Perşembe, Ekim 16, 2025

Barışın Gölgesinde Kurgulanan Kavga: Kürtler, Devlet ve Sistem Muhalefeti

Son dönemde Kürt siyasetinde neyi gündeme getiriyorlar, bir bakalım. Yine aynı oyun sahnede. Bu kez “Demirtaş’ın tahliyesine Öcalan set çekti” diye bir iddia dolaşıma sokuldu. Bu iddia, kimi medya organlarının, ulusalcı çevrelerin ve „Fethullah Gülen“ medyası elinde, Kürt siyasetine dönük yeni bir manipülasyon aracına dönüştürüldü.

DEM Parti ise geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada bu iddiaları açık ve net biçimde reddetti. “Sayın Öcalan’la yapılan görüşmelerde hiçbir şekilde bu tarz bir değerlendirme yapılmamıştır” diyerek, bu haberlerin gerçeği yansıtmadığını ve açıkça amaçlı bir spekülasyon olduğunu söyledi.

Bu iddianın kendisi sadece kişilere dönük bir tartışma değildir; Kürt siyasetinin bütünsel iradesini zayıflatmayı hedefleyen, sistematik bir algı operasyonudur. İddianın dolaşıma sokulduğu medya mecralarına ve zamanlamasına bakıldığında, bunun tesadüf değil planlı bir psikolojik savaş hamlesi olduğu açıkça görülmektedir.

Bu söylemler, Kürt siyaseti içinde bir ayrışma yaratmaya, Kürtlerin ortak iradesini parçalamaya dönük bir çabanın parçası olarak yürütülüyor. Oysa bu tartışmayı körükleyen kesimlerin önemli bir kısmına bakınız; bu tartışmaları yürütenlerin büyük bölümü, Demirtaş’ın cezaevine girmesinde sorumluluğu olan çevrelerdir. Demirtaş tutuklandığında arkasında alkış tutan, sessiz kalan bu kesimlerin bugün kalkıp “Demirtaş’ı seviyoruz, Öcalan engelliyor” diye sahte bir hassasiyet sergilemeleri, samimiyetle açıklanacak bir şey değildir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir başka boyut da, bu iddiaların sadece içerideki siyasal dengeye değil, uluslararası alanda Kürt hareketinin meşruiyetine dönük de bir sabotaj işlevi taşımasıdır. Kürtlerin kendi iç tartışmaları üzerinden bir “liderlik krizi” algısı yaratılarak, dış kamuoyuna da parçalı, zayıf ve temsil kabiliyetini yitirmiş bir görüntü verilmek istenmektedir.

Tam da bu aşamada tartışmanın ekseninin, kimlerin bu manipülasyonu taşıdığına çevrilmesi gerekmektedir. Çünkü bu tartışmayı sürekli diri tutan çevrelerin başında, tarihsel olarak Kürt sorununu inkâr politikalarıyla var olmuş ulusalcı odaklar ve bu odakların siyasal uzantıları gelmektedir.

Mesela Cumhuriyet Halk Partisi ve ulusalcı kesime bir bakınız. Bugün Demirtaş’ın ve birçok milletvekilinin içeride olmasının sorumlusu kimdir? “Anayasaya aykırı da olsa bir kere evet diyeceğiz” diyenlerin… Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması suretiyle Halkların Demokratik Partisi’ni hedef haline getirenler bugün çıkıyorlar; “Demirtaş aslında bırakılacak ama son dönemde yürütülen süreçte Kürt siyasetinin liderlerinden Öcalan bunu engelliyor” gibi tartışmalar yürütüyorlar.

Burada CHP’nin tutumunu analiz ederken iki yönlü bir tablo görmek gerekir. Bir yanda, devletin bütünlüğünü koruma refleksiyle hareket eden ulusalcı kanat; diğer yanda ise demokrasi, barış ve eşit yurttaşlık taleplerine mesafeli ama sistem içi bir muhalefet pratiği yürüten yönetim çizgisi bulunmaktadır. Bu iki eğilim arasındaki gerilim, CHP’yi hem Kürt meselesinde çözüm üretmekten alıkoymakta hem de onu devletin resmi politikalarının bir tamamlayıcısı haline getirmektedir.

Bu tartışma ve süreç gerekçesiyle Kürtleri bir çatışmaya çekip, Kürtler arasında bir parçalanmayı; Kürtlerin özellikle de son dönemlerde yaratmış olduğu demokrasi güçleriyle ittifakını, Alevi kesimiyle almış olduğu desteği tekrar sistem partilerine çekmek gibi bir operasyonel durum üzerinden gidiliyor.

Mesele sadece Kürt siyasetinin iç dinamiklerine müdahale değil, aynı zamanda genişleyen demokrasi cephesinin dağıtılmasıdır. Kürtlerle Aleviler arasında son yıllarda kurulan toplumsal dayanışma ve ortak demokratik zemin, iktidarın ve devletin stratejik aklını rahatsız etmektedir. Bu nedenle yürütülen psikolojik savaş, bir yandan liderlik tartışmalarıyla Kürtleri bölerken, diğer yandan bu ittifakı kırmayı hedeflemektedir.

Bir bakınız: Bu tartışmayı yürütenlerin hangisi Kürt sorununun çözümünde demokratik bir öneriye sahip ya da demokrasi güçlerinin yanında duran bir pozisyonda? Ya da Kürt sorununun çözülmesi için mücadele etmiş, emek vermiş bir pozisyonda? Neredeyse hiçbiri bu pozisyonda değil. Bu tartışmayı yürütenlerin büyük çoğunluğu, Kürtlerin yokluğu üzerine, Kürtlerin haklarının yok sayılması üzerine; Kürt topraklarında —bırakın sadece Türkiye’deki toprakları— Suriye’deki toprakların, Kuzey Irak’taki toprakların, İran’daki Kürt yerleşimlerinin, vesaire, kazanılmış haklarına bile müdahale edip onları ortadan kaldırmak isteyen bir zihniyete sahip.

Dolayısıyla, bu zihniyetin bugün “Demirtaş’a sahip çıkan”, “Kürt halkının hakkını savunan” gibi bir görünüm altında sahneye çıkması, samimiyetsizliğin ötesinde bilinçli bir yönlendirme çabasıdır. Devlet aklı, bu tür çıkışları kullanarak hem CHP içindeki ulusalcı kanadı güçlendirmekte hem de DEM Parti çevresinde büyüyen demokratik dalgayı törpülemektedir.

Bir bakıyorsunuz, Kürt siyaseti içerisinde liderlik tartışması güya çıkarıyorlar. Oysa Kürtler çok iyi bilirler siyasetin nereden geldiğini ve nereye gideceğini; nelerin nasıl yönetileceğini bildikleri bir noktada ne yapılıyor? Özellikle tabana yönelik —Alevilerde olduğu gibi— tabana yönelik kavgayı ve tartışmayı derinleştirmeye çalışıyorlar; böylelikle yaratabilecekleri bir ayrılık, yüzde bir oy olsa da, yüzde iki oy olsa da, iktidar karşısında Kürtlerin zayıflaması olarak hanelerine yazılacak.

Bu taktik, siyasal mühendisliğin en temel biçimlerinden biridir. Devletin ve sistem partilerinin amacı, doğrudan baskı politikaları yerine, toplumsal tabanda küçük ayrışmalar yaratarak büyük politik etkiler üretmektir. Bu nedenle sosyal medya, troller ve ulusalcı söylem bir arada çalışmaktadır.

Dediğim gibi, bu örgütlü bir trolleme ile yapılıyor. Ulusalcıların yaklaşımının, CHP’nin tabanındaki milliyetçi kesimin propagandasının yanında, onları körükleyen ve açıklamalarını besleyen bir yapı da var. O ulusalcı, milliyetçi yapılar daha düne kadar Kürt siyasetinin yok edilmesi üzerine siyaset üretiyor, politikaları besliyordu; ancak bugün geldikleri nokta Cumhuriyet Halk Partisi’ne Alevileri tekrar kazandırma meselesidir. Şu andaki en temel kavga bunun üzerinden yürütülüyor.

Buradaki “Alevileri tekrar kazanma” stratejisinin ardında, aslında devletin sosyolojik tabanı yeniden şekillendirme hedefi vardır. HDP ve sonrasında DEM Parti çevresinde toplanan Alevi toplumsallığı, CHP’nin geleneksel tabanından kopmuştu. Devlet aklı şimdi bu kitlenin yeniden ‘sistem içine’ alınmasını planlıyor. Bu, bir inanç meselesi değil; siyasal denge mühendisliğidir.

Öngördükleri temel nokta, özellikle Halkların Demokratik Partisi döneminde demokratik kesimlerin, Alevilerin HDP etrafında toparlanmaya başlaması ve sistemin dışına çıkması vesilesiyle —tekrar onları Cumhuriyet Halk Partisi’nin tabanında toplamak; böylece sisteme entegrasyonlarını sağlamak üzere yürütülen bir siyaset. Yoksa ne Alevileri sevdikleri için, ne Kürtleri sevdikleri için, ne de Kürt siyasetini sevdikleri için böyle bir tartışma ve propaganda yürütülüyor.

Bu tartışmayı ve propagandayı yürütenlerin yapısına, kişiliğine ve beklentilerine baktığınız zaman çok rahatlıkla bir Kürt düşmanlığının ortaklaştırıldığını, Kürtlerin imhasının hedeflendiğini görebilirsiniz.

Tüm bu tablo, aslında medya ayağıyla da desteklenmektedir. Yani, sokakta ya da parti içlerinde yürütülen bu tartışmalar, televizyon ekranlarında ve gazetelerde yeniden üretilmekte, halkın bilinçaltına yerleştirilmektedir. Bu nedenle, bir sonraki aşamada medya manipülasyonuna odaklanmak kaçınılmaz hale gelmektedir.

Bu anlamda aslında demokrasi güçlerinin birliklerini ortadan kaldırmak için yürütülen bir operasyon var: Alevileri güçten düşüreceksin, Kürtleri güçten düşüreceksin; Kürtlerle ittifak halinde güçlenmek isteyenleri de güçten düşüreceksin. Cumhuriyet Halk Partisi de aynı şekilde, bu operasyonel durumun bir tarafı haline getirilmiş durumda. Kürt özgürlük mücadelesi içinde Öcalan–Demirtaş ikilemini yaratanlar, Cumhuriyet Halk Partisi içinde de Ekrem İmamoğlu–Kılıçdaroğlu ikilemini yaratarak oradaki parçalanmayı dayatmaya çalışıyorlar ve bunu yaparken kendi iktidar güçlerini kullanıyorlar.

Böylece devletin içindeki farklı kliklerin birbirine karşı yürüttüğü iktidar savaşı, hem Kürt siyasetinde hem CHP’de benzer biçimlerde yansıtılıyor. Bu iki alandaki “liderlik krizleri”, aslında aynı merkezin manipülasyonunun ürünüdür: Halkın temsil gücünü böl, sistemin istikrarını koru.

İktidarın ana akım medyası mı diyeceğiz, yoksa yandaş medyası mı diyeceğiz… Şu anda Türkiye’de geniş bir medya kesimi iktidarın elinde bulunuyor. İktidarın kontrolü dışında kalan, sistem içi muhalefet diyebileceğimiz Sözcü TV, Halk TV, Tele 1 gibi üç–beş yapı dışında neredeyse tüm televizyonlar iktidara ve iktidar cephesine bağlıdır. Bağlı olmayanlarda sistem medyasıdır. Tamamlayıcısıdır.

Burada medyanın işlevi, yalnızca haber iletmek değil, aynı zamanda devletin toplumsal mühendisliğini yeniden üretmektir. Bu nedenle medya, Kürt meselesinde yürütülen her algı operasyonunun stratejik ayağını oluşturur. İktidar medyası doğrudan saldırı dilini kullanırken, sistem içi muhalif medya bu saldırıyı “demokratik eleştiri” kılığına büründürerek meşrulaştırır. Böylece iki farklı kanal gibi görünen ama aynı merkezden beslenen bir söylem zinciri ortaya çıkar.

Eğer bir medya organı iktidar cephesine bağlıysa ve iktidar cephesinin ağzından siyaset üretiyorsa —ki bugüne kadar bunun dışına çıktıkları da görülmemiştir— bu durumda, medyada Kürt siyasetiyle ilgili yürütülen son dönem tartışmalar içerisinde Kürtler arası kavganın derinleştirilmeye çalışılması karşısında bir tarafın hilesini, bir tarafın saldırganlığını, bir tarafın samimiyetsizliğini görmek gerekir. Sitemin oyununu görüp deşifre etmek gerekiyor. Ve görülenin dile getirilmesi bir müdahale olarak değil, gerçeğin ifadesi olarak görülmelidir.

Çünkü gerçeği dile getirmek, bu sistemin inşa ettiği sahte “tarafsızlık” perdesini yırtmak anlamına gelir. Medyanın görevi hakikati gizlemek haline gelmişken, hakikati dile getirmek en radikal siyasal eylem biçimine dönüşmüştür.

“Demokratik bir yapı var, demokratik bir yayıncılık var, demokratik bir medya var; siz nasıl bu medyayı eleştirirsiniz?” diyecekler… Peki, gerçekten böyle bir şey mi var?
Sonuç itibariyle iktidarın iki dudağı arasında, acımasız bir şekilde, saygısızca Kürtlere ve Kürtlerin değerlerine saldıran bir yapı söz konusu. O hâlde bu yapının sahiplerine söylemek gerekiyor ki —belki sokak diliyle olacak ama— “itlerinize sahip çıkın.”

Bunu söylemek, medyaya müdahale olarak, “demokrasiye müdahale; hani siz demokrasi istiyordunuz, şimdi de medyaya mı karışıyorsunuz?” şeklinde propaganda malzemesi hâline getiriliyor. Çok demokratlar, öyle mi?

Bu sert ifade, esasen öfkenin değil, çaresizliğin dilidir. Çünkü medya, iktidar ilişkilerinden tamamen bağımsız olmadığı için, bu kadar açık bir sömürü düzenine karşı başka bir dille tepki vermek artık mümkün olmamaktadır.

Peki o zaman bu medyanın diğer haberlerine de mi itibar etmemiz gerekiyor? Bu medyanın tüm saldırganlığına, CHP belediyelerine yönelik saldırılarına da “demokrasi” mi dememiz lazım? Bu adamların iktidara yalakalığını da “basın özgürlüğü” olarak mı görmemiz gerekiyor? Sistemin diğer yanında, sitemin ihtiyaçlarını karşıda duruyormuş gibi yapan, verilen rölünü oynuyanlara medya temsilcileri mi diyeceğiz!

Biliyoruz ki; karşı da topu yekün iktidarı ve muhalefeti ile bir sistem var. Bu sistemi tanıyoruz…

Dolayısıyla Türkiye’deki medya düzeni, yalnızca iktidarın değil, aynı zamanda muhalefetin de içselleştirdiği bir ideolojik aygıttır. Basın özgürlüğü kavramı, içi boşaltılmış bir vitrin süsüne dönüştürülmüştür. Gerçek anlamda özgür gazetecilik, yalnızca bedel ödeyenlerin alanıdır.

Ortada gerçek anlamda bir medya özgürlüğü yok; Türkiye’de bağımsız medya neredeyse yok denecek kadar az. Mevcut kurum ve kuruluşlar, devletin ve iktidarın resmî sözcülüğünü üstlenmiş durumda. Devletin, iktidarın resmî bildirilerini yayınlayan, onun politikalarını meşrulaştıran kurum ve kuruluşlardan söz ediyoruz.

Peki, bunlara haddini bildirmek gerekiyorsa, bunu kim yapacak? Elbette onları yöneten, yönlendiren iktidar yapılanmaları. Çünkü bu medya organlarının büyük bölümü devletten, iktidardan bağımsız hiçbir şey yazmıyor, çizmiyor; Türkiye’de medya neredeyse tamamen bu kesimin kontrolüne geçmiş durumda. Ne yazık ki gerçeklik bu. Ayrılıkları da yüklendikleri misyon ve aldıkları görev kadar derin.

Yani medya cephesindeki bölünmüşlükler, esasen devlet içindeki klik farklılıklarının yansımasıdır. Bir kanal AKP’ye, diğeri CHP’ye yakın görünebilir ama ikisi de devletin meşruiyet sınırlarının dışına çıkmaz. Bu nedenle bağımsız medya değil, “devlet içi hizip medyası” vardır.

Böyle bir tablo ortadayken sizin “demokrasicilik” oynamanıza, “basın özgürlüğü” diye nutuk atmanıza gerek yok. Eğer gerçekten özgürlükten, medya özgürlüğünden bahsedecekseniz, her gün Kürt gazetecileri gözaltına alanlara, tutuklayanlara karşı ses çıkarın. Cezaevleri her kesimden gazeteciyle dolu…

Görüşlerine katılmadığınız gazeteciler için de “Bu gazetecileri içeri alamazsınız” diyebilin. Her gün gazeteciler katlediliyor, susturuluyor; onlara sahip çıkın, “bu insanlara, haber akışı için hayatlarını ortaya koyan gazetecilere saldıramazsınız” diyebilme cesaretini gösterin. Daha dün Rojava’da gazeteciler Türkiye İHA’ları ile hedef alınarak katledildi. Hadi konuşun…

Bu çağrı, medyaya değil, aynı zamanda toplumun vicdanına da yöneliktir. Çünkü sessiz kalmak, suça ortak olmaktır. Rojava’da hedef alınan gazeteciler, yalnızca savaş muhabirleri değil; hakikatin tanıklarıydı.

Kürt gazetecilerin, demokrasi güçlerinin, özgür medyanın yanında olmayanların bugün kalkıp iktidar medyasının yanında yer almalarının temel nedeni Kürt düşmanlığıdır. Kürtlere saldırmayı, Kürtleri aşağılamayı bir araç haline getirip bu dili kullanıyorlar.

Ve aynı zamanda bu, iktidarla aynı cephede olduklarının açık bir göstergesidir. Bunun başka bir izahı yoktur. Devletle nasıl bir ilişki içinde olduklarını, iktidarla nasıl bir bağ kurduklarını bugün sergiledikleri bu saldırganlık açıkça ortaya koyuyor. İktidarın barış ve demokrasi konusunda ayak direten siyasetini besliyoırlar. İhtiyaç duydukarı argumanları besliyorlar. Devlet aklının kendilerine verdiği görevi yürütüyorlar.

Bu noktada medya ile siyaset arasındaki ilişki, artık karşılıklı çıkara dayalı bir birlikteliğe dönüşmüştür. Gazeteci, iktidarın sözcüsü; siyasetçi, gazetecinin sponsorudur. Bu döngü kırılmadan ne barış dili ne de özgür basın mümkün olacaktır.

Sonuç itibariyle bu kesimlerin büyük bölümünün üzerinde ortaklaştığı nokta nedir? Kürt siyasetinin güçten düşürülmesi, teslim alınması; Rojava’da kazanılan değerlerin dağıtılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin o tekçi, ırkçı, faşist yapısının Orta Doğu coğrafyasında hâkim kılınması. Bunun ötesinde bir yaklaşım, bir duruş var mı?

Yani Türk toplumlarını yücelten, diğer tüm toplulukları aşağılayan bir yapılanmanın demokrasiden, eşitlikten, medya özgürlüğünden bahsetmesi mümkün mü? Yok böyle bir şey.

Bu durum, artık salt ideolojik bir tercih değil, jeopolitik bir stratejidir. Devlet, içerde Kürt siyasetine baskı uygularken, dışarıda Rojava’daki demokratik deneyimi boğarak bölgesel üstünlük kurmak istemektedir. Bu nedenle medya dilindeki saldırganlık, askeri ve diplomatik hedeflerle doğrudan bağlantılıdır.

Bu nedenle, içinde bulunduğumuz dönemde sistemin muhalefet–iktidar işleyişini iyi analiz etmek gerekiyor. Bir devlet var; bu devletin içinde bir iktidarı var, bir de muhalefeti var. İkisinin toplamı devletin kendisi oluyor. Bunun karşısındaki tek muhalefet demokrasi güçleridir. Kürt özgürlük mücadelesidir. Meseleyi böyle okumak gerekiyor.

Devlet içerisinde kavgaya yok mu, tabii ki var. Devletin iktidarını kim elinde bulunduracak kaygası. “En iyi Kürdü kim yok eder, en iyi Aleviyi kim yok eder, en iyi demokrasi güçlerini kim dağıtır” kavgası sürüyor. Bugün bu kavganın bir tarafında AKP–MHP iktidarı var; karşısında ise CHP.

Ancak bu “karşıtlık”, toplumsal çıkarlar üzerinden değil, devlet içi güç paylaşımı üzerinden yürümektedir. Yani burada söz konusu olan halkın çıkarlarını temsil eden iki farklı blok değil; aynı sistemin iki farklı hizbidir.

Bu iktidar mücadelesi içinde AKP cephesi, çok sistemli bir biçimde CHP‘ye yönelik bir operasyon yürütüyor. Devlet de, iktidarı ve muahlefeti ile Kürt siyasetine kaosu dayatıyor. „Liderlik“ tartışması ile Kürtleri güçten düşürmeye çalışıyor.

CHP’nin tabanını birbirine düşüren ve tabandaki ulusalcı grublar eli ile Alevileri, Kürtleri ve diğer sivil toplum kuruluşlarını ayrıştırmak suretiyle demokrasi güçlerinin cephesini dağıtmak; onları devlet sisteminin bir parçası haline getirmek amacıyla yürütülen bir kavga var. Bu kavga CHP etrafında kümelenmiş, ergeenkoncu, ırkçı, faşist kesimlerden besleniyor. Sistemin diğer ırkçı partileri üzerinden körükleniyor. Toplumun gerilmesi üzerinden atılması gereken adımların ötelenmesinin amaçlandığını herkes görüyor.

Toplamına baktığınız zaman bu durumun Kürtlerin, Alevilerin, demokrasi güçlerinin aleyhine bir durum yarattığını görebilmek gerekiyor.

Her tartışma, halkların ortak mücadelesini zayıflatmak, onları yeniden sistemin kollarına itmek için kurgulanıyor. Demokrasi güçlerinin enerjisi, kimlik içi rekabetlerle tüketiliyor.

Biz bunları tartışırken Türkiye’deki açlığı tartışamıyoruz; Türkiye’deki hırsızlığı tartışamıyoruz; Türkiye’deki uyuşturucu satıcılığının şu anda dünyadaki en büyük dağıtım merkezlerinden biri hâline gelmesini konuşamıyoruz. Türkiye’de eroin kullanımında dünyada en çok insanın hayatını kaybettiği ülke hâline geldiğimizi konuşamıyoruz. Çocuklarımızı okutsak bile, bütün emeğimizi ve gücümüzü versek bile o okullardan çıkan çocuklarımızın nasıl bir işsizliğe mahkûm edildiğini konuşamıyoruz. Türkiye’de bir yapılanmanın ortadan tartışılmadığını; devlet mekanizmasının parçalanıp dağıtıldığını —ki dağıtılsın aslında— ama bunun demokratik bir zemine oturtulmadığını, tamamıyla mafya ve çetelere oturtulduğunu konuşamıyoruz. Bir dönem ve süreçten geçiyoruz.

İşte tam da bu nedenle, bu konuların görünmez kılınması bir tesadüf değil; medya manipülasyonlarının doğrudan sonucudur. İktidar ve sistem medyası, Kürt siyaseti üzerinden yaratılan yapay tartışmalarla halkın gerçek gündemini çalıyor. Yoksulluk, adaletsizlik, mafyalaşma gibi temel sorunların üzeri; “liderlik krizi” ve “parti içi çekişme” gibi suni başlıklarla örtülüyor. Böylece toplumun dikkati sınıfsal ve ekonomik çöküşten uzak tutuluyor.

Bu tabloya, barış sürecinin sürekli ötelenmesini de eklemek gerekir. Türkiye’deki iktidar, yönetim beceriksizliklerinin üstünü örtmek için Kürt sorununu çözümsüz bırakmayı adeta bir araç haline getirmiştir. Oysa Kürt sorununun demokratik ve kalıcı bir biçimde çözülmemesi, yalnızca siyasal istikrarsızlığı değil; aynı zamanda ekonomik krizlerin derinleşmesini ve anti-demokratik yapıların güçlenmesini de beraberinde getiriyor.

İnsanlar sokak ortasında katlediliyor. Artık bu katliamların arkasında hangi çetenin olduğu tartışmasız yürütülüyor; hangi çetenin, hangi grubun kimlerle ilişkisi olduğu tartışması yürütülüyor. Neresinden bakarsanız bakın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nasıl aslında bir çete devletine, bir mafya devletine dönüştürüldüğünü hepimiz açık ve net bir şekilde görüyoruz.

Bu tablo, siyasal krizin geldiği en ileri evredir. Devlet, artık toplumsal düzeni sağlama kapasitesini yitirmiş; şiddeti, rantı ve yalanı yönetim biçimine dönüştürmüştür.

Diğer önemli noktalardan birini de açıkça dile getirmek gerekiyor:

Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Kürt Özgürlük Mücadelesi arasında, kimi çevrelerin “demokrasi ve barış süreci” olarak tanımladığı, kimilerinin ise “terörsüz Türkiye süreci” olarak adlandırdığı bir döneminin başlatıldığını görmek gerekiyor. Bu durumun adı ne olursa olsun, ortada iki taraf arasında yürütülen siyasal bir süreç vardır.

Bu sürecin yeniden başlaması, devletin iç dengeleri kadar bölgesel konjonktürle de ilgilidir. Orta Doğu’da değişen güç haritaları, Ankara’yı Kürtlerle yeniden diyalog kurmaya zorlamaktadır. Ancak bu diyalogun niteliği, geçmişten ders çıkarılıp çıkarılmadığına bağlı olacaktır.

Açık bir şekilde görülmelidir ki Kürt tarafının, Kürt siyasetinin ve Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin işaret ettiği, temsilini kabul ettiği isim Sayın Abdullah Öcalan’dır. Bu durum defalarca dile getirilmiş, net bir şekilde ifade edilmiştir.

Bugün yürütülen görüşmelerde Kürt tarafının muhatabı ve temsil yetkisi tanınan kişi Sayın Abdullah Öcalan’dır. Öbür tarafta ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti bulunmaktadır. Yani bu süreç, devlet ile Kürt Özgürlük Hareketi arasında yürütülmektedir.

Dolayısıyla bu tablo, DEM Parti’yi dışlayan değil, ancak rolünü sınırlı bir zeminde tanımlayan bir yapıya işaret eder. DEM Parti halkın demokratik temsil alanını korurken, müzakere sürecinin asıl yürütücüsü değildir.

Devlet kanadında bu görüşmelerin yürütücüsü, siyasi temsilcisi konumunda olanlar Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’dir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bugün fiilen AKP–MHP ittifakı temsil etmektedir. Devlet adına muhatap haline getirilmiştir.

Kürt tarafını ise PKK ve Sayın Abdullah Öcalan temsil etmektedir. Bu tabloyu, bu güç dengesini böyle okumak gerekir. Çünkü sahada yaşananlar, siyasette yürütülen dil ve görüşme trafiği bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

DEM Partisi bu sürecin bir aracı olmaktan öte bir şey ifade etmiyor. Bu nedenle politikanın merkezinde, siyasetin merkezinde bu iki temsiliyetin —yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin— söyledikleri ve taşıdıkları sorumluluklar vardır.

Bu süreci fiilen temsil eden, yürüten ve belirleyen aktörler DEM Partisi değildir; bu süreci örgütleyen, yönlendiren ya da sahibi konumunda da DEM Partisi değildir. DEM Partisi bu sürecin bir parçası, bir siyasi arabulucusu, bir temas noktasıdır.

Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi temsiliyetinin arabulucusu da AKP ve MHP’dir. Bu tabloyu, bu güç ilişkisini böyle okumak gerekiyor.

Devletin ve Kürtlerin temsiliyetleri nettir; kim kimi temsil ediyor sorusunun yanıtı açıktır.

Ancak bu durum DEM Parti’nin etkisiz olduğu anlamına gelmez. Aksine, DEM Parti toplumsal meşruiyeti koruyarak sürecin demokratik zeminini inşa eder; halk desteğini müzakere masasına taşır.

O anlamda DEM siyasetinin ya da AKP siyasetinin öngörüleri, bir anlamda bu sürecin içerisindeki arabuluculuktan, yani temsil ettikleri tarafların iradesini aktarmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. Bunu açık ve net bir biçimde söylemek gerekir.

Şu anda sahada iki güç vardır… Belçika mahkemesinin bir dönem verdiği bir kararı hatırlamakta fayda var: Özellikle Türkiye’nin talebi üzerine Kürt siyasetçilerinin iadesiyle ilgili yürütülen bir davada mahkeme şu tespiti yapmıştı:

“Bir siyasal ayrılık fikrinin silah yoluyla çözülmesi meselesi, şiddetle çözülmesi meselesidir. Demokratik bir ortamda, bir platformda, bir masada çözülemeyen bir anlaşmazlık konusunda iki gücün silahla bu sorunu çözme durumu…”

Yani mesele şudur: Eğer siyasal bir sorun demokratik bir zeminde çözülemiyorsa, taraflar çatışma yoluyla çözüm arayışına girebilir; bu, politik olarak tanımlanabilir bir durumdur.
İşte bugün, iki silahlı gücün —Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin güvenlik aygıtlarıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin silahlı güçlerinin— bu meselenin çözümünde fiilen masada olduğunu görmek gerekir.

Bu süreci başka türlü okumak, yani iki taraf arasındaki bu güç dengesini ve temsil gerçeğini yok saymak, gerçekçi değildir.

Diğer okumalar çoğu zaman niyet okumalarından ibarettir; Kürtlerin ortak iradesini, ortak siyasi tutumunu parçalamak, zayıflatmak üzerine kuruludur.

Dolayısıyla bu tabloyu doğru okumak; arabuluculukla temsil arasındaki farkı görmek, sürecin kimler tarafından yönlendirildiğini net biçimde kavramak gerekir.

Bugün Türkiye’de yürütülen bütün tartışmaların, bütün siyasal manevraların, medya operasyonlarının ve kutuplaştırma politikalarının ortak hedefi açıktır: Kürtlerin ortak iradesini, demokrasi güçlerinin birliğini dağıtmak. Devletin de, muhalefetin de yöneldiği yer, halkların eşitlik talebini, özgürlük arayışını bastırmaktır.

Ancak artık kimse bu oyunları görmezden gelemez. Kürt halkı, Aleviler, emekçiler, kadınlar ve demokrasi güçleri; sistemin iç kavgalarının figüranı olmayı reddediyor. Gerçek çözüm, iktidar ya da muhalefet bloklarının sahte rekabetinde değil; halkların kendi öz gücünü esas alan, barışı, eşitliği ve onurlu yaşamı savunan bir duruşta gizlidir. Bugün yapılması gereken, devletin ya da partilerin değil, halkların sözünü büyütmektir. Çünkü artık herkes biliyor: bu ülkede barışı da demokrasiyi de getirecek olan, kendi iradesine sahip çıkan halklardır.

Ve unutulmamalıdır: Halkın sözü, manipülasyonun panzehiridir. Medya yalanlarını, siyasi oyunları, devletin ikili dilini aşacak olan tek şey, örgütlü halk bilincidir. Gerçek barış, bu bilincin sesinde yükselecektir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Yazarın Diğer Yazıları