“Eşeğin,öküz olma sevdasıyla
kulağından ve kuyruğundan olması!” Şeyhî
Avrupa’daki ve Türkiye’deki Alevi televizyonu olarak bilinen tüm medya organlarının kuruluş çalışmalarını başarıyla yürüten gazeteci dostum Şükrü Yıldız, Alevi Medyası’nın trajik hikayesini yazdı.
İlgiyle okuyacağınız bu hikayeyi köşeme taşıyarak; yapılan fedekarlığın, çekilen çilenin, uğruna verilen emeğin bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sevgili Şükrü Yıldız, Şeyhi’nin ifadesiyle “Eşeğin, öküz olma sevdası ile kulağından ve kuyruğundan olması!” olarak betimlediği Alevi Medyası’nın trajik hikayesi şöyle:
“Bizim gazetecilik hikayemiz nasıl organize olmuş, onu da okumak ya da görmek gerekiyor. Özellikle Türkiye’de 80 sonrasındaki göçle oluşan ve daha çok ülkeyi zorla terk etmek zorunda bırakılan kesimler, Avrupa’da gazetecilik deneyimiyle aslında kendilerini ifade etmek, toplumu anlatmak gibi bir misyon üstlenerek daha çok da dergicilik üzerinden bir yayıncılık yapıldı. Bu başlangıç, diasporanın kendi sözünü kurduğu bir eşik oldu; sonraki yıllarda atılan her adım bu zeminin üzerinde şekillendi.
Gazetecilik alanında, eğitimli ya da bu meslekte deneyimli kişilerden ziyade, kendini ifade etme ihtiyacı duyan kişiler ön plana çıktı. Bu ihtiyaç, çeşitli yayın organları aracılığıyla hızlıca bir gazetecilik mecrası doğurdu. İdeolojik ve politik etkilerle şekillendi. Dolayısıyla sahayı belirleyen temel unsur, mesleki uzmanlıktan ziyade acil ifade ihtiyacı ve politik pozisyon oldu.
Çünkü insanlar, bir anlamda içinde yer aldıkları siyasal grupları temsil etme amacıyla taraflı davrandılar. Kimi zaman kendi derneklerinin ya da kurumlarının yayın organları gibi yayıncılık yaptılar. Bugün yaşadığımız kurumsal ve editoryal sorunlar da bu anlayışın mirası olarak karşımıza çıkıyor. Yani, bugünkü sıkıntıların kökleri o dönemdeki bu tercihlerin içinde gizli kaldı.
Bugün yapılan gazetecilik, insanlarda güven bırakmadı; Türkiye’deki genel tablo da bunu açıkça gösteriyor. Oysa biz gazeteci olabilmek için çok emek verdik. Şimdi ise aynı emek, bilgi kirliliği, tarafgirlik ve derinleşen güvensizlik iklimi yüzünden toplum nezdinde karşılığını bulmakta zorlanıyor.
Geldiğimiz noktada gazetecilik öyle bir hale getirildi ki, saygı duyulan bir meslek olmaktan çıktı; aksine, sanki toplumsal sorunların merkezindeymiş gibi bir konuma itildi. Çünkü bilgi gazetecilikten geliyor, fakat bu bilginin kirliliği, taraflı aktarımı ya da kişisel çıkarlara dokunan biçimleri hem mesleğin hem de toplumun güvenini zedeliyor. Kısacası sorun yalnızca haber üretiminde değil; bilginin tüketimi ve dolaşımında da derinleşiyor.
Türkiye’de medyanın durumu ortada. Burada bir medya çalışması yürütmeye kalkıldığında ise tablo daha da ağırlaşıyor. Çünkü Türkiye’deki kurumlar kendi topraklarında daha fazla imkana sahip.
Biz, çoğu zaman haberi Türkiye’den yakalamaya çalışıyoruz; oysa oradaki gazetecilerin böyle bir erişim şansı doğal olarak daha yüksek. Ancak orada da baskılar, sansür, tutuklamalar gibi nedenlerle bu imkanlar sınırlanıyor. Böylece hem Türkiye’deki kısıtlamalar hem de Avrupa’daki kurumsal zayıflıklar, aynı zincirin iki halkası gibi birbirini besliyor.
Sonuçta biz burada, yaşadığımız ülkenin toplumsal gerçekliğine dayalı bir yayıncılığı yeterince geliştiremedik; odağımız hep Türkiye oldu. Bu nedenle gazetecilik, özellikle genç kuşak için artık cazip bir meslek olmaktan çıktı. Yerel bir kariyer yolu görünmediği için, gazetecilik bir meslekten çok bir “uğraş” olarak kalıyor.
Ortaya yine Türkiye merkezli, dar kapsamlı bir yayıncılık çıkıyor. İnsan kaynağının daralması, içerik çeşitliliğini ve alanlarda uzmanlaşmayı da ciddi biçimde sınırlıyor.
Ve bu durum, Türkiye’deki siyasi atmosferin Avrupa’daki medyaya yansımasıyla birlikte bir kısır döngüye dönüşmüş durumda. Yani biz, Erdoğan’ın hangi kararı aldığı, hangi siyasetçinin tutuklandığı ya da kimlerle hangi görüşmeleri yaptığı gibi başlıklarda konumlanarak, farkında olmadan kutuplaşmanın bir tarafı haline geliyoruz. Gündem belirleme gücü Türkiye’de kaldıkça, burada yerelde güven ve görünürlük inşa etmek de giderek zorlaşıyor.
Bir diğer sorun ise, resmi yayın organı olma geleneğinden gelen kurumların, kişilerin ve toplulukların gazetecilere bağımsız haber yapma imkanı tanımaması. Bağımsız bir editoryal çizgi yerine “kurum dili”nin öne çıkması, eleştirel mesafeyi daraltıyor ve gazeteciliğin özgünlüğünü zedeliyor.
Birçok televizyon kurdum ve bu televizyonlarda ne yazık ki gazeteciliğin temel ilkelerini esas alan bir habercilikten ziyade, kendi sorunlarımızı, özellikle Alevi toplumunun yaşadığı sıkıntıları anlatmaya ve Alevi örgütlülüğünün güçlenmesine katkı sunmaya yönelik bir yayıncılık yaptık. Bu çaba elbette çok değerli. Lakin kamu yararını merkeze alan, kendi içinde çok sesli bir haber yaklaşımıyla desteklenmediğinden doğal olarak kendi sınırlarına dayandı. Kurumların ulaştığı sınırların dışına çıkamadık.
Bugün hala yayınlarımız büyük ölçüde Alevi kurumlarının hassasiyetlerini merkeze alıyor. Alevi kurumları içindeki eleştirileri bile ekranlara taşıyamıyoruz. Bunun nedeni, kurumlar üstü bir bakış açısının medyada yerleşememesi ve bizim de uzun yıllar bu anlayışın içinde gazetecilik yapmış olmamız. Oysa iç eleştirileri ve beklentileri görünür kılmak, hem kurumsal olgunluğun hem de medya güvenilirliğinin önemli bir göstergesidir.
Yani bir anlamda kurumsal bir baskı var ve bu baskının etkisi güçlü. Diğer yandan, bu alanda faaliyet yürütmek isteyen biz gazeteciler de kendimize yönelik bir sansür uyguluyoruz. Böyle olunca dış baskı ile iç otosansür birbirini tamamlıyor ve haberciliğin manevra alanını daraltan çift yönlü bir kıskaca dönüşüyor.
Bu durumun sorumluluğunu sadece bir kesime yükleyip kendimizi aklamamız doğru olmaz. Biz gazeteciler de alternatif bir bakış açısını, ortak bir örgütlenme ve dayanışma zemini oluşturmayı başaramadık.
1980 sonrası döneme baktığımızda, gazetecilik eğitimimizi büyük ölçüde kurumlarımızın, partilerimizin, derneklerimizin ya da federasyonlarımızın resmi yayın organlarında tamamladık. Bu dönem, bizim medya davranış biçimimiz, yani gazeteciliğe bakış biçimimizi belirleyen temel ekseni oluşturdu.
Bir yanda Erdoğan iktidarının medya üzerindeki güçlü hakimiyeti, diğer yanda Cumhuriyet Halk Partisi etrafında şekillenen bir yapılanma var. Bu kutuplaşmış medya düzeni, diyalog kanallarını daraltıyor ve haberi adeta taraflar arası bir “savaş alanı”na çeviriyor. Gerçek muhalif medya ise imkansızlıklar içinde mücadelesini sürdürsede etki alanı sınırlı kalıyor.
Bugün bizim yaptığımız yayıncılık, çoğu zaman sorunlarımızı anlatma amacıyla yola çıkıp bir noktadan sonra propaganda aracına dönüşmüş durumda. Gazeteciler de farkında olmadan propagandist bir konuma itilmiş durumda. Bu kısır döngüyü aşmanın yolu; doğrulama, kaynak çeşitliliği ve karşı görüşe yer verme gibi gazeteciliğin temel ilkelerini ısrarla ve istikrarlı biçimde hayata geçirmekten geçiyor. Ama ne yazık ki şartlar bu durumu ortadan kaldırmış, meydan muhaberesine çevirmiş durumda.
Diğer taraftan, kurum ve kuruluşlarımız da mevcut haliyle kendi yapılanmalarını ya da medyalarını destekleme kültürüne sahip değil. Sürdürülebilir finansman ve şeffaf destek modelleri olmayınca, yayıncılık sürekli bir “kriz yönetimi” döngüsüne sıkışıyor.
Kurumlarımızın medya girişimlerini yeterince desteklememesi, geçmişte kurduğum yedi-sekiz televizyonun neden ayakta kalamadığını da açıklıyor. Bu tablo, Alevi toplumunun kendi medyasına sahip çıkmakta zorlandığını gösteriyor.
Bu durum doğrudan kurumlarımızın gazeteciliğe ve gazetecinin ürettiği bilgiye bakışıyla ilgilidir. Gazetecinin ürettiği içeriği bir “kurumsal duyuru” değil, “kamusal bilgi” olarak görmek, bu alanda gerçek bir zihinsel dönüşümün başlangıcı olacaktır.
Benim gazetecilik anlayışım, toplumun ulaşabileceği gerçeklerle ilgilidir. Hayali beklentilerle değil, mevcut değerlerin toplamından bir alan açmak gerektiğine inanırım.Toplumun imkanları ne kadarsa onla başlamayı esas alırım.
Almanya’da yaşıyorum. Benim yaşadığım binanın içinde, önünde, mahallede bir dizi çekiliyordu. Dizinin konusu, zengin bir Alman ailenin ekonomik zorluklar yaşayıp bizim mahalleye taşınması üzerine kurulu. Görüntünün anlattığıyla bizim gerçekte yaşadığımız arasındaki fark, aslında temsil sorununun en sade özeti
O dizide, bizim binanın birkaç kat altındaki balkonda bir sahne var: Ailenin çocuğu, çaresizliğini ve bu durumu kabullenemeyişini anlatıyor. İçinde bulundukları yeri gösterip işte bizim halimiz diyor. Oysa aynı mekan, bizim için emekle kazanılmış, hayatımızı kurduğumuz bir yaşam alanı. Bizim zorluklarla ulaşabildiğimiz bir yaşam alanı. Biz o evi bulmak için çok çalıştık. O evi bulduğumuzda çok mutlu olduk. O bizim mutluluğumuzdu. Ama o filmde bir Alman’ın acısıydı. Yani bizim kendi toplumsallığımızı görebilmemiz gerekiyor. Haddimizi bilmemiz gerekiyor. Atalarımızın dediği gibi ayağımızı yorgana göre uzatmamız gerekiyor. Diğeri Şeyhî’nin Harname Şiirindeki eşeğin öküz olma sevdası ile kulağından olmasıdır. Olduk.
Lüks binaların, güçlü televizyonların varlığını biz çok iyi biliyoruz. Yayıncılık serüvenimiz boyunca birçok teklif aldık; büyük bütçelerle bizi kendi etraflarında toplamaya çalışanlar oldu.
Biz, kendi kanallarımızı yaratma ve ayakta tutma mücadelesini hiçbir karşılık beklemeden, tamamen kendi emeğimizle yürüttük. Bu tercih, yayıncılığımıza etik bir yön kazandırdı; fakat aynı zamanda bu etik duruşun maliyetini de omuzlarımızda taşımamıza neden oldu. Biz, bizi görmek istemeyen; Alevileri yok sayan medya anlayışını teşhir ettik. Bu görünürlük, yılların ısrarının bir neticesidir.
Ben istisnasız bütün Alevi televizyonlarına kefilim. Hepsi büyük emeklerle, büyük fedakarlıklarla kuruldu. Bu kanallarda çalışan herkes, bütün kısıtlı imkanlara rağmen büyük bir özveriyle üretim yaptı, yapıyor. Bu kurumlarda görev alan tüm çalışanlar, saygıyı sonuna kadar hak eden emekçilerdir. Onlar, kimi zaman maaş alamadan, kimi zaman günlerce uykusuz kalarak, sadece inançları ve toplumsal sorumluluk duygularıyla bu işi sürdürdüler.
Şu anda bizim toplumumuzun tabanı belli. İçimizde para biriktirmiş, maddi imkanı olan insanlar elbette var. Ancak zenginleşmiş, zengin olmanın sorumluluğunu bilen ve bu zenginliği toplumsal faydaya dönüştürebilen bir Alevi toplumu henüz yok. Yani sermaye birikse bile, kamusal medyaya yatırım yapma alışkanlığı çok zayıf.
Biz bugün ayaktaysak, bu tamamen toplumumuzun küçük ama samimi katkıları sayesinde. Bizim gerçek yaşam hattımız, küçük ama düzenli desteklerden geçiyor. Bu desteklerin sürekliliği, Alevi medyasının varlığını koruyan en güçlü temel.
Bu yetişen kuşak, Alevi medyası yaşam ağının en değerli kazanımıdır. Alevi toplumu içerisinde yapabileceğimiz kadar, bildiğimiz kadar, üretebildiğimiz kadar yürüdük ve bu değerliydi.
Bunun için diyoruz ki, medyamızda çalışanların hareket tarzını kolaylaştırıcı olabilmesi için Alevi kurumlarının devreye girmesi gerekir. Kurumların rolü; kolaylaştırmak, çoğaltmak, korumaktır. Eğer kurumlar bu rolü oynamaz, “bu benim gazetecim, bu senin gazetecin” gibi ayrımlara düşerse, o zaman gazeteci alanı terk eder. Aidiyetçilik alanı daraltır, çalışma alanını kurutur. Kurutuyor.
Eleştirel alanı biz kurmak zorundayız. Kendimizi ifade edebilmek için bu alanın açık kalması gerekiyor. Ve bu alan üç temel dayanakla güçlenir: kurumsal destek, açık editoryal ve katılımcı izleyici.
Ben bütün Alevi televizyonlarının büyük bir umutla, büyük bir katılımcılıkla toplumunu bilgilendirmeye çalıştığına inanıyorum. Bu iyi niyet, yapısal kapasiteyle buluştuğunda gerçek dönüşüm başlar. Çünkü o kanallarda çalışan gazeteciler, kimseden bir şey almamış, büyük bölmü tamamen kendi emeklerinden vermişlerdir. Emeğin görülmesi, yeni emeği doğurur.
Kendi kapımızı kendi anahtarlarımızla açacağız. Anahtarlarımız belli: insan kaynağı, etik ilkeler, sürdürülebilir dayanışma.
Çünkü biz, bu toplumun hem tanığı hem de emekçisiyiz.”
ilk halktv.com.tr sayfsında yayınlanmıştır…