Aleviler uzun yıllardır çalıştaylar yapıyorlar. Her çalıştay sonrasında da, her toplantı sonrasında da “Evet, çok güzel geçti, herkes oradaydı, şu kararlar alındı.” gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Ama pratikte, hayata geçirilme noktasında çok büyük zaafların olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, sözle pratik arasındaki uçurumu açıkça tartışmak gerekiyor.
Mesela, bu Temsilciler Meclisinin ismi bile başta yanlış. Devlet erkinin, sistemin öngördüğü politikaları esas alan bir isim: Alevi-Bektaşi Federasyonu. Şimdi girin, Google’a sorun, deyin ki: “Bunun Türkçe anlamını bana izah edin.” Kelime anlamıyla şu demektir: Bektaşi Alevilerin federasyonu. Bunun Türkçesi böyledir. Ancak Aleviler sadece Bektaşilerden oluşmazlar. Alevilerin Ocakları var, Ağuçan, Kureyş, Üryan Xızır, Baba Mansur… Hakikatçileri var, Nasuriler var, Yaresanları var, Kakaileri var. Bektaşiler bunlardan sadece biridir. Dolayısıyla isim, Alevi hakikatinin çeşitliliğini yansıtmamaktadır.
Niye o zaman Alevi Hakikatçileri Federasyonu, Alevi Ağuçan Federasyonu, Alevi Kureyş Federasyonu … olmuyor da Alevi Bektaşi Federasyonu oluyor? Yani MHP’nin zihniyetiyle arasında bir fark yok arkadaşlar. Çünkü şimdi sistem yapılanmasının dışladığı kesimlerini siz dışlıyorsunuz; ardından da sistemin öngördüğü, kabul ettiği ve içinde olmasını istediği noktaların arkasında duruyorsunuz. Sınırlarınızı ve kim olmanız gerektiğinin çemberinde kalıyorsunuz. Özetle, adlandırma bile siyasi bir hizalanmaya dönüşüyor.
Sistem partilerini düşünün: AKP’dir, MHP’dir, CHP’dir, İYİ Parti’dir vesaire… Bunlar sistem yapılanmasıdır. Birisi iktidardadır, birisi sistem içerisinde muhalefettedir. Ama hepsinin topluca karşı oldukları bir kesim var: Demokrasi güçlerine karşılar. Ve demokrasi güçleri içerisinde de Kürtlere karşılar. Bu tablo, Alevi hareketinin konumlanışını doğrudan etkiliyor.
Bakınız, MHP ne yapıyor? MHP, Hacıbektaş’ta cemevi açıyor. Ne bileyim, Horasan Erenler Federasyonu’na cemevi açılıyor. Cemevinin isminde “Hacı Bektaş Veli Cemevi” ya da dergâh, vesaire, ne ismi aklınıza gelirse… Çünkü sistemin öngörüsü bu. Yani “makbul” Alevilik, Horasan üzerinden, Bektaşilik referansı üzerinden kurumsallaştırılıyor.
“Demokrasi güçleriyle olduğunuz zaman başınıza bela gelecek” ön kabulüyle, aynı Suriye’deki gibi bir yaklaşım benimsendi. Suriye’de “Demokrasi güçleriyle aman olmayalım, nasılsa bizim Esad’ımız var, nasılsa bizi korurlar.” dendi. Ama yanı başında, orada Rojava mücadelesi verilirken Aleviler kendisini örgütleme ihtiyacı bile duymadı. Bu pasif tutumun bedeli ağır oldu.
Ama bugün gelinen noktada ne oldu? Esad gitti, katliamlar başladı. Ve şu anda Rojava güçlerinin desteğiyle orada Aleviler kendileri güç olmaya çalışıyorlar. Askeri yapılanmalarla örgütlenmeye çalışıyorlar. Ama iş işten geçti. Onlarca katliam yaşadı oradaki Aleviler ve hâlâ katliamı yaşıyorlar. Geç kalınmış örgütlenme, acıları durdurmaya yetmedi.
Bu dışlamalara, bu ötekileştirmelere son verilmesi gerekiyor. Alevi Temsilciler Meclisi neyimize yetmiyor da bir kesim temsiliyetini de oraya sokuşturuyoruz? Çünkü devletin kabul ettiği Alevi olmak istiyoruz. Devletin öngördüğü Alevi olmak istiyoruz. Sınırları belirlenmiş Alevi olmak istiyoruz. O olursak bize dokunmayacaklarını düşünüyoruz. Oysa gerçek temsiliyet, devletin çizdiği çemberin dışında inşa edilebilir.
Şimdi, Türkiye’de 1993’te Sivas Katliamı yapıldı. Sistemden kopacağını gördükleri Alevi kesimine yönelik bir katliam gerçekleştirildi. Katliam sonrasında ne oldu? Alevi kitlesi “hurra” diye CHP’nin arka bahçesi hâline getirildi, tekrardan ve yeniden. “Türkiye laiktir laik kalacak”, “Mollalar İran’a” sloganları atıldı. Katliamın arkasında açık şekilde devlet olduğu bilindiği, görüldüğü hâlde; Sivas’taki katliamcıların arasında tek bir Şii yokken, hepsinin Sünni İslam geleneğinden geldiği herkes tarafından bilinirken, Kemalist kafanın İran düşmanlığına teşne oldular. Böylece öfke, failden saparak sistem içi kanallara yönlendirildi.
Oysaki 90’lı yıllardaki demokrasi mücadelesi, o yılların çetin kavgasında Alevilerin kendilerini demokrasi güçleriyle birlikte izah etmesinin önüne geçildi. Ve bunun yolu ve yöntemini devlet mekanizması organize etti. Bu devlet mekanizmasının organizasyonunda CHP de dâhil olmak üzere herkes rol aldı: Valisinden Bakanına, “Dışarıdaki vatandaşlarımız zarar görmemiş” diyen aklıevvel başbakanlarına kadar… Herkes rolünü oynayıp payını aldı. Sonuçları itibarıyla en büyük menfaati CHP gördü. Bu, sistemin kriz yönetimiyle tabanı yeniden dizayn etme pratiğidir.
Aleviler tekrar yüzünü CHP’ye döndü. Onun kanatları altına sığınarak, gene katilinden medet uman hâle getirildi. CHP “kültür dairesine” gönüllü bağlanma süreci başladı. Siyasi sığınma, inançsal özerkliği zayıflattı.
İkinci olay nedir? Bakınız, bunlar devletin on yılda bir Alevilere “yoldan çıkan Alevileri hizaya getirme” işleridir. Aleviler, Cumhuriyet Halk Partisi’nin arka bahçesi olmaktan aslında sıkıntı yaşamıyorlardı ama dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “Ben bu partiyi Alevilerden ve Kürtlerden kurtaracağım,” dedi. Bu söylem, kopuşları tetikledi.
Bu ulusalcı faşist çete tarafından Aleviler CHP’den dışlanmaya başladılar. Onur Öymen, Dersim Katliamı ile ilgili o meşhur cümleleri o zaman kurdu: “Analar ağlamasın” diyorlar. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da “Analar ağlamasın diye bu mücadeleyi durduralım” dedi mi?” Anaları ağlatanların partisi olmakla övünen güruhun pervasızlıkları karşısında Alevi örgütlenmesi arayışa girdi. Bu arayış sonrasında Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin de dâhil olduğu -Murat Karayalçın o zaman SHP’nin başındaydı- bir parti kuruldu. Kimse onu konuşmuyor: EDP kuruldu. Bu, sistem dışı bir seçenek arayışının somut sonucuydu.
EDP kurulduğu zaman, son Garip Dede’de yapılan kurultayda gördüğümüz birçok şahsiyet, Alevi kurumları EDP’nin kuruluşunu selamladılar; Ankara’da Mülkiyeliler Lokalinde yapılan basın toplantısında çok heyecanlıydılar. Sivas Katliamı sonrası hükümeti protesto ederek istifa eden tek siyasetçi olan olan Eski Çalışma Bakanı Ziya Halis de EDP Genel Başkanlığına seçilmişti… Biz de heyecanlanmıştık… Toplumsal umut görünür hâle gelmişti.
Taksim’de 1 Mayıs’ta yürüdüğümüz zaman, o yıl 1 Mayıs Meydanı’na giren en büyük kitlelerden biri EDP’ydi. Yürüyüş korteji gerçekten müthişti, görülmeye değerdi. Bu kitlesellik, alternatif hattın potansiyelini gösterdi.
Ve burada ikinci operasyon geldi. Kemal Kılıçdaroğlu, devlet merkezli kaset operasyonu sonrası CHP’nin Genel Başkanı yapıldı. Gündem mühendisliği, yeni oluşumun ivmesini kesti.
1 Mayıs Meydanı’na giren en büyük kitlelerden biri EDP’ydi. Şimdi esamesi okunmuyor. Niye? Çünkü Kılıçdaroğlu’yla operasyon çekildi. Bu dönüşüm, Alevi kurumlarını yeniden CHP eksenine çekti.
Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet Halk Partisi’nin başına getirilmesiyle birlikte, yine “hurra” bizim Alevi yapıları, kurumları CHP’nin içerisinde kendilerini ifade edecekleri alanlar aramaya başladılar; tüm CHP’nin onları reddetme politikasına rağmen…
CHP, bir asimilasyon siyasetinin, yüz yıllık asimilasyon siyasetinin arkasındaki yapıdır, bakış açısıdır ve bu hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla mesele kişilerden ziyade yapısaldır.
Bakınız, 7 Haziran seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) güçlü bir çıkış yaptı. Bu çıkışın arkasında demokrasi güçleriyle Kürtlerin yapmış olduğu ittifak ve Alevilerin vermiş olduğu destek vardı. Bu, sistemden kopuşun başkaca bir resmiydi. Bu resim, sistemin reflekslerini sertleştirdi. Kimyasını bozdu.
Sistemden kopanlara şiddetli bir şekilde saldırıldı. Türkiye kann gölüne çevrildi. Devlet-IŞİD el ele her yerde bombalar patlatmaya başladı. Bu ittifakın dağıtılması için her şey yapıldı. Alevilerin tehdit edilmesi süreci hızlandırıldı ve tekrar Aleviler, Kızılbaşlar, Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurtarıcı olarak görmeye yönlendirildiler. Korku siyaseti, geri çekilmeyi tetikledi.
Ve bunların hepsi bir devlet organizasyonu olarak şekilleniyor. Ne zaman ki Aleviler umutlarını sistemden kopardılar, o zaman birileri devreye girip “kötünün iyisine” yönlendiriyorlar. Yönlendirme, seçenek yoksunluğu duygusuyla çalışıyor.
Kötünün iyisi kim? İşte Erdoğan yapılanması belli, kimlerle ittifak ettiği belli, Suriye’deki ittifak belli. Şam ittifakının Türkiye’deki temsilcisi ya da Şam’ın arkasındaki güç, HTŞ’nin arkasında olmakla övünen güç, Alevi katliamlarının arkasındaki güç. Bu okuma, bölgesel-politik sürekliliğe işaret ediyor.
Aleviler kendini örgütlemek,savunmalarını güçlendirmek yerine korkunun vermiş olduğu panikle yine sistemin “aman aman”ına sığınıyorlar. Şu anda ortaya çıkan resim bu. Sonuç olarak, statükoya dönüş sarmalı yeniden üretiliyor. Ulusalcı-faşist cephe Alevileri tekrardan devşirmek için, demokrasi güçleri ile olası birlikteliğini bozmak için yükleniyor. Alevilerin sınırlarını çizmek için elinden glen her şeyi yapıyor.
Çalıştay yapılıyor “Bütün Alevi örgütlenmeleri vardı.” Deniyor. Hayır, bütün Alevi örgütlenmeleri yoktu. Lütfedip oraya bir iki tane Kürt Alevi temsilcisi koymuşlar. İşi öyle kotorıyorlar. Söz hakkı verdiklerindee bunu bir lütufmuş gibi satıyorlar. Sembolik temsiliyet, dışlamayı gizleyemez.
Geçen yaptığım bir televiyon programında DAD Eşbaşkanı Zeynep Kete söyledi, ABF‘ye üye olmak için başvurulmuş ve iki yıldır cevap verilmiyormuş. Ve bu başvuruların ilk olduğunu sanmıyor! Sessizlik, reddin başka bir biçimidir.
Evet, bunu konuşalım. Yine Avrupa’da da aynı şekilde, Demokratik Alevi Federasyonunun Avrupa Alevi Konfederasyonuna katılma talebine cevap verilmiyor. Bu sistemsel bir dışlamadır. ABF Türkiye’deki konuşlardan, AABK Avrupadaki durumlardan dem vuruyor. Coğrafya değişse de yöntem değişmiyor.
Şimdi Erdoğan ne diyor? “Kürtlerin de hakkını biz savunuyoruz, Alevilerin de hakkını biz savunuyoruz, onun da hakkını, bunun da hakkını biz savunuyoruz.” Şimdi bizimkilerin mantığı nedir? “ Herkesin hakkını biz savunuyoruz“ diyorlar. Ayrımcılığa yok diyerek ayırıyorlar.
PSAKD, AKD, HBVAKV, Hubyar Vakfı, Tahtacı Federasyonu, ADFE, hatta Cem Vakfı… vs olunca ayrışmış olmuyorlar. Ama isim DAD, FEDA olunca ayrımcılık oluyor, bölücülük oluyor, Alevileri ayrıştırmak oluyor. Hadi oradan yok böyle bir yağma! „Devletin Alevisi olmayaacğız“ diyeceksin, sonrada sistemin öngördüğü sınırları örgütleyeceksin. İşte tam burada hak savunusu söylemi, fiili politikalarla çeliyor.
İsimlerin Siyaseti: “Alevi-Bektaşi”, peki diğerleri!
Alevi-Bektaşi Meclisi iyi niyetle izah edilecek bir durum değil. Mesela “Türk” kelimesini ele alalım. Oğuz Türkleri var, Gagauzlar, Kırgız, Kazak, Özbek, Uygur, Türkleri var, Kafkas Türkleri var…Bunların ortak yanı “Türk” olmalarıdır. Bu, tüm bu grupların hepsini izah eden ve tanımlayan isimdir. Şimdi siz eğer “Türk Oğuz Federasyonu” derseniz, bu isim ile örgütlenirseniz, siz sadece Oğuz Türklerinin, boylarının federasyonu olursunuz. Gagauzlar, Kırgız, Kazak, Özbek, Uygur…vs Türklerini temsil edemezsiniz. Sınırlarınızı çizmişsinizdir.
Almanya örneğini ele alırsak; Hıristiyanların iki ayrı büyük çatı örgütlenmesi var. Biri „Almanya Evanjelik (Protestan) Kilisesi“ diğeri „Almanya Katolik Piskoposlar Konferansı“. İsimleri, temsiliyetleri açıktır. Lakin ikisinin yan yana geldiği çatı örgütlenmesi „Almanya’daki Hristiyan Kiliseler Birliği“dir. Ne Evanjelik, ne de Katolik vurgusu yoktur.
Aynı şekilde Almanya’da AABF’in “görevli üye” (berufenes Mitglied) olrak içinde yer aldığı Almanya İslam Konferansı (Deutsche Islamkonferenz, DIK) aynı şekilde ortak çatı bir isim etrafında temsiliyet bulmaktadır.
Peki bizde neden “Alevi Bektaşi Federasyonu”? Aleviler içinde önemli ve saygın bir ocak olan Hacıbektaş Ocağını sadece zikretmek, ABF’yi, Alevi Bektaşilerin federasyonu yapmıyor mu? Oysa bu oluşumun içinde etkin kurumlardan biri zaten Hacı Bektaşı Veli Anadolu Kültür Vakfı’dır. Hacıbektaş Ocağını hakkınca da temsil ediyor.
Kısacası, “Alevi-Bektaşi” kavramı bu topraklarda yalnızca bir inanç ifadesi değil, aynı zamanda bir devlet tasavvurunun ürünüdür. Cumhuriyet’in erken yıllarında, dinin devlet eliyle yeniden tanımlandığı o dönemde, bu terim bir yandan kemalist-laik bir kimlik siyasetinin içinde biçim aldı, ve halkın yüzyıllardır süren inanç hafızasına sızdı.
1960’lardan sonra, özellikle de 27 Mayıs’ın ardından değişen toplumsal düzen içinde, “Alevi-Bektaşi” artık sadece bir inanç tanımı değil, resmi söylemin kullandığı bir üst başlık haline geldi. 1990’lara gelindiğinde ise, bu ifade yerleşti, kabullenildi ve hatta kimilerince kendi hakikatini anlatan bir ad gibi benimsendi.
Bu benimseyiş, yalnızca kültürel bir tercih değil, aynı zamanda devlet siyasetinin topluma sirayetinin göstergesidir. Devlet, Aleviliği doğrudan tanımlamak yerine, onu daha kolay biçimlendirebileceği bir şemsiye altına -Bektaşiliğin çatısı altına- yerleştirmeyi tercih etti. Bektaşilik, Osmanlı’dan devralınan miras içinde şehirli, düzenli, kurumlaşmış bir inanç biçimi olarak devlete tanıdık geliyordu. Halkın o özgür, ocak temelli Aleviliği ise, dağlarda, köylerde, hep merkezin uzağında kaldı.
Bugün “Alevi-Bektaşi” dendiğinde, bu iki yön birbirine karışıyor. Biri halkın diliyle konuşan, diğeri devletin diliyle tanımlanan. Bu yüzden bu kavram, bir yandan Alevi aydınlarının, derneklerinin ve kurumlarının görünür olma çabasını anlatır; öte yandan, merkezin inancı yeniden tanımlama arzusunun izlerini taşır.
Hacıbektaş Ocağı, Bektaşilik değildir. Bektaşilik tarih boyunca devletin elinde yeniden biçimlenmiş, kimi zaman merkezin gölgesine sığınmış bir yapıdır. Dolayısıyla, Bektaşiliğin Aleviliği temsil eden tek kimlik gibi sunulması, tarihe ve topluma karşı bir haksızlık olur. Bu farkın altını çizmek, yalnızca tarihsel bir görev değil, aynı zamanda inancın onurunu korumanın da bir yoludur.
Bu düzen II. Bayezid’le başladı. O dönemin, bugünün Kültür Bakanlığı’na bağlı bir “Cemevi Başkanlığı” gibi, Balım Sultan’ı Hacıbektaş’a gönderdiler. Onunla birlikte dergâha devletin eli değdi. O günden sonra ocağın dili değişti, nefesi değişti. Balım Sultan’ın kurduğu yapı, Bayezid’in oğullarına hizmet eder oldu; Yavuz’un ordusuna, devletin siyaset diline karıştı. Halkın nefesiyle kurulan yer, sultanın nefesini taşır hâle geldi.
Bektaşiler saraya çağrılırken, aynı elin tuttuğu kılıç Alevi ocaklarını vurdu.
O günden sonra ocakların dumanı başka tüttü.
Bilinmeli ki; devletle iletişim içinde bugüne taşınan yapılanma ayrı, bizim ocak geleneğimiz ayrıdır. Hacı Bektaş, Kureyş, Ağuçan, Baba Mansur, Sinemilli, Üryan Hızır… gibi ocaklar, Aleviliğin can damarlarıdır; birbirinden koparılamaz. Ama devlet, bir sistem olarak “Bektaşilik” adıyla yeni bir düzen kurdu ve bunu yüzyıllardır Alevilere dayatıyor. Bu yüzden bugün, ocak geleneğiyle Hacıbektaş Ocağı ve resmi Bektaşiliği birbirine karıştırmadan konuşmak zorundayız.
1826’da Nizam-ı Cedid ordusunun kurulmasıyla, Yeniçeri ordusunun lağvedilmesi sürecinden sonra ciddi bir Bektaşi katliamı yaşatılmıştır. İstanbul başta olmak üzere, Osmanlı’nın egemen olduğu her alanda Bektaşiler katledilmişlerdir. Yaşamlarını sürdürebilenler de Alevi topluluklarının içerisine, yakınına gelerek yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Onun için bugün bizim geldiğimiz nokta, Osmanlı’nın, Yavuz’un, o gün kurmuş olduğu Kültür Bakanlığına bağlı cemevi idaresini -saraya bağlı idi- bugün kabul etmiş oluyoruz. 400–500 yıl sonra teslim olmuş oluyoruz. Teslimiyetin ismidir bu. Bu tarih bilinci olmadan devletin bugün yaptıklarını anlamak güçtür.
Geçenlerde yaptığımız bir televizyon programına katılan Erikli Baba Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı Dursun Aydoğdu, konuşmasında çok açık bir şey söyledi: “Farklılıklarımız olsa da hepimiz Aleviyiz,” dedi.
Eğer “Alevilik” sizi tatmin etmiyorsa, daha size ne lazım? Dursun Aydoğdu bunu söylerken hakikatin tam ortasındaydı. Çünkü mesele burada düğümleniyor: Devletin icazet verdiği yer Alevilik değil, Bektaşilik.
Bakınız, Türkiye’de Alevilik tekke ve zaviyeler yasasıyla yasaklandıktan sonra devletin icazet verdiği; sonra devlet büyüklerimizin tek gittikleri yer Hacı Bektaş’tır. Hacı Bektaş’a her yıl gidilmiştir. Ve Alevi topluluklarına yönelik mesaj Hacı Bektaş’ta verilmiştir. Yani Süleyman Demirel’inden Özal’ına, Mesut’undan Ecevit’ine aklınıza gelecek tüm devlet yapılanmasının temsilcileri oraya gitmişler ve oradan Alevilere yönelik açıklama yapmışlardır. Çünkü onların istediği örgütlenme budur. Simgesel mekân, siyasi meşruiyet üretiminin merkezidir.
Akademisyenler Alevi kurumlarında fır dönüyorlar. Osmanlı’nın fetvalarının incelenmesi lazım. Çalıştayda, orada dilbilimcisi yok muydu? Akademisyen diyorsunuz da dilbilimcisi yok muydu? “Alevi Bektaşi Federasyonu”nun kelime anlamı itibarıyla neyi temsil ettiğini çok rahatlıkla söyleyebilirler. Ama bunu yapmıyorlar. Çünkü değinmek istemiyorlar, bu tartışmanın içerisine girmek istemiyorlar. Bu tartışmalardan kaybedeceklerini, bazı kapılarının kapanacağını düşünüyorlar. İsmin politik yükü görmezden geliniyor.
Çünkü Alevilik bir gelişim kapısı hâline getirilmiş, nadasta bekleyen tarla gibi sürülecek bir besleme kapısı hâline getirilmiş. Ve oturuyorlar, yalan üzerinden güzelleme yapıyorlar. Ve bunu yaparlarken de resmi sistemin tarih anlayışını örgütlüyorlar ve bize dayatıyorlar. Tarihi anlatırken devletin tarihini, Yavuz’un tarihini, Kanuni’nin tarihini, Kemalin tarihini bize Alevilik tarihi gibi anlatıyorlar. Bu, tarihsel çarpıtmanın sürekliliğini sağlıyor.
Kusura bakmasınlar, biz hiçbir zaman Kanuni ile birlikte Macaristan’a sefere gitmedik. Bosna’yı fethetmeye gitmedik, Arnavutluk fethine gitmedik. Biz Maraş’ta katledildik, Tokat’dai Çorum’da, Dersim’de katledildik, Sivas’ta katledildik, Hawraman’da katledildik. Kusura bakmayın, biz kimseyle fethin peşine gitmedik. Gidenler, bugünkü Kültür Bakanlığı bünyesinde örgütlenen o zamanın cemevi başkanlığıdır. 400-500 yıldır bizden biat istiyor. Yavuz’a, Kanuni‘ye bizden biat istiyor. Bizim tarihimiz, fetih değil, fetihçi zülme karşı direniş tarihidir.
Ayrıca Alevi-Bektaşi örgütlenme tarzı ve biçimi dikeydir. Yatay bir örgütlenme değildir. Devlettir. Orada tartışılmış; tartışmanın içerisinde güya, yatay örgütlenmenin kıymeti anlatılmış. İiyide etmişler lakin Bektaşilik piramit şeklindedir ve devletin müdahalesine açık olan alanımızdır.
Atama yöntemiyle dedeliğin yapıldığı, pirliğin örgütlendirildiği, cemlerin yürütüldüğü bir sistemdir bu. Sonradan insanların dergahlara, tekkelere giderek bağlılıklarını bildirerek dahil olabildikleri sızmanın merkezidir. Modern dünya görüşümüz ayrı olabilir. Modern dünyada birçok şeyi değiştirmemiz gerekebilir. Yarın bana “Doğru olan nedir?” derseniz, doğru olanın bu olabileceğini de söyleyebilirim. Ancak koşullar belirleyicidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi antidemokratik bir yapılanmada, demokrasinin tesis edilmediği bir yerde, benim bütün kalkanlarımı indirerek, savunmasız bir şekilde bu devletin karşısına çıkarılmaya çalışılan bir yapılanmadan bahsediyoruz. Ve devlet ısrarla bu yapılanmanın güçlenmesini, örgütlenmesini ve Alevilerin temsiliyetine oturmasını istiyor. Yani hedef, denetimli bir temsiliyet kurmaktır.
Yarın öbür gün “Bektaşilik” kelimesi fazla gelmeyecek; “Alevilik” kelimesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde fazla gelecek. Çünkü ayrıştırmayı onun üzerinden yapıyor. Diyor ki: “Ben Bektaşiyim; ‘Anadolu Aleviliği’ diye bir kavram uydurduk.” Onun üzerinden izah etmek istediği şey de zaten Devlet Bahçeli’nin bugün gündeme getirdiği Orta Asya’nın erenleri hikâyesidir. Bununla birlikte, diğer Alevi topluluklarıyla da ilişkilerin kesilmesini ya da onlar üzerinde hâkimiyet kurulmasını bir araç olarak kullanıyor. Kavramsal mühendislik, siyasi amaçlara hizmet ediyor.
Ve birçok Alevi örgütlenmesinin tarihçesine bakarsanız, Kürt Alevilerinin, ocak Aleviliğinin kendisini yaşattığı alanlarda bu müdahalelerin hepsine Aleviler maruz bırakılmıştır. Aleviler içerisinde bu tartışma ve kavga çıkarılmıştır. Böl-parçala-yönet taktiği sürekli işletilmiştir.
Bugün “Alevi Bektaşi Federasyonu” cümlesi Alevileri bölen bir cümledir; bütünüyle bir cümle değildir. O zaman kalkıp diğer tarikatları, diğer süreklileri de yazalım. Yazalım; Ağuçan’ı yazalım, “Alevi Ağuçan Federasyonu” yazalım. Ağuçan’ın talipleri, Aleviler içerisindeki en büyük talip kitlesine sahiptir. Eğer kapsayıcılık iddiası varsa, adlandırma da kapsayıcı olmalıdır.
Yani o zaman yapalım. Yok, olmaz. Neden? Çünkü 300 yıl boyunca Osmanlı’ya kan kusturan ocaktır Ağuçan. Onun için yapılmaz; Ağuçan yapılmaz. Ağuçan ismi bile zikredilmez. Ama Bektaşi kelimesinin zikrine geldiği zaman bir bakıyorsunuz, herkes ortaklaşıyor. Sanki Alevileri ayırmak gibi oluyor. Hayır, Alevileri bu şekilde ayrıştırıyorlar. Seçici görünürlük, tarihsel hesaplarla belirleniyor.
Alevileri tekleştiriyorlar, Alevileri asimile ediyorlar. Alevilerde “Yol bir, sürek bin bir” idiasını öldürüyorlar. Birçok hikâyemizi, birçok kuralımızı, kaidemizi ortadan kaldırıyorlar. Bektaşilerin geleneğini, Bektaşilerin geleneğindeki örgütlenme biçim ve tarzını, Alevilere dayatıyorlar. Makul Alevilik böyel örgütleniyor. Bu gelenekten kopuş, kimlik erozyonu yaratıyor.
Osmanlının tekke ve dergâhları üzerinden Aleviler üzerinde kurumsallaşmaya çalıştığı biliniyor. Bu tekke ve dergahlara bakınız hepsi Osmanlı’dan icazetlidir. Bu mirasın niteliği iyi analiz edilmelidir.
Tarihi düzgün ve doğru yazmak; tarihi yazarken korkmamak lazım. Ama bizimkilere alan çizilmiş. Bir çemberin içine almışlar bizi. “Bu alanın dışında hareket ederseniz başınız belaya girer.” Diyolarlar. Koku salıyorlar. İşte bu korku, düşünsel çeperleri daraltıyor. Günümüzde Aleviliği boğuyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde basit alınacak bir sistematik yok. Köklü bir devlet geleneği var. Bugüne kadar ayakta kalmış, binlerce yıllık devlet geleneği var. Yani “Alevilerin o kadar saf olmaması gerekiyor” diyorum. Tarihsel akılla hareket etmek zorundayız.
Devlet ve Partiler Aleviliği Nasıl Konumlandırıyor?
Horasan eskiden çok uzak bir yerdi; kimse bilmezdi. Bilinmediği için de uzaktan olabilirliği vardı ki Aleviler zaten hareket hâlinde bir topluluk. Son yıllarda hem medyanın gelişmesi hem Alevi toplumunun dışarıya açılmasıyla birlikte bu yerleşke -bugün bir Kürt yerleşkesi olduğu- daha görünür hâle geldi. Diğer toplulukların da yoğun yaşadığı; Yaresanların, daha önceki Zerdüştilerin, Mazdeklerin yaşadığı bir alan olduğu herkes tarafından net şekilde görüldü. Bilginin artması, mitleri dağıttı. “Kral çıplak” dedi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşu itibarıyla, ilk günden bu yana Türk-İslâm sentezi üzerine kendisine bir kurgu yarattı. Ve bu kurgu içerisinde de Alevilere bir rol biçti. Aleviler ancak uzaktan gelen bir kültürün temsilcisi olabilirdi; çünkü Ortadoğu’daki İslâm içi muhalif yapılanmaların bir parçası olamazlardı. Böylelikle, Türk uluslaşmasına yedirilmeye çalışıldılar. Son günlerde belki sıkça görüyorsunuz: “Türkse Müslüman, Müslüman değilse Türk değildir” gibi söylemler… Bu, sadece bugün üretilmiş bir söylemden ibaret değildir. Bu yaklaşım, kuruluş dönemi ürünüdür. Türk uluslaşmasının özüdür.
Teorik olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıllardır bunu uyguluyor. 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi bunun en bariz örneğidir. Yıllar geçti. Hikâye şöyle okunuyor: “Balkanlardaki Türkler geldiler; Türkiye’deki Yunanlar, Rumlar gönderildi.” Oysa mesele öyle değildir. Anlaşmanın kendisi şudur: “Balkanlardaki Müslüman toplulukların Türkiye’ye getirilmesi, Türkiye’deki gayrimüslimlerin de Balkanlara gönderilmesi” meselesidir.
Yani bu konuda, Türk olan ama Hristiyan olan topluluklar Yunanistan’a sürgüne gönderildi. Bunların en bilinenleri, Anadolu’nun ortasında yaşayan Karamanlı Türkleriydi; Kayseri, Niğde, Nevşehir, Konya ve Aksaray civarından gönderildiler. Türk’tüler, ama Ortodoks Hristiyan inancına bağlı yaşıyorlardı. “Mübadele” kararı alınınca, Türk olan bu Hristiyanlar da Yunanistan’a gönderildi. Bugün hâlâ Yunanistan’da, özellikle Makedonya ve Atina çevresinde, bu bölgelerden gönderilmiş Türk kökenli Hristiyan aileler yaşamaktadır. Çünkü bu topraklarda Türklük kavramı İslam’la özdeşleştirilmiştir. Dolayısıyla, din-etnisite eşitlemesi o dönemin politikasının omurgası oldu.
Yani bu şu anda ortaya çıkmış bir durum değil; Cumhuriyetin kuruluş yapılanması bunun üzerinedir. Türk-İslâm sentezi bugün ortaya çıkmış bir olay değil; Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte hayat bulmuş bir olaydır. Tekke ve zaviyeler kaldırılmış ama onun yerine Diyanet İşleri Başkanlığı idame ettirilmiş. İslâm’ın Hanefi mezhebinin örgütlendirilmesi yüz yıldır tepemizde dolaşıyor. Diyanet, bu sentezin kurumsal taşıyıcısıdır. Onun için her zaman güçlüdür. Devleten en büyük bütçeyi almaktadır.
Osmanlı zamanında bu kadar etkin ve güçlü bir şekilde bize müdahale edemiyorlardı. Osmanlı’nın idari yapısındaki haraç meselesi “bana biat edip haracını veriyorsan dinini yaşa” modeli ve merkezden uzak yaşam alanları Alevileri bir anlamda ayakta tutuyordu. Yüz yıllık Cumhuriyet ise varlıklarını sürdürmek isteyen kesimler üzerinde acımasız katliamlar gerçekleştirerek sınırlarının her alanını önce askeri olarak kontrolüne aldı. Ordu, polis, jandarma, mahkemeler, idari yapı her alana hâkimiyet kurdu. Toplulukların hareket alanı daraldı.
Böyle bir hakimiyetin olduğu bir ülkede inancınız tanımıyor, suç kategorisine giriyor ve inancınızın gereklerini yerine getirmeniz yasaklanıyor. Biz bu haldeyken, Diyanet, bütçeden her zaman en güçlü payı alarak yüz yıldır tepemizde boza pişiriyor. Türk-İslam sentezci devlet kayafasına göre Alevilerin uzaktan yakından Türk Uluslaşmasına dâhil edilmemesi gerekiyor. Ama büyük bir topluluk var, bu topluluğu ne yapacaksın? Türk uluslaşmasında Alevilere biçilen rol Orta Asya’dır. “Kültürel folklor” alanına hapsedilmek isteniyoruz.
Orta Asya steplerinden gelen, orada inançlarını kaybetmeyen; Şamanist Türk kültürünün en eski geleneklerini yaşatan ve bu coğrafyada da değiştirmeyen o damar, “bizim kültürel, milli yapılanmamız” olarak Cumhuriyet içinde bir role oturtulmuştur. Bu kurgu ile, Aleviliğin siyasi etkisini nötralize etmeyi, onu etkisiz bir kültür unsuruna indirgemeyi hedeflemiştir.
Bu kavram aynı şekilde Kürt klasik yapılanmasında da var. Kürtlerin ilkel milliyetçi yapılanması, Kürt uluslaşması içerisinde Alevilere yer tanımamıştır; tıpkı Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi. Kürt tanımlanması Kürt-İslam üzerinden okunmuştur. Peki Aleviler ne olacaktır? Kürtlerin büyük bir bölümü de Alevi. Onlar da aynı şekilde Aleviliği, Kürtlerin en eski kültürel yapısı; İslâm ordularının gelip bu coğrafyaya hâkim olduğunda ona karşı direnen, ayakta kalan ve Kürtlüğü bugüne getiren inanç olarak tanımlar. Sonuçta iki farklı uluslaşma çizgisi, Aleviliği kültüre indirger.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Alevi tanımlamasıyla ilkel Kürt milliyetçiliğinin Alevi tanımlaması aynıdır. İkisi de uluslaşmada Aleviliğe yer tanımıyor ve bırakmıyor. Bakınız, MHP’nin de şu andaki organizasyonunun tamamıyla kurgusu bildiğimiz Horasan masalıdır. Kürtlerin “Kart-Kurt” masala gibidir. Türk uluslaşmasında tüm kapılar Orta Asya’ya çıkıyor! Yani kültürel bir alan açıyor: “Kültürel bir alanda kalınız,” diyor. “Seni inanç olarak almayacağım,” diyor. Aleviliğin inancı ve siyasi iddiası böylece bastırılıyor.
Çünkü senin inanç olarak karşılanman ve inanç olarak algılanman bu topraklarda ciddi bir İslâm içi muhalefeti doğuruyor. Bunu istemeyen ve tercihlerini İslâm’ın Sünni yorumundan yana yapan yapılanma, senin varlığını bu coğrafyada hala ortadan kaldıramıyorsa sana bir kılıf uyduruyor. Ve bu kılıf da “Kültürel değerimiz; çok kıymetli, Türkçeyi bugüne kadar getirenler, yedi ulu ozanımız” vesaire gibi hikâyelerle bir Alevi manzarası yaratılmaya çalışılıyor. Kabul, kültürle sınırlanıyor. Çember çizliyor.
Bu Alevi manzarasını Türk-İslâmcı kesimlere satıyorlar. “Bunlar bizim en eski kültürel değerlerimiz; bunlar Türklüğümüze çok şey kattılar” diyerek, kendi uluslaşmasına Türk Uluslaşmasına yama hâline getiriyorlar. Aleviliği bir din olarak da, bir manevi değer ya da inanç olarak da kabul etmiyor, reddediyorlar.
Hep mazlun olmuş, mazlumun yanında durmuş, zulme karşı direnmiş olan Alevilerin mirasını silmeye çalışıyor. Bizim dünyaya bakış açımız, inancımız, direniş mirasımız, yaşanmış bir hakikatten çıkarılıp vitrine konuyor.
Aleviliğin dağıtılması esas alınıyor; yani Kerbelâ’nın dağıtılması. Alevi direnişinin, Pir Sultan’ın duruşunun, Seyit Rıza’nın mücadelesinin ortadan kaldırılması isteniyor. Onların yerine, kelaynak kuşları gibi koruma altına alınmış, kalanların da aynı kafese konduğu bir yapı kurulmaya çalışılıyor. Direnişin siyasi içeriği boşaltılıyor; geriye sadece süslenmiş bir hatıra bırakılıyor.
Hatay’da bir Ermeni köyü var; Vakıflı köyü. Sanırsam Ermenilerin yaşadığı son köy. Biz gittik; köy sakinleri bize şunu anlattılar: “İnsanlar buraya geliyor, yüzümüze bakıyorlar; Ermeni nasıl bir şeydir diye.” Hal bu. Ötekileştirmenin gündelik hali bu.
Nazlı Ilıcak’la bir karşılaşmamızda şöyle dedi kadın: Yıllarını gazeteciliğe vermiş bir kadın, “Bir cemevini ziyaret ettim; bu Aleviler de bizim gibiymiş,” dedi. Yani bilgi bundan ibaret. O kadar ötekileştirilmiş, dışarıya itilmiş ve kabul görmez bir hâle getirilmiş ki… Cehalet, önyargının doğal yakıtı haline getirilmiş.
İslam coğrafyasında gerçek bir değişim ve dönüşüm arıyorsak, bunun merkezinde Alevilik vardır; Şii damar vardır. Bu çizgi, tarih boyunca İslam’ı sorgulamış, yanlışlarını göstermiş, yenilenmeyi önermiştir. Kısaca, Alevilik, İslam’ın en cesur eleştirisidir.
Bu hareket başarılı olamamıştır; ama asıl mesele bu değildir. Asıl mesele, bu sorgulayıcı damarın -yani İslam’ın içinde değişimi mümkün kılan tek damarın- kasıtlı biçimde dışarıya itilmesidir. Devlet, toplum ve din kurumları bu yapıyı “ayrı, uzak, gayri” ilan ederek kenara koymuş, yok etmek için en acımasız yöntemleri kullanmıştır.
Sünni egemenliğin hâkim olduğu bu coğrafyada en büyük düşman olarak görülen kesim Aleviler ve Şiilerdir. Özellikle Ortadoğu’da son beş yüz yıldır süren temel çelişki, Sünnilik ile Şiilik arasındaki kanlı ayrışmadır. Siyasal İslamcıların diğer tüm kesimlere gösterdiği hoşgörüyü Alevilere göstermemesinin nedeni de budur: Alevilik, bu yapının kendi içine bakmasını, değişmesini zorlayan bir duruştur. Aynadır. Şimdilerde bu ayna parçalanmaya, dağtılmaya çalışılıyor.
Böylece, İslam’ın içinden gelebilecek reform, yenilenme, iç hesaplaşma olasılığı daha baştan budamıştır. Alevilik yalnızca bir inanç olarak değil, aynı zamanda bir eleştiri ve yenilenme kültürü olarak da susturulmuştur. Susturlması için moda deyim ile “içerden ve dışardan” saldırılar devam etmektedir.