Sanat, yalanı taşımaz. O, güzelliğin ve iyiliğin yoluna adanmıştır. İnkârı besleyen her söz, sonunda kendi kendini tüketir. Çünkü hakikat, saklanmakla tükenmez; suskunlukla kaybolmaz.
Ne var ki bugün, kaynağını görmezden gelen, belleğini daraltan bir anlayışla karşı karşıyayız. “İbadetin dili Türkçedir” diyerek inancı tek bir kalıba hapsetmeye çalışanlar var. Oysa ibadetin dili, gönlün dilidir. İnsanın içinden ne akıyorsa, hakikatin dili odur. Hiçbir otorite, hiçbir güç, bu dili değiştiremez.
Davut Sulari’nin, Nesimi Çimen’in nefesleriyle büyüyenler… Bugün dönüp aynı geleneğe, “siz yoksunuz” deme cüretini gösterebiliyor. “Yedi Ulu Ozan” dedikleri listeye kim karar verdi? Neden yalnızca Türk ozanlardan seçildi? Kirmancların, Kurmancların, Kakeyilerin, Nusayrilerin, Yaresanların, Şabakların, Arnavutların sesi neden dışarıda bırakıldı? Bu sorular, cevapsız bırakıldıkça daha gür duyulacaktır.
Hakikati unutmak isteyenler yanılır: Yok sayılan biz değiliz. Yok olmaya yüz tutan, inkârın kendisidir. Çünkü toplumun belleği güçlüdür, unutmaz. Bir gün er geç yüzleşme kapıyı çalar.
Bir vakit Kantarma’da pirlerin dilinden şu sözler dökülmüştü:
“Biz devletin oyununa geldik, dilimizden, ibadetimizden Kürtçeyi çıkardık.”
Bu cümle, yalnızca bir itiraf değil, aynı zamanda bir yas idi. Çünkü Alevilik yok sayılıyordu; ama Kürt Alevileri iki kere yok sayılıyordu: Hem inançlarıyla hem de dilleriyle.
Bugün toplumda yer edinmiş kimi isimlerin, bu asimilasyona kendi elleriyle maşa olması en acı olanıdır. Sormak gerekir: Bu tavırdan ne umuluyor? Ne kazanılmak isteniyor?
Sanat, tüm bu soruların ortasında tek bir şey fısıldar:
Hakikati saklayan kaybeder.
Dili susturan, kendi sesini de yitirir.
Sanat, yalanın yükünü taşımaz; çünkü sanat, ancak hakikatin nefesiyle yaşar.