya da cizye ödemeleri gerektiğini öne sürdü.
Ebu Halit sözlerinin devamında kan donduran ifadeler kullandı: “Ezidi, Şii ve Hristiyan çocuk ve kadınlarına yaptıklarımızın aynısını Kürtlere de yapacağız. Direnen Kürtlerin kanı helaldir. Onların kadın ve kızları da bizlere helaldir.”
Birincisi; Kürtlere yönelik bu ifadeler yeni değildir. Ve kendilerinden olmayanların kanının ve kadın ve kızlarının helal olması fikrini Emevi İslam’ından almaktadırlar. Bu kendi uydurdukları bir şey değildir. Bırakın Emevi İslam’ını, gelin Osmanlı müftülerine, Ebu Suudi efendi fetvalarına bakın orada da gayri Müslümlerin ve Kızılbaşların kanı helaldir. Kadın ve kızları da savaş ganimetidir. Bugün IŞİD zulmünü yeni bir şeymiş gibi göstermeye çalışan İslam ülkeleri, dönüp kendi tarihlerine baktıklarında IŞİD’i esas olarak orda görürler.
Unutmayın, bugün « Kürtler Müslüman değildir » diyen IŞİD yarın da Türklerin Müslüman olmadığını söyleyecektir. Suriye’de Alevi kökenli Esat’ı yıkacağım diye IŞİD, El Nusra gibi katil şebekelerini palazlandıran Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler bilmelidirler ki, bu topraklara fırtına ektiler. Simdi rüzgar biçeceklerdir..
Unutmayın Kürt halkı son 50 yıldır büyük bir aydınlanma yaşamıştır ve yaşamaktadır. Artık onları din adına, ortaçağın geri değerleri adına kandıramayacaksınız. Bütün telaşınız bundandır. Artık Kürdistan’da ağaların, şeyhlerin, mirlerin, şıhların düzeni yıkılmaktadır. Bölgenin tüm gericileri olarak öfkeniz bunadır. İnsanlığın ortak değerlerinin temsilcisi Kürt Özgürlük Hareketine yönelik çılgın saldırılarınızın nedeni budur. Geleceğin Kürdistan’ında bu gerici düşüncelere yer olmadığını görerek son bir çırpınışla saldırıyorsunuz.
Ama Kürt halkı, inananı, inanmayanı, Alevi’si, Sünni’si, Ezidi’si, Hristiyan’ı ve Ateisti hep birlikte Kürt Özgürlük Hareketi saflarında yer alarak ortak, eşit ve özgür yaşamı pratiğiyle halklarımıza yaşatıyor. Bundan dolayı bu hareket yenilmezdir artık. Bütün bölge gericilerinin bu hareketi boğma çabası beyhude bir çabadır. Çünkü artık Kürtler dışındaki bölge halklarının tüm ilericileri de bu hareketin etrafında bütünleşmektedir.
Bugün insanlığa baş belası olmuş, vahşeti örgütlenmek için bir propaganda aracına dönüştürmüş bir yapı ile karşı karşıyayız. Bu vahşet ideolojisi ne yazık ki, sadece bölgemizle sınırlı değil, vahşet örgütü küresel çapta bir örgütlenmeye dönüşmüş durumda ve yaptıklarını da İslam adına yaptığına militanlarını inandırmış bulunmaktadır. Kendisi dışındaki hiç kimseyi de Müslüman saymamaktadır. Tüm İslam alemini de sözde hilafetine biat etmeye çağırmaktadır. Hilafete biat etmeyen herkes ise onlar için ortadan kaldırılması gereken bir hedeftir.
.Peki IŞİD nedir?
IŞİD ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra oluşmuş ve El Kaide geleneğinden gelen Selefi bir örgüttür. ABD’nin Irak’ta askerî işgali devam ettiği sürede özellikle IŞİD ya da Irak El Kaidesi Arap dünyasının değişik bölgelerinde katılımlar almış, bir Ortadoğu, hatta dünya örgütü olmuştur. Bu süreçte Libya, Afganistan, Kafkasya ve Balkanlar, Nijerya gibi ülkeler başta olmak üzere, 80 ülkeden Irak’taki savaşa katılım gerçekleşmektedir.
Suriye’nin Akdeniz’in Afganistan’ına dönüşmesi ve bu arada Esad’ı devirme tutkusu içindeki ABD-Türkiye-Suudi Arabistan-Katar ittifakının önünü açması, yardımcı olması ile bütün dünyadan, özellikle Afganistan, Çeçenistan ve Bosna-Hersek savaşlarının oluşturduğu cihatçı Selefi kitleler, Suriye’ye gelmişler ve kendilerine en yakın, güçlü örgüt olarak gördükleri IŞİD’e katılmaya başlamışlardır. Bu da IŞİD’i, El Kaide’nin olmadığı kadar küresel bir örgüt haline getirmiştir.
Irak IŞİD’inde Irak Baas Partisi kadroları ve Saddam ordusu mensupları egemendir ve mücadeleye onlar öncülük ediyor. Daha çok Araplardan oluşuyor, yabancıların sayısı fazla değildir. Suriye IŞİD’i ise biraz daha farklıdır daha çok dışarıdan gelenlerden oluşuyor. İçinde Araplar azdır, Suriye IŞİD’ini en çok destekleyen Türk hükümetidir. Tabi DAİŞ ya da IŞİD sadece bir projenin ürünü değildir. Aynı zamanda hem Suriye’de, hem de Irak’ta dayandığı tarihsel, kültürel bir temel, hem de bir kitle temeli var. Özellikle Sünni Araplarda belli bir tabanı olduğundan buna dayanarak mücadeleyi geliştirebiliyor bu vahşeti uygulayabiliyor. Eğer halktan destek bulamasaydı, dış güçlerin desteğiyle bu kadar vahşeti uygulayamazdı. Onun için IŞİD olayını basite almamak, kısa sürede bitecek yaklaşımı içerisine girmemek lazım.
IŞİD çetelerinin yenilebileceğini Kobanê’de Kürt halkı ispat etti.
Yıllar önce bölgemize yönelik emperyalist ve kapitalist güçler bir strateji gerçekleştirdi. Bu stratejinin özelliği Sovyetler’e karşı olmasıydı ve adına yeşil kuşak deniyordu. Sovyetler’in dağılmasından sonra ise siyasal İslam biçiminde somutlaştırıldı. Giderek NATO bunu daha da ilerletti ve bu radikal İslam’a karşı bir stratejiye dönüştürüldü. Aslında bu stratejinin gereği olarak IŞİD ortaya çıkartıldı. Bu stratejiyle aslında Ortadoğu’da hegemonya kurulmak istendi. Tabii karşı güçlerde kendi çıkarları için IŞİD’e destek verdiler. IŞİD aslında bir stratejinin ürünü olarak ortaya çıktı ve daha sonra stratejiyle de çelişti. Batılı güçler bu duruma uzun süre seyirci kalamazlardı. Nitekim IŞİD’in toptan Kürdistan’a saldırması sonrası, başını ABD’nin çektiği batılı ittifak IŞİD’in ancak Kürt güçleri tarafından durdurulabileceğini görerek hareket etmeye başladı.
Kürt özgürlük hareketi artık bir insanlık hareketi olarak kabul görüyor.
Kürt Özgürlük Hareketi, bütün Kürdistan parçalarında mevcut despotik, inkarcı ve tekleştirici çağdışı yönetimlere alternatif yeni bir sistem öneriyor. Egemen olduğu alanlarda da bu sistemi alternatif yönetim biçimini hayata geçiriyor. Elbette bölgede birçok uluslararası güç bu durumu kendi çıkarları için bir tehlike olarak görüyor ve karşı tutum alıyorlar. Ancak geçtiğimiz yıl ortaya çıkan Şengal ve Kobanê direnişlerinden sonra bu tutumlarını sürdürmekte zorlanıyorlar. Kürt özgürlük hareketi Kobanê zaferinden sonra artık dünyada hak ettiği yeri almaya, kendini kabul ettirmeye başlamıştır.
Artık Ortadoğu’da Kürtlersiz, PYD’siz, YPG ve YPJ’siz aynı zamanda HPG’siz ve PKK’siz siyaset yapılamaz. Onun için bugüne kadar izlenen bu siyasetin artık gözden geçirilmesinin zamanı gelmiştir. Nitekim söz konusu güçler Kürtler için yeni bir siyaset oluşturma çabası içerisindedirler.
Türkiye dış politikası iflas etmiştir!
Açıkça görülmektedir ki, Türkiye Ortadoğu’da hegemon bir güç olmak istiyor, bunu da Sünni İslam anlayışına dayandırarak gerçekleştirmek istiyor. Aslında Sünni mezhep demek yanıltıcı olur, buradan da Selefi-Vahabi İslam’ı esas alan IŞİD’e ve El Nusra’ya dayanarak bu amacına varmak istiyor. İzlenen anti-Kürt politika, anti-PKK politika, anti-Şii politika, Mısır’da Müslüman Kardeşler yandaşlığı, Suriye’de El Nusra ve IŞİD yandaşlığına sığınan Türkiye’yi bölgede yalnızlaştırmıştır. Kafasında Kürt Özgürlük Hareketi’ne darbe vurmaktan başka bir düşüncesi olmayan AKP iktidarı, kendi vuramadığı darbeyi IŞİD ile, El Nusra ve türevleri ile vurmaya çalışmıştır.
Türkiye Suriye’deki iç savaşın başından beri, İslamcı güçlere dayanarak sonuç almaya çalıştı. Savaşın ilerlemesi ile birlikte, IŞİD ve El Nusra ile işbirliğine yöneldi. Hala da bu tutumunda ısrar etmektedir.
İslamcı örgüt İBDA-C, 27 Ekim 2014’de IŞİD’e destek beyan etti. İBDA-C’ye ait Adımlar dergisinin İstanbul’daki bürosunda düzenlenen toplantıda, bir IŞİD komutanının “‘Türkiye’nin meselenin içinde olduğunu’ ve ’10 bin IŞİD militanının Türkiye’ye geleceğini söylediği’ dile getirildi. Toplantıya katılan bir Hüda-Par üyesi, yetkililerin IŞİD’i eleştirse de aslında IŞİD’e sempati duyduğunu söyledi. Bir BBP üyesi MHP’lilerin IŞİD’e kucak açmaya yakın olduğunu savundu. Toplantıda, IŞİD militanlarının sanki askeri hizmetten izin alıyormuşçasına sık sık dinlenmek için Türkiye’ye geldiği belirtildi. Türkiye’nin İslami devrime sahne olacağı ve Türklerin cihada hazır olması gerektiği savunuldu.
Rojava devrimi Türkiye’nin ve desteklediği gericiliğin heveslerini kursaklarında bıraktı.
Türkiye’nin bölgenin diğer gerici güçlerinin anlamadığı Kürt Özgürlük Hareketi öncülüğünde gelişen Rojava devriminin Arap Baharı olarak adlandırılan ayaklanmalara benzemediğidir. Onlardan farklıdır. En temel farkı bağımsız ideolojik öncülüğe sahip zihinsel bir devrim olmasıdır. Libya, Tunus, Mısır ve diğer ülkelerde egemenler devrilirken halkların talepleri gerçekleştirilmedi. Haklı isyanı istismar eden geleneksel iktidar ve sömürü çarkının parçaları iktidara geldi. Rojava Devrimi, tekçi anlayışı reddeden; klasik devletçiliğe karşı halkların inançlarını ve tercihlerini esas alan yeni bir bakış ve ideolojik duruş sundu.
Rojava devriminin farklarından biri de kadın devrimi olmasıdır.
Egemen sistem karşısında ilk defa kadının kendi rengiyle, öncülüğüne soyunduğu bir devrim gerçeği yaşanıyor. İşte Rojava Devrimi, demokratik özünü kadının öncülüğünden, öz irade ve katılımdan alarak geleneksel erkek egemen mantığı parçalıyor. Bu özelliğiyle gerçek bir demokrasiyi de kalıcı hale getiriyor. Devrimin başka bir özelliği de tüm saydıklarımızla bağlantılı olarak hakların kardeşliği ve inançların eşitliği temelini içermesidir.
Rojava devrimi olmasaydı, egemenler Suriye’nin diğer bölgelerinde olduğu gibi, burada da halkları ve inançları birbirine kırdıracaktı. Rojava devrimi sayesinde kantonlarda oluşan eşitlikçi, özgürlükçü ve otonom yönetim bölgenin tek çatışmasız bölgesi oldu. Bundan dolayı IŞİD Kobanê’ye saldırarak, bu bölgeyi de istikrarsızlaştırıp, insanları göçe zorlayarak Türkiye ile komşu olmayı amaçladı. Bu gerçeği görebilirsek, AKP iktidarlı bir Türkiye’nin neden IŞİD ve benzeri cellatları desteklediğini de anlayabiliriz.
Çünkü AKP yönetimi bölge politikasını Kürtlerin başarısız kılınması, kolunun, kanadının kırılması üzerine kurmuş bulunmaktadır. Bir taraftan ABD öncülüğünde oluşan müttefik güçleri desteklediğini söyleyen Türkiye, öte yandan Rojava’da alenen IŞİD güçlerine destek olmaktan geri durmamıştır. Uzun süre IŞİD’e terörist bile diyemeyen Davutoğlu’nun deyişiyle “bir tepki hareketi” olarak adlandıran Türkiye Devleti, El Nusra için hala terörist demekten imtina ediyor.
Suriye savaşını planlayanlar uzun yıllar sürecek bir çatışmayı hesaplıyorlardı. Ancak Rojava devrimi bunun önüne geçti. Kanlı bir halklar ve inançlar boğazlaşması ile iktidarın el değiştirmesini hesaplayanların hesapları Rojava devrimine çarparak tuzla buz oldu. Bugünden sonra eğer demokratik bir muhalefetin inşa edilmesi sağlanacaksa bu Rojava devrimi sayesinde olacaktır.