Uykuda yapışmış gözlerini ellerinin tersiyle ovuşturarak yekinen orakçılar dünün yorgunluğu ile yola koyuldular. Ay, göğün ortasına yapışmış gibi tepelerinde, böcekler yırtınırcasına çığlık çığlığa, kuşlar cilve yapar gibi ayaklarına dalıp yükseliyorlar, kavallar gecenin hüznünü ünlüyorlar… Orakçılar tüm bu olup bitenlerin farkında değillermiş gibi habire yürüyorlar; telaşları gün ışımadan orak başında olmak.
Güneş tepelerin ucunda burnunu göstermek üzere, gölgeler upuzun. Orakçılar altın sarısı ekin gölünün kıyısında, ellerinde yarım daire orakları; birazdan geçimlik için sallayacaklar.
Orakçıların ekmekleri peşi sıra gelirdi. Kuşluk vakti yaklaştı mı gözler köy tarafının gediğini tarardı. Beklenen göründü mü gedikte eğilip doğrulan bellere vuran yorgunluk unutuluyordu.
Saydoların Köro, dokuz on yaşlarında, dört orakçı kardeşin en küçüğü, gözleri kırpık kırpık, ellerini siper etmeden bakamıyor. Köyde ‘‘Köro’’ olarak lakaplanmıştı. Köro geçen yıl başlamıştı orakçıların ekmeğini götürmeye, bu yıl yine orakçıların peşinde… Köro, boz eşeğin sırtında, boz eşek alışkın yolu biliyor. Köro deneyimli eşekten düşmeyecek, bu gidişte bir korkusu yok. Tek korkusu, Deli Salman.
Deli Salman, her yıl orağa girileceği günlerde gelirdi köye. Ceyhan’ın Kızıldere’sinden geldiği söylenirdi. (Deli Salman, Kızıldere Köyü’nde Vali Mısti Cıve’nin (Veli Pehlivan) evinde yatar kalkarmış. Vali Mısti Cıve köyün kurucusunun torunu; Sinemilli Ocağı’nın bir evladıymış.) Deli Salman saç, sakal karışık, uzun boyu ve iri göbeğiyle ayak bileklerine kadar inen beyaz entarisinin içinde yürüyen beyaz bir heykele beziyordu. Nasırdan duyarsızlaşmış yalın ayakları ile halıya basar gibi rahat ve ağır ağır yürürdü. Gelişi uzaklarda bile belli olurdu. Çocuklar ilk kez görüyorlardı böyle birini. Kimine göre Deli Salman bir ermişti.
‘‘Delidir ne yapsa yeridir’’ özdeyişi Salman’da ısırmakla belirmişti. Kızdı mı yakaladığını koparırcasına ısırırdı. Bu yüzden ‘‘Gazok Salman’’ olarak nam salmıştı.
Gazak Salman, daha çok orakçılara yakın eğleşirdi. Biliyordu orakçıların onu aç bırakmayacağını, orakçılarda paylaşırdı azığını Gazok’la…
Köro, boz eşeğiyle orakçıların yolunda, Gazok beyninde. Köyden uzaklaştıkça korku yavaş yavaş bedenini sarıyordu. Gazok, her an bir kayanın gölgeliğinde fırlayıp önüne çıkabilirdi. Tüm kayalar gözlerinin içinde, sesi boğazında düğümlü, bağırmak istese bağıramayacak, yüreği göğsünde fırlayacak gibi, saçları diken diken… Bedenini saran korku değil sanki karayılan… Bu korku orakçılara yakın böyle devam ederdi. Köro, orakçılara yaklaştığında derin bir nefes alır, bedeni yavaş yavaş gevşer ve hafiften hafife kekeleyerek başlardı anlamsız ezgiler mırıldanmaya; ısırılmaktan kurtulmuştu.
Orakçılar kuşluğa oturmanın keyfiyle takılıyorlardı Köro’ya: ‘‘Geciktin, Gazok’la mı boğuştun?’’
Köro ısırılmaktan kurtulmanın keyfiyle: ‘‘Hayır, uğruma çıkmadı.’‘
***
Güneş, tüm bir yaz boyunca toprağı kavurmaktan yorulmuştu. Sonbahar yazı öteleyerek yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Altın sarısı gölde biçilen ekin başakları çakmak taşlı düvenle öğütülerek savrulmuştu. Orakçıların büyüğü Raşo, samandan ayıklanmış harmanın orta yerindeki minik bir piramidi andıran çeç’e(*) baktı, baktı, kendisinin ve cümle ev halkının sırtından geçen bütün bir yılın emeğini, eziyetini anladı. Sonra yüzünü saran kaygıyı gizlemeden güç anlaşılır bir sesle ‘‘yetmeyecek’’ dedi.
Raşo, umudunu yetirmişti. Kendisini doğran toprak doyurmuyordu, belli ki gelecekte de doyurmayacaktı. Artık dirlik el kapılarındaydı. Raşo vurdu dengini sırtına, peşinde karısı Naze… Şimdi el kapıları onları bekliyordu, onlarda kendilerini köyden ayıracak kamyonu…
Kırmızı burunlu kamyon, yokuşu tırmanırken yorulmuş gibi hırlaya hırlaya durdu. Raşo çalaca dengini fırlattı kamyonun içine ve peşinden kendisi. Sonra elinden tutarak Naze’yi çekti. Naze yüzükoyun uzanıverdi kamyonun içine.
Kamyonda inekler ve insanlar…
Tanrının gözüne değmeyen insanlar…
Tanrının çilesine düğümlenen insanlar…
Toprakla güneş arasında aç kalan insanlar…
Kaderini kırmaya çabalayan insanlar…
Beş on, belki daha fazla…
Kadınlar, erekler, çocuklar…
İnek bokları ile insan kusmukları ayaklar altında, kokuları genizlerde… Oturmak istiyorlar, oturamıyorlar. Ayakta yan yana birbirilerine tutunarak dengelerini tutmaya çalışıyorlar. Kamyon süratleniyor, evler, tepeler, tarlalar ve anılar bir bir geride kalıyor.
‘‘Tırnak etten ayrılıyor. ’’
Güneş bu insanlık dramına daha fazla dayanamayıp karşı dağın ardına yuvarlanıyor. Güneşin yerini alan ay, kamyonla bir süre yarıştıktan sonra dayanamayıp o da Torosların ardına yuvarlanıyor. Kamyon Gavur Dağları’nın eteğinde Çukurova’ya varmak için son sabrını harcıyor. Güneş, dramın bittiğine aldanıp tekrar insanlara, Ceyhan’a, Ceyhan’ın ak pamuklarına ve ak hayallere el sallıyor.
Sonra emeği bekleyen pamuklar…
Kozalağı kavrayacak eller…
Pamuktan dağ yapacak eller…
Devasa pamuk yığınını iplik, ipliği çarşaf, çarşafı omuzda satacak eller…
Terden kirlenmiş şapkası, yakasız gömleği, yer yer sökük ceketi ve bolca şalvarının içinde Yoğurtçu Hamit, kısacık boyu, dudaklarını örten kırlaşmış kaba bıyıkları, avuç büyüklüğündeki kulaklarıyla daha çok bir tekke hizmetkârına benziyordu. Hamit, belki de Bektaşiliğe aşırı inancından böyle giyinmeyi yeğlemişti. İsmet Paşa’ya benzerliği de bir başka özelliğiydi. Malatya’nın Akçadağ’ından gelip Ceyhan’ın Kızıldere köyüne damat olmuştu. Kızıldere’nin ünlü yoğurdunu Ceyhan’da sadece o satıyordu. Asık görünen suretinin altında babacan ve şakacı biri olduğu konuşmadıkça anlaşılmazdı. ‘‘Anan gözel mi?‘’ diye başladı mı yarenliğe karşısındakinin kaygıları hepten yok olurdu. Alevi, Kürt seyyar satıcıların uğrak yeri Yoğurtçu’nun dükkanı idi.
Raşo sırtında dengi, peşinde Naze…
Yoğurtçu’nun dükkânında…
Yoğrutçu asık suretiyle görmezden gelerek bir bakraçtan diğerine yoğurt aktarıyordu.
Raşo, ürkek bir sesle: ‘‘Emmi, Çarşafçı Sefil Mehmet’i bilir misin?’’
Yoğurtçu başını kaldırmadan: ‘‘Anan gözel mi? Neççin, karnı ağırsacıyı, birazdan zıkkımlanmaya gelir.’’
Yanıt Raşo’yu rahatlatmıştı.
Sefil Mehmet, Raşo ile musahip kardeşti. Toprağı onu da atmıştı el kapılarına. Karısı Pire, pamuk toplayarak, kendisi omuzunda çarşaf satarak tutunuyordu hayata…
Raşo, Yoğurtçu’nun söylediği çayları henüz yarılamıştı. Sefil, sol omuzunda şapkasına kadar dizili çarşaflarla göründü. Raşo ve Naze huzurlandı.
Sefil, şaşkındı…
Sarıldılar…
Raşo, Sefil’in ekeliğinde çarşafçı…
Naze, Peri’nin yanında pamuk tarlasında…
Köro, Raşo’nun dirliğiyle orta mektepte…
Yoğurtçu her gün Kerbela Olayı’nı tefrika eden gazeteyi alır ve Köro’yu beklerdi. Köro’da adam sırasına konulmanın gururuyla her okul çıkışı Yoğurtçu’ya gelir ve Kerbela tefrikasını ‘‘Kerbela’’ dramına uyan hüzünlü bir ahenkle okuyordu. Zavallı Yoğurtçu, Yezid’in Hz. Hüseyin’e salladığı kılıç darbeleri sanki bağrına saplanırmış gibi kıvranarak salya sümük ağlıyordu. Gözlerinde süzülen yaşlar burnunun ucundan damla damla şalvarının peyginde gölleniyordu. Sonra Yoğurtçu, bir yanda boynunda eksik etmediği terli ıslak mendiliyle burnunu, gözünü silerken öbür yanda el altında Köro’nun eline sarı kuruşları bırakırdı.
Köro, görevini yerine getirmenin başarısıyla: ‘‘Amca gitmem gerekiyor, dersim var.’’
Yoğurtçu: ‘‘Git, çalış oğlum, çalış. Biz bu Yezitlerle ancak okumakla başa çıkarız.’’
Köro yine alacağı övgü ve ödülün hevesiyle Yoğurtçu’ya gidiyordu. Dükkana her yaklaştığında Yoğurtçu’ya şartlanan gözleri birdenbire büyüdü. Saniyenin belki binde bir anında köyünü, orakçıları, kayaların gölgeliğini, bedenini saran geçmişte kalan o korkuyu yaşadı. Sonra toparlandı, kendine geldi. Evet, şimdi karşısındaki belleğinde çoktan silinen Gazok’tu.
Gazok Salman, sanki benden boşuna korkuyordun der gibi sevecen bir bakışla kendisine baktı ve avucunda tutuğu sarı kuruşları yere düşürmeden parmaklarıyla gel işareti yaparak Köro’yu yanına çağırdı. Yoğrutçu, Köro’nun korkusunu sezdi. ‘‘Korkma fukaradır zara vermez,’’ dedi. Köro, tüm cesaretini toplayarak ‘‘korku dağına’’ yaklaştı. Gazok, Köro’nun avucuna yüz kuruşu bıraktı.
***
Gazok, hayırlık olarak yalnızca yol parası alırdı. Ceyhan Kızıldere Köyü arası yüz kuruştu. Gazok, o gece sokağa misafir olmuştu. Köro, yüz kuruşa aldığı sarı yapraklı defterine o gece ödevini yapıyordu.
*Çeç: Harman sonrası elde edilen buğday yığını