Her Ekim ayı geldiğinde, yüreğimde bir tırpan sesi duyarım. Fakir Baykurt’un tırpanı bu — köylünün alnındaki teri, öğretmenin sabrını, kadının direncini biçen bir tırpan. Ölüm yıldönümünde onu anarken yalnızca bir yazarı değil, halkın vicdanına ses veren bir öğretmeni, bir düşünürün yüreğini anıyorum. Baykurt, benim için kelimeleriyle halkın ruhunu yoğurmuş bir köy enstitülüsüdür.
Fakir Baykurt’un dünyası, Köy Enstitüleri’nin toprağında filizlendi. O toprakta bilgi, emekle karışırdı; düşünceyle çapa, yazıyla ter yan yanaydı. Köy Enstitüleri, bilginin sadece kentlerde değil, köy meydanlarında da yeşerebileceğini gösteren bir umut hareketiydi. Baykurt, o hareketin en direngen kalemiydi. Romanlarında, köyün içinden, köylünün gözünden, emeğin kalbinden konuştu.
“Yılanların Öcü”, “Kaplumbağalar”, “Köy Enstitülü Delikanlı”, “Efendilik Savaşı” gibi eserlerinde halkın bilincini büyüten bir dil kurdu: Ne yukarıdan bakan ne de romantize eden… Gerçeğin içinden, alın teriyle yazan bir dil.
Ve benim yolum onunla “Tırpan” romanında kesişti.
İlk okuduğum kitaptı.
Bir kitabın bir insanın düşünme biçimini değiştirebileceğini orada gördüm.O romanda, köylünün suskunluğunu bozan kadınların sesi beni derinden etkiledi.
Elinde tırpan tutan kadının, yalnız kendi hakkı için değil, köyün ortak adaleti için ayağa kalkışı — işte orada “komünal bilinç” denilen şeyin ne olduğunu sezdim.
Baykurt, bireysel öfkeyi kolektif bilince dönüştüren bir yazardı.
Tırpan sadece bir alet değil, bir fark edişin simgesiydi: Toprağı biçerken adaletsizliği de biçmek.
Bu düşünceyle İzmir Çiğli Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nün düzenlediği Fakir Baykurt Roman Yarışması (bugünkü adıyla Fakir Baykurt Roman Ödülü)
Bu belediyede görev yaptığım dönemlerde, bu anlamlı projenin bir parçası olma onurunu yaşadım, gelen dosyaları büyük bir merak ve sorumlulukla inceledim.
Yarışma, her yıl edebiyat dünyasından çok değerli seçici kurul üyelerini bir araya getiriyordu: Işık Baykurt, Öner Yağcı, Hidayet Karakuş, Bahri Karaduman, Adnan Binyazar gibi isimler… Onlardan çok şey öğrendim; her biri bana yalnızca romanın teknik yönünü değil, edebiyatın vicdani yükünü de hatırlattı.
Her dönem, yüzlerce yazarın emeğiyle dolu dosyalar geldi.
Ben o dosyalarda Fakir Baykurt’un mirasının yankısını aradım:
“Gerçeği yazmak cesaret ister” diyordu Baykurt.
Ben de her satırda o cesaretin izini sürdüm.
Edebiyatı neden sevdiğimi Fakir Baykurt’un romanlarıyla anladım.
Çünkü onun yazdığı dünya, benim yaşadığım dünyanın içinden konuşuyordu.
Yoksulluğu bir kader değil, bir düzenin sonucu olarak anlatıyordu.
Ve her satırında, insanı hayata katlanmaya değil, onu değiştirmeye çağırıyordu.
Benim için Fakir Baykurt, kalemiyle öğretmenlik yapan bir insandır.
Köy Enstitüleri’nden aldığı ışığı romanlarına taşımış, halkın bilincini diri tutmuştur.
Bugün hâlâ o tırpanın sesi kulağımda yankılanır:
“Toprağı unutmadan, emeği unutmadan, insanı unutmadan yaz.”
Benim edebiyat sevgim, işte o sesle başladı.
Ve hâlâ o sesle devam ediyor.