Milliyet yazarı Zafer Şahin’in 9 Eylül 2025 tarihli yazısı, “Alevi-Bektaşi Toplumunun Sorunlarını Çözmeye Yönelik Gerekli Adımlar” başlıklı rapora övgüler diziyor. Oysa ortada bir çözüm arayışı yok; devletin uzun süredir yürüttüğü Aleviliği kontrol altına alma politikasının yeni bir kılıfı var. Türkiye’de devletin Alevilerle kurduğu ilişki hiçbir zaman eşit yurttaşlık temelinde olmadı.
1990’larda Sivas Katliamı’nın ardından Alevi toplumu kitlesel biçimde görünür hale geldi ama devletin yaklaşımı güvenlikçi oldu, talepler kriminalize edildi. 2000’lerin başında AB uyum süreciyle birlikte Alevilerin talepleri yeniden gündeme geldi, fakat bu da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının baskısıyla oldu. Kararlar hâlâ uygulanmadı, uygulanmıyor. 2009–2010 Alevi Çalıştayları ise Erdoğan hükümeti döneminde Alevilerin resmi muhatap gibi gösterildiği ama sonunda “cemevlerine ibadethane statüsü verilmez” denilerek en temel talebin reddedildiği bir operasyon olarak tarihe geçti.
Bugün Şahin’in övgüyle bahsettiği rapor, işte bu çizginin devamıdır: hakları tanımayan, Aleviliği devletin bürokratik mekanizmasına sıkıştıran bir plan. Şahin yazısında Alevilerin siyasal iradesini küçümseyerek “Aleviler Sünni korkusu pompalanarak memleketin sözde laik partisini desteklemeye yönlendirilmiştir” diyor. Bu söz Alevilerin demokratik tercihlerini yok sayıyor, onları kandırılmış kitleler olarak gösteriyor. Oysa Alevi kurumlarının yönelimi yıllardır taleplerinin kim tarafından duyulup duyulmadığına göre şekillenmiştir. Devletin bu tercihi “manipülasyon” diye yaftalaması, Alevilerin bağımsız iradesinden duyduğu rahatsızlığı açığa vurmaktadır.
Zafer Şahin’in aktardığı öneri, devletin Aleviliğe bakışını ve yapmak istediğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “2 bin 105 Alevi-Bektaşi Cemevi önderinin ataması yapılmalı.” Bu ifade başlı başına bir hakarettir. Alevilikte dedeler, pirler, yol önderleri devletin memuru değildir, olamaz. Onlar ocak sistemi üzerinden, soy silsilesiyle ve en önemlisi taliplerin rızasıyla görev alır. Devletin kalkıp “ben dede atıyorum” demesi, inancı kontrol altına alma operasyonunun en açık göstergesidir. Saldırısıdır.
Bugün yaşananlar aslında yeni değildir. Osmanlı’dan bu yana devletin Aleviliğe yönelik stratejisi hep aynı oldu: bağımsız örgütlenme zeminlerini dağıtmak, inancı kendine bağlamak. Hacı Bektaş Dergâhı üzerinden yaşanan müdahale bunun somut örneğidir. II. Bayezid döneminde Balım Sultan’ın dergâhın başına getirilmesi, Alevi-Bektaşi yolunun devlet eliyle dönüştürülmesidir. O günden itibaren Bektaşilik saraya bağlanmış, ocakların özerk yapısı törpülenerek, tüm Alevi ocakları buraya bağlanmaya çalışılmıştır. Bugün de aynı yöntem sürüyor; Aleviliği kendi iç örgütlenmesinden koparıp resmî bir forma sokma projesi yürürlüktedir.
Aleviler tarih boyunca baskıya, katliamlara, sürgünlere rağmen varlıklarını korudular. Bunun en önemli nedeni kendi kurumlarına sahip çıkmaları ve ocak sistemini rızalıkla yaşatmalarıdır. Bugün devletin hedef aldığı tam da bu direnç noktasıdır. Cemevleri ve dedelik bağımsız kaldığı sürece Alevilik asimilasyona direnebilecektir. “Atama” adı altında yürütülen proje, Alevilerin hafızasına, kurumlarına ve hakikatine yönelmiş stratejik bir saldırıdır.
Devletin bu yönelimi inancı tanıma değil, dönüştürme girişimidir. Alevilik hiçbir zaman sarayın, devletin ya da iktidarın memurluğunu yapmamıştır; yapmayacaktır. “Dede ataması” adı altında yürütülen bu girişim, tarihten bugüne uzanan sistematik bir kontrol ve asimilasyon politikasıdır. Alevilerin buna karşı durması sadece bir inanç mücadelesi değil; tarihsel kimliklerini ve özgürlüklerini savunma meselesidir.
Raporda “Aşura gününün resmi tatil olması” ya da “cemevlerinin elektrik faturasının ödenmesi” gibi maddeler yer alıyor. Bunlar iktidarın gözünde bir jest olabilir ama Alevilerin temel mücadelesi bu değildir. Gerçek talepler nettir: cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, anayasal güvenceyle eşit yurttaşlık sağlanması, devletin inançlar arasında ayrım yapmaktan vazgeçmesi. Şahin’in yazısı ise bu talepleri ya yok sayıyor ya da iktidarın lütuflarıyla üzerini örtmeye çalışıyor.
Şahin’in “Bugün atılan adımları karalayanların, devletin Alevileri neden yok saydığına dair özeleştiri yapmaları gerekmez mi?” sorusu ise iktidarın klasik stratejisinin ifadesidir. “Geçmişte kimse bir şey yapmadı, biz yapıyoruz” diyorlar. Oysa yapılan hakların tanınması değil, taleplerin tasfiyesidir. Alevi kurumlarının buna itiraz etmesi de hemen “yok sayma” ya da “engel çıkarma” olarak yaftalanmaktadır.
Zafer Şahin’in yazısı bir gazetecilik ürünü değil; devletin Aleviliği denetim altına alma projesine meşruiyet sağlayan bir propaganda metnidir. Yazı boyunca Alevi kurumları itibarsızlaştırılırken, iktidarın yıllardır sürdürdüğü asimilasyon politikası “çözüm” kılıfıyla parlatılmaktadır. Gerçek çözüm ise devletin Aleviliği yeniden tanımlamasında değil, Alevilerin kendi kurumları, kendi inanç önderleri ve kendi iradesiyle eşit yurttaşlık temelinde muhatap alınmasındadır. Bugün gündeme getirilen rapor bu yolu kapatmakta, Aleviliği resmî ideolojiye tabi kılmaya çalışmaktadır. Şahin’in yazısı bu operasyonun medya ayağıdır.