Türkiye’de uzun yıllar boyunca seçimler, demokratik işleyişin bir nişanesi olarak sunuldu. Ancak bu seçim pratiği, iktidarın meşruiyetini yeniden üretmekten öteye geçemeyen, içi boşaltılmış bir ritüele dönüştü. Halk iradesi, sandıkta var olduğu söylenerek meşrulaştırıldı; fakat devletin denetim ve baskı aygıtları ile bu irade sürekli olarak şekillendirildi. Bugün gelinen noktada seçim mekanizması, artık “çoğunluğun iradesini” yansıtan bir araç olmaktan çıkarılmış, yalnızca iktidarın mutlak otoritesini perdeleyen bir gösteriye dönüşmüştür.
Demokratik değerlerin temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı, denge, denetim mekanizmaları ve çoğulculuk yok edilmiş; yerine tek adamın iradesine bağlanan bir siyasal sistem inşa edilmiştir. Bu durum, anayasal olarak cumhuriyetle yönetildiğini iddia eden bir devletin fiilen sultalık düzenine kayması anlamına gelir. Artık halkın iradesi, halkın kendisinden değil, tek bir kişinin buyruğundan ibaret hale getirilmiştir.
Bu sistemde yurttaş, yalnızca oy verdiği an hatırlanır; sonrasında ise iradesi askıya alınır. Parlamento, bağımsız bir yasama organı olmaktan çıkarılıp sarayın onay makamına dönüştürülmüştür. Yargı, hukukun üstünlüğünü değil, iktidarın üstünlüğünü güvence altına alır hale getirilmiştir. Medya, toplumun sesi olmaktan çok, iktidarın propaganda aygıtı haline getirilmiştir. Tüm bu tablo bize göstermektedir ki, seçim mekanizmasının varlığı tek başına demokrasiyi garanti etmez. Eğer siyasal iklim, iktidarın tahakkümüyle şekillendirilmişse, sandık yalnızca bir illüzyon yaratır.
Bugün Türkiye’de yaşanan tam da budur. demokrasi maskesi altında işleyen bir sultalık düzeni. Bu düzenin meşruiyeti halktan değil, baskıdan; adaletten değil, keyfilikten; çoğulculuktan değil, mutlak itaattan beslenmektedir. Bir ülkenin siyasal rejimi, yurttaşların özgür iradesiyle belirlenmediği noktada artık demokrasi değildir. Demokrasi, sadece seçim günü hatırlanan bir formalite değil; her gün, her alanda yurttaşın eşit söz hakkına sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Eğer bu haklar çiğneniyorsa, yapılması gereken şey, iktidarın çizdiği dar sınırlar içinde oy vermek değil, halkın iradesini yeniden gerçek anlamda egemen kılacak mücadeleye yönelmektir. Çünkü halkın iradesi yok sayıldığında, geriye yalnızca zulüm kalır. Zulmün karşısında ise tarihin defalarca gösterdiği gibi, direnişin kaçınılmazlığı vardır.
Ve Pir Sultan’ın çağrısını hatırlamak gerekir.
“Kul olayım kalem tutan ellere, katip ahvalimi yaz bir kenara. Zalimler için yaşasın cehennem!”