Geçmiş zaman, sanırsam 2015’di, Elif Ana‘yı anma etkinliği vardı. Biz de oradan yayın yapıyorduk. Bir gece de Elif Ana’nın huzurunda bir muhabbet yapmıştık. Akşam olunca Elif Ana’nın rahmetli oğlu Kak Mamad bizi evine davet etti. Biz de “İşlerimizi bitirir, geliriz” dedik. Etkinliğe katılan sanatçılar bizden önce gidip muhabbet sofrasını kurmuşlardı. Biz geldiğimizde hararetli bir şekilde Gani Pekşen ile Ali Sizer tartışıyorlardı. “Hayrola” dedik!
Gani Pekşen, Kürtçe deyiş ve nefeslerin olmadığını söylüyordu. Alevilerin Kürtçe deyişlerinin ve nefeslerinin olmadığı, bunların Türkçe‘den çevrilerek okunduğu iddia ediyordu. Ayrıca Gani bu tercüme işinin deyiş ve nefeslerin özüne zarar verdiği söylüyordu. Ali Sizer, kendisinin kayda aldığı deyiş ve neseflerden bahsediyordu. Ali Ege’de bir etkinliğe çağrıldığını bu etkinlikte Kürtçe deyiş okuduğu için Gani’lerin o zamanda kendisini hoş karşılamadığını belirtiyordu. Bu konuda ne düşündüğüm sorulunca söyledim. Her zaman tercümeler, ister şiirde olsun ister yazıda olsun, ilk örneğiyle aynı olamaz, aynı duyguyu veremez. Eğer bir deyiş nefes Türkçe’den Kürtçeye tercüme edilerek okutuluyorsa bunun orijinali gibi iyi olamayacağını düşündüğümü söyledim. “Lakin Kürtçeden deyiş ve nefeslerin de Türkçeye çevrilerek okutulması da aynı tadı vermez.” demiştim. Bu konuda özellikle bu coğrafyadaki halkların kültürel değerlerinin nasıl talan edildiğini notlamıştım.
Eklemiştim, 2000 yılından bu yana, Alevilerin yaşadığı coğrafyanın hemen her yerini gezdim ve birçok derleme yaptım. Bizdeki kayıtların %30’unun Kürtçe derleme olduğunu söyledim. Bunun üzerine Gani, Muharrem Temiz’i aramıştı. Muharrem’e dedi ki: “Şükrü, bizim burada derlediğimiz deyiş ve nefeslerin %30’u Kürtçe. Sen ne diyorsun?” Muharrem Temiz‘de Gani’yi destekliyerek kendi babası Seyit Meftuni’nin hep Türkçe deyişler okuduğunu, nefesler okuduğunu ama taliplerinin Kürt olmasından dolayı kendisinin de üç beş tane Kürtçe deyiş ve nefesi olduğunu söylemişti.
Talipler Kürt olduğu için kendisi Kürtçe deyişler ve nefesler seslendirmiş! Kürtçe mi öğrenmiş! Bilmiyoruz detayı. Şimdi Seyit Meftuni’nin Türkçe okuduğunu herkes duydu. Ama Kürtçe söylediğini hâlâ duyanımız yok. Bu, Seyit Meftuni’nin Kürtçe deyiş ve nefes okumadığı anlamına gelmez. Biz görmüyoruz diye ya da biz duymadık diye o yok olmaz. Davut Sulari, Kantarma Dedeleri, Adıyaman ereneleri bunun gibi birçok örnek verebiliriz. Özellikle İttihatçı Türkçülük anlayışı ve onun arkasından gelen Cumhuriyet’in kurucularının Türkçü, İslamcı ve tekçi zihniyeti, bu topraklardaki birçok kültürel değeri ortadan kaldırdığı gibi büyük bir baskı unsuru olarak da insanların tepelerinde durdu. Kendisinden olmayan her şeye düşman oldu.
Ermenileri neredeyse sıfırladılar. Rumları, Asurileri sürgünlere yolladılar. Alevileri bitirmek için katliam üstüne katliam organize ettiler. Arap topluluklarını aşağıladılar, kimlikleri ve inançları ile oynamaya devam ediyorlar. Son dönemde Kürt düşmanlığıda her kesimin ortak düşmanını haline getirilmiş durumda. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Kürt olup Kürtçe konuşamayan milyonlarca insan var. İnsanları konuştukları günlük dilden uzaklaştıranların, büyük bir zorluk içerisinde yaşayan Aleviler üzerinde nasıl bir baskı uyguladığını tekrar tekrar gözden geçirmek gerekiyor.
Ve bu topraklarda Kürt Aleviler, hem ulusal kimliklerinden hemde inanç kimliklerinden dolayı saldırılara maruz kaldılar. Tek bedende iki kimlik taşımanın acısını yaşıyorlar. Özcesi Kürt Alevileri büyük bir fedakarlık ile bugüne gelebildiler. Bitmediler. Bitiremediler…
Özür dileriz, bitmedik!
2010’ların başları yılbaşı çekimi için Adıyaman’ın bir Alevi köyüne gitmiştik. Muhteşem bir dağ silsilesinin zirvesinde gizli bir hazine gibiydi. Küçük bir köy evinde çekimler yaptık. Iki odası vardı. Girişte tam karşıda bir ocak vardı. Takalar içinde çıralar halen duruyordu. Birinci oda buydu. Çekim mekanı olarak seçtik. İkinci oda girişin hemen solundaydı. Hüseyin Kelleci ve Nevin’i o odaya gönderdik. Hava soğuk, kar, fırtına vardı. Biz o ocağın olduğu yerde çekim yapacağımız için onların içeri geçmesini istedik.
Kelleci Tokat, Hubyarlı, Nevin Edirneli. İkisi de Kürtçe bilmiyor. Neyse çekim bitti. Hüseyin Kelleci dışarı çıktı ve dedi ki: “Ya, o nasıl bir şeydi? Amca tek kelime Türkçe bilmiyor. Biz tek kelime Kürtçe bilmiyoruz. Kendi derdimizi anlatabilmek için çok uğraştık. El kol işartleri ile anlaştık.” Böyle bir köyde yaşayan Alevi topluluğunun, Alevi köylüsünün, Alevi insanlarının ibadet dilinin, inancının başka bir dille olması mümkün olabilir mi? Arapça Kuran okur gibi anlamadıkları, bilmedikleri bir dilde ibadet mi yapıyorlar! Yada yapsınlar mı?
Şu gerçekliği her zaman görebiliriz. Adıyaman’a gittiğiniz zaman şehir merkezindeki Cemevlerine gidersiniz. Cemevlerine gittiğinizde oradaki muhabbetlerin, Cemlerin Türkçe; deyiş ve nefeslerin Türkçe olduğunu, arada bir Kürtçe de nefes ve deyişlerin okunduğunu görürsünüz. Ama sizi içlerine kabul edip, sizi evlerindeki cemlerinde misafir ettiklerinde, kendi muhabbetlerini, kendi semahlarını, kendi Cemlerini hiçbir sansüre maruz kalmaksızın yaptıklarıda Kürtçeden başka herhangi bir dilin kullanılmadığına şahit olursunuz. Tek bir deyişin, nesfesin Türkçe olmadığı saatlerce süren Kürtçeden başka dilin kullanıllmadığı Cem ve muhabbetlere bizzat şahit olmuşumdur. Olmuşuzdur.
Bir cemde izin istedik, „Dikarîn bi kamerayê bigirin?“ (kamera ile çekebilirmiyiz) diye. Olur dediler. Büyük bölümünü çektik. Uzun süren bir aşk haliydi. Dumanın tüttüğü, ocağın ateşini ruhumuza işlediği bir cemdi. Bir ara dediler “Çi xelat ji bo me anîyê?” (Bize ne hediye getirdin?) Elimizde küçük bir hediye getirmiştik. Onuda muhabbet öncesi kendilerine bırakmıştık. „Xelata me ji bo malbatê hiştin.“ (Hediyemizi bıraktık ev halkına) dedim. „Ew ne ye“ (O değil) dediler. Eklediler; „Xelat cemalê we ye, û dêrs û nefesên we yên pîroz in.“ (Hediye cemalinizdir, deyiş ve nefesinizdir. Cemo’ya (Cemo Doğan) döndük. Cemo iki tane Türkçe deyiş okudu. O gün orada duyulan tek Türkçe ses Cemo’nun okuduğu o iki deyişdi.
Kısacası; Alevi coğrafyası dediğimiz coğrafya; Hindistan’dan, İran’dan, Afganistan’dan, Irak’tan, Suriye’den, Türkiye’den, Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan, Balkanları aşıp, ta Macaristan’a kadar yolculuğu olan bir inanıştır. Farklı donlardan, farklı yollardan aynı ışığın peşinden gitmiştir. Arnavutluk’a gittiğinizde Arnavutça nefesleri dinlersiniz. Kürt coğrafyasına gittiğinizde Kürtçesini, Arap Alevilerine gittiğinizde Arapçasını dinlersiniz ya da Arapça konuşulduğunu görürsünüz.
Türkçülük üzerinden, Türk ulusalaşması üzerinden bir okuma yapmak doğru değildir. Bu “Türk, Kürt, Arap yoktur. Ayrımız gayrımız yoktur hepimiz Türküz” saçmalığına bizi kurban etmektir. Kaldı ki, ne Türk uluslaşma mantığı içerisinde, nede ilkel Kürt uluslaşma mantığı içerisinde Alevilere yer yoktur. Kimsenin kendisini bir yere yamalaması gerekmiyor. Geleceği yoktur. Suriye örneği gözümüzün önünde halen duruyor.
İşte tam da bu noktada, mesele kişisel beyanlara geldiğinde şunu unutmamak gerekir: Herkesin kendine özgü fikirleri vardır ve olmalıdır da. Ancak bu fikirler, kişinin sahip olduğu bilgi birikimiyle sınırlıdır. Bir insanın herhangi bir konuda dile getirdiği görüş, onun o güne kadar edindiği bilgiler, yaşadığı çevre ve kurduğu ilişkiler sonucunda ulaştığı bir değerlendirmedir. Bu nedenle, bugün Erdal Erzincan’ın kullandığı ifadeler de aslında onun aldığı eğitimlerin, yetiştiği ortamın ve hayat tecrübelerinin bir yansımasıdır. Bu durum, onun için bir zaaf da olabilir, bir artı değer de…
İlerleyen dönemlerde demokratik bir ortamın güçlendiği ve Alevilerin kendini güvende hissettiği bir Türkiye’de bu tür tartışmalar çok daha sağlıklı zeminde yürütülebilir. Böyle bir ortamda, konunun akademisyenler öncülüğünde tartışılması ise daha mantıklı olur ve doğru sonuçlara ulaşmamıza önemli ölçüde katkı sağlar.
O anlamıyla, son dönemlerde geliştirilen bu tartışmaların daha makul bir dil üzerinden yürütülmesi ve herkesin argümanlarını doğru bir şekilde ortaya koyması gerekmektedir. Aksi hâlde, hakaret, saldırganlık ve linç üzerinden; hele ki kendi içimize dönük parçalanmayı derinleştirecek bir üslup üzerinden bu tartışmaları sürdürmek, Alevilere ve Alevi hareketine büyük bir haksızlık olur. Bu yalnızca bir saldırı değil, aynı zamanda siyaseten Alevilerin parçalanmasını isteyen çevrelere hizmet etmek anlamına gelir. Böyle bir dil ve yaklaşım, özellikle iktidar cephesi üzerinden yürütülen; Alevileri devletin bir parçası, hatta devletin işlediği suçların ortağı hâline getirmeyi amaçlayan siyasetin değirmenine su taşımak olur.
Bunun iyi niyetle yapılmış olması ya da doğru bildiklerimiz üzerinden dile getirilmiş olması, bizim de bir refleksle karşılık verdiğimiz gerçeğini değiştirmez. Bizim söylediklerimiz de bildiklerimiz ve gördüklerimiz kadardır. Bu nedenle sürecin daha olgunlukla karşılanması gerekir. Tartışmaların da olgun bir şekilde yürütülmesi önemlidir. Biz, onun söylediklerinin doğru olmadığını kendi argümanlarımızla ortaya koyabiliriz; o da kendi argümanlarını dile getirebilir. Bundan gocunmamak, aksine bunu bir bilgi birikimi, yeni bir deneyim ve yeni bir tartışma fırsatı olarak görmek gerekir. Aksi hâlde, Alevilerin birbiriyle çatıştırılması, kavga ettirilmesi ve özellikle bazı provokatörlerin yaptığı gibi Kürt siyasetiyle Alevilerin karşı karşıya getirilmesi gibi tehlikeli bir sürecin parçası hâline geliriz. Bu da Türkiye’deki demokrasi mücadelesine zarar verir.
Dolayısıyla, iyi niyetle ya da başka bir gerekçeyle dile getirilmiş olsa bile bu tür durumların dışında kalmak bizim sorumluluğumuzdur. Unutulmamalıdır ki insanlar hatalarıyla insandır; hiç hata yapmayan yalnızca Tanrı’dır. Herkesin hata yapma, yanılma hakkı vardır. Önemli olan yanlışın düzeltilmesi ve bunun fark edilmesidir. İşte bu da erdemlilikle ilgilidir. O erdemlilik ise doğrudan Alevi inancıyla ilişkilidir. Alevi inancının töre ve geleneklerine ne kadar yakınsak, o ölçüde bu erdemliliğe de sahip olduğumuzu göstermiş oluruz.
Aleviliğin dili, inancı ve erdem anlayışı yüzyıllar boyunca baskılara, asimilasyonlara ve katliamlara rağmen varlığını sürdürmüştür. Bugün yürütülen tartışmalar da bu tarihsel sürecin bir devamı niteliğindedir. Önemli olan, bu tartışmaları linç kültürüne, iç çatışmalara ve iktidarın bölücü siyasetine malzeme etmeden, olgunlukla ve bilgiyle sürdürmektir. Her birimizin sözleri kendi birikimimizin ürünüdür; bu nedenle farklı görüşlere tahammül etmek, hatalardan öğrenmek, yanlışları düzeltmek Alevi erdeminin özüdür.
Alevilik, yalnızca bir inanç değil; aynı zamanda hakikati arama, hatadan dönme, insana değer verme yoludur. Bugün bize düşen görev, bu yolu terk etmeden; dilimizi, kimliğimizi, inancımızı koruyarak ve tartışmaları bir zenginlik olarak görerek geleceğe yürümektir. Çünkü bu yol, ancak birlikte yürünürse ışığını sürdürebilir.