Cumartesi, Ekim 18, 2025

AKP’nin Savaş Gündemi: İsrail Retoriğiyle Kürtleri Vurmak

Sonda söyleyeceğimi başta söylemek gerekirse: AKP barışa ayak diretiyor.

Son günlerde -AKP’yi destekleyen trol hesapların paylaşımlarında da görüldüğü üzere- İHA’lar, SİHA’lar, füzeler, savaş gemileri ve “savunma sanayii” başlığı altında “kimsenin karşısında duramayacağı bir Türkiye” propagandası öne çıkarılıyor. Oysa kavganın temelinde, savunma sanayii üzerinde kimin hâkimiyet kuracağı tartışması yatıyor. İktidar ve “damatlar” ihaleleri almış durumda. Rakip şirketlere bilgi sızdırma ya da casusluk gibi suçlamalarla operasyonlar düzenleniyor; şirketlerin nasıl el değiştirdiğine tanık oluyoruz. Türkiye’nin en büyük gelir kalemlerinden birinin silah ticareti hâline gelmesi ve tedarikçiler arasında ülke adının ciddi biçimde anılmaya başlanması tesadüf değil.

Bu savaş stratejisinin sürdürülebilmesi için toplumda “tehdit” algısının sürekli yükseltilmesi gerekiyor. Son günlerde özellikle İsrail üzerinden yürütülen propaganda bunun bir parçası. Fakat gerçeklik şunu söylüyor: Türkiye, İsrail’le ilişkilerini ekonomik olarak en üst düzeyde sürdürmeye devam ediyor. Karşılıklı sert açıklamalar, bu ticari ilişkinin üzerini örtmeye yarıyor. Buna ek olarak Rojava’daki Kürtlerin tehdit edilmesi için İsrail’in Suriye’deki varlığı gerekçe gösteriliyor. Türkiye’nin Suriye’yle doğrudan karşı karşıya gelebilecek güç ve imkâna sahip olmadığı ortadayken, propaganda ve ırkçı söylemlerle toplum konsolide edilmeye çalışılıyor.

İran’a yönelik saldırı sürecinde yaşananlar da bu zafiyeti gözler önüne serdi. İki ihtimalden söz edildi: Ya Türkiye, İsrail’e hava sahasını açtı ve İsrail bu sayede İran’ı vurdu; ya da İsrail uçakları Türkiye hava sahasını tespit edilmeden kullandı. Her iki durumda da ortada ciddi bir açık var. Propaganda, bu zafiyeti gizleyemiyor.

Suriye üzerine kurulan cümlelerde hedefe bakınca tablo daha netleşiyor. Söylemler görünürde İsrail’e yönelmiş gibi dursa da asıl hedef Kürtler ve Rojava. “İsrail’e haddini bildireceğiz” denilirken, hedefe Rojava’daki Kürtlerin konulduğunu görüyoruz. Bu söylemlerle Rojava’ya olası bir operasyonun propagandası önceden yapılıyor. Kürtlere vurulacak darbe, içeride “İsrail’e karşı atılmış bir adım” gibi satılmaya hazırlanıyor. Trol ağları da tam da bu amaçla devreye giriyor.

Türkiye’de demokrasiye atılacak adımlar devletin ve halkın lehinedir; ancak mevcut iktidar yapısının lehine değildir. Çünkü bu yapı demokrasiden değil, gerginlikten ve savaştan besleniyor. Bugünkü barış sürecinin önündeki en temel engellerden biri budur. Dış politikada “gerekçe yaratma” mantığı sürdürülüyor. “Suriye’ye geçer, iki roket atar, savaşı başlatırım” anlayışı geçmişte nasıl dillendirildiyse bugün de benzer gerekçeler üretiliyor.

Erdoğan’ın onayı olmadan konuşmadığı bilinen kalemler, “SDG silah bırakmazsa Türkiye’nin desteğiyle yeni Suriye yönetimi askeri operasyon yapacak” tezini dolaşıma sokuyor. “Yeni Suriye yönetimi” denilen yapının HTŞ olduğu açık. Oysa bugün Suriye’de SDG’nin silah bırakması; Kürtler, Ermeniler, Êzidiler, Aleviler ve seküler Araplar açısından açık bir intihar olur. Bunu bile bile mesele, sanki Türkiye’nin son dönemde içine girdiği barış sürecinin bir parçasıymış gibi pazara sürülüyor. Olmayacağını bildikleri bir talep üzerinden saldırganlıklarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. İşi yokuşa sürüyorlar. SDG’nin varlığı, bölgedeki insanların yaşam güvencesidir. HTŞ’nin geçmişi ve bugünü katliamlarla kayıtlıdır; bu görüntülerin çoğu bizzat kendi kanallarından yayılmıştır.

Türkiye’nin Suriye’de halklara reva gördüğü şey, HTŞ yönetimidir. SDG’den silah bırakmasını istemek, Suriye halklarına düşmanlıktır. Bu düşmanlık içeride de siyasetin “normaliymiş” gibi pazarlanıyor. Sonuç, birlikte yaşama umuduna yönelmiş açık bir saldırıdır. İnsanlar barış için büyük riskler alıp mücadele ederken, iktidar etrafında çöreklenmiş savaş lobisi bu umudu boğmanın hazırlığını yapıyor. Bu çerçevede Abdülkadir Selvi’nin yazdıkları, Suriye’de insanlığın baskılanmasına hizmet eden araçlardan biridir. Yalnızca bir yazıdan ibaret değildir; arkasında AKP’nin hizaladığı bir medya–siyaset mekanizması vardır. “AKP barışa ayak diretiyor” derken kastımız tam da budur.

Yandaş kalemlerin “silah bırakıldı mı, bilinmiyor” gibi muğlak cümlelerle mevzuyu salt silah bırakma tartışmasına indirgemesi de dikkat çekici. Oysa sorun demokratik siyasetin önünün kapalı olmasıdır. Demokratik siyasetin olduğu yerde savaş olmaz; alanlar konuşur, sandık konuşur. Buna rağmen adım atılmıyor. “Kürtler silahı bıraksın, sonrası bakılır” gibi boş laflar dolaşıma sokuluyor.

Son dönemde savunma sanayii paylaşımları “nasıl vururuz, nasıl öldürürüz” söylemiyle utanç verici bir hal aldı. Yaşatma fikrine dair en küçük bir niyet yok. “İsrail’i ezer geçerim, Suriye’de Kürt’ü öldürürüm, İran’ı ve Irak’ı dağıtırım, Yunan’ı ezerim” türünden söylemlerle övünülüyor. “Bu toprakları cennete çeviririz” demek yerine “cehenneme çeviririz” iddiasıyla insanları arkasına topluyorlar. Bu hal, 100 yıllık cumhuriyetin beslediği ırkçı, faşist, siyasal İslamcı harmanın bugünkü sonucudur.

DEM Parti’ye oy veren milyonlara yönelik hakaretler, “güçsüzün değil, güçlünün yanında” durmayı siyaset sanan anlayışın göstergesidir. Oysa insanlık, güçsüzün hakkını savunmaktır. Buna rağmen “kuzu kestiririm” övünçleriyle, “kızımı halka hizmet için meclise koydum” söylemleriyle oyalanıyoruz. Cumhur İttifakı olmasa görünmez olacak isimlerin savaş diliyle gündemde tutulduğu bir iklimdeyiz. Bu dil, iktidar etrafında toplanmış ırkçı–faşist yapılanmanın parçası olarak barışı boğuyor. İçeride gerilim ve düşmanlaştırma sıradanlaştırılıyor. Rojava’daki yapı yokluk içinde ayakta kalmaya çalışırken, onu İsrail’le ilişkilendirip “İsrail’e kafa tutuyormuş” havasıyla Kürt varlığını ve demokrasi güçlerini tasfiye etmeye niyetleniyorlar. Trol ağları da bunun için çalışıyor.

TBMM’de yapılan bazı konuşmalarda dile getirildiği gibi, bir yanda “İsrail’e katil” diyen söylemler, mitingler ve gösteriler; diğer yanda Gazze’de kullanılan teçhizatı üreten şirketlerle ortaklık ilişkileri… Bu, yalnızca ikiyüzlülük değil, mezar soygunculuğudur. “İHA’yla, SİHA’yla büyüğüm” deyip aynı zamanda İsrail’le iş yapan küresel şirketlerin ortağı olmak, sonra da “Gazze’deki mazlumlar” üzerinden şov yapmak kabul edilemez. Bunlar için Gazze, samimi bir dert değildir.

“İsrail uçaklarının hava sahamıza girmesine izin vermiyoruz” denilirken, uçuş trafiği verileri ve sahadan gelen görüntüler aksini işaret ediyor. Yine, “İsrail’le ticareti kestik, limanlarımızı kapattık” iddiaları dolaşırken, üçüncü ülkeler üzerinden ticaret akışının sürdüğü, Azerbaycan petrolünün İsrail’e taşınmaya devam ettiği yönündeki bulgular ortaya kondu. Türk bayraklı gemilerin bayrak değiştirerek ya da ara limanlar üzerinden aynı rotayı sürdürdüğüne dair paylaşımlar hafızalarda taze. Bu tablo, halkın gözünün içine baka baka söylenen yalanları işaret ediyor. Gazze’ye sivil konvoylarla gitmek isteyen gemilere Türkiye’den izin verilmemesi ise iktidarın İsrail’le gerçek anlamda karşı karşıya gelmek istemediğinin açık göstergelerinden biridir. Sahada güç yetmeyen şey, içeride propaganda ile kapatılmaya çalışılıyor.

Kısacası Suriye’de hızla bir felakete gidiliyor ve bu felaketin önünü kesmesi gereken Türkiye, bizzat felaketin parçası hâline geliyor. Enflasyon dünyada ilk sıralara tırmanmışken, yoksulluk derinleşmişken, iktidar “Suriye’yi düzeltme” iddiasında bulunuyor. Oysa bugün Suriye’deki cinayetlerin, Alevi ve Dürzi katliamlarının arkasında kimlerin durduğunu, IŞİD’in işlediği suçlarla kimlerin işbirliği yaptığını herkes biliyor.

Savunma sanayiine övgüler dizilip “destan yazıyoruz” denilirken bu, gerçekte belirli ailelerin zenginleşme propagandasına dönüşüyor. Halkın hayat koşulları ortada: kira, pazar, fatura, maaş, emekli aylığı… “Destan” denen şey, geniş halk kesimlerine yoksulluk olarak geri dönüyor. “Bu yüzükten başka bir şeyim yok” diyerek yola çıkıp bugün dünyanın en zenginleri arasına katılan bir aile hikâyesi, destan değilse nedir; ama bu destanın bedelini kim ödüyor?

Kısaca, AKP barışa ayak diretiyor. Barışı ötelemek için her manevra deneniyor. Türkiye yeni bir seçim sürecine girmiş görünüyor. Seçim hesaplarını gerilim üzerine kuran Erdoğan, toplumu bilinçli olarak çatışma ortamına sürüklüyor. “Erdoğan sonrası kim?” tartışmaları yapılırken, kanaatimce Erdoğan, erken bir seçimle kendi konumunu güçlendirip ardından “mirasçısını” -muhtemelen Bilal’i- devletin başına yerleştirmeyi hedefliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Yazarın Diğer Yazıları