Pazar, Kasım 16, 2025

Tertele – Seyit Rıza YÜKSEL MUTLU

Gerçeklerle yüzleşme yapılmadan, TBMM’de bunun komisyonları kurulmadan, halktan özür dilenmeden önümüzde demokrasi ve barışın olacağına inanmak mümkün değildir. Çünkü henüz zihinler yaralıdır; “bir daha asla” dememek için Dersim ve yapılan diğer katliamlarla yüzleşilmelidir

“Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş etmedim bu bana dert olsun, ben de sizin önünüzde baş eğmedim bu da size dert olsun.”

1937-38 Tertelesinde hayatını kaybeden, 88 yıl önce Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Seyit Rıza ve arkadaşları başta olmak üzere katledilen tüm insanlarımızın hatıraları önünde saygıyla ve minnetle eğiliyorum. Peki ‘37-38’de ne oldu? Kısaca bir göz atacak olursak öyle derin bir mesele ki bir köşe yazısına sığmaz ama buradan kısa bir özet yapalım…

1923 yılı Cumhuriyet ilanı sonrası bir plan dâhilinde tüm aşiretlerden silahlarını devlete teslim etmeleri istenmiş ve daha sonra 25 Aralık 1935 yılında “2884 sayılı Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” çıkarılıp ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekâtı başlatılmıştır. Tunceli Kanunu’yla ilin adı Dersim yerine Tunceli olarak resmi şekilde değiştirilmiştir.

1 Kasım 1936’da Atatürk TBMM’de yaptığı konuşmada “Dahili işlerimizde en mühim safha varsa, o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak, kökünden kesmek için her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve yeni selahiyetler verilmelidir.” der. Dersim yasak bölge ilan edilir, giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur.

4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla Dersim’in imha edilmesi kararı alınır. Dersimliler en vahşi şekilde katledilir; kadın, çocuk, yaşlı demeden mağaralara sığınan sivil insanlara karşı kimyasal gaz kullanılır. Resmi kayıtlara göre 13 bin kişi, resmi olmayan kayıtlara göre ise 70 bin civarında insanın katledildiği belirtilmektedir.

Cumhuriyet tarihinin en kanlı, en vahşi, eşi benzeri rastlanmayan; bir ırkı, bir inancı yok etmek için yapılan bir soykırımdır. Tabii sadece bu değil; yine resmi verilere göre 11 bin 818 kişi batıya sürgüne gönderilmiş denilse de yerel kaynaklar bu sayının daha fazla olduğunu belirtmektedir. Katledilen ailelerin yetim kalan kız çocukları başta olmak üzere birçok kız çocuğuna askerler tarafından ganimet olarak el konuldu. Bu durum için “evlatlık verildi” deniliyor ancak bu yanlış bir tanımlamadır. Bu çocuklar tarihe “Dersim’in Kayıp Kızları” olarak geçti. Aileler uzun zaman kız çocuklarının akıbetinin peşinden koştular, çoğu bunu göremeden hayatını kaybetti. Bu konuyla ilgili belgeseller yapıldı ve tanıklarla görüşülerek gerçekler aydınlatılsa da hiçbir zaman gerekli adımlar atılmadı, devletin bu konuda resmi bir yüzleşme adımı atmaması da durumu ağırlaştırmıştır.

Aslında mesele, Cumhuriyet kurulduktan sonra 1924’te devletin resmi olarak ulus-devlet yaratma projesinin hayata geçirilmesidir. Şark Islahat Planı kapsamında tekleştirme, yok etme projesinin son halkasıdır Dersim. Yoksa hiçbir zaman Dersim’de bir isyan olmadı, bir başkaldırı yoktu. Plan yapılır ve 37-38’de etno-dinsel temizliğe girişilir. İnsanın aklının alamayacağı kadar büyük bir katliam yapılır. Hatta dönemin generali Muhsin Batur anılarında “Okuyucularımdan özür dileyerek ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.” demişti.

Bu dönemin hazırlıkları yapılır; medya bu konuda görevini layıkıyla yapar. Dersimlilerin aç, dağlı, vahşi, kötü, medeniyete açılması gerektiğini, Cumhuriyete kafa tuttuğunu söyleyerek haberler yapar. Harekâttan dört ay sonra basın haber yapmaya başlar ki bu da operasyonu öven “Dersim çıbanbaşı kesilmiştir” manşetleriyle görülür.

Ortaya çıkan resmi belgelere bakıldığında bazı örnekler verilebilir:

“Dersim’i bir koloni gibi ele alıp idare etmek lazımdır” (Gn. Kur. Bşk. Mareşal F. Çakmak; “Gizli ve Zata Mahsus” Dersim kitabı).

“Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Başvekil İsmet Paşa; Milliyet, 31.08.1930).

“Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” (Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt; Milliyet, 19.09.1930).

Yine İsmet İnönü, 27 Haziran 1937’de mecliste yaptığı konuşmada:
“Bir zamanlar eşkıya yatağı olan şu kovuklar, karşıki kayalıklar ve ormanlarda şimdi yalnızca kuşların sesi ve Mehmetçiklerin sevgi şarkılarındaki hevesleri işitiliyor.”

“Vazifemiz Türk vatanında bulunanları mutlak Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edenleri kesip atacağız.” der.

Dersim Tertelesi’nde yer almış bir kadın figür, Sabiha Gökçen’e bakalım. Atatürk tarafından özel olarak pilot olarak görevlendirilen kişidir. 37-38’de Dersim halkı üzerine acımasızca bombalar yağdıran kişidir. Cumhuriyet basını önce onu bir kahraman olarak ilan eder. Dersim’deki görevlerini şöyle tarif eder:

“Dersim’deki uçuşlarım daha heyecanlı olmuştur. Bir iki defa pilot, fakat ekseriyetle rasıt [gözlemci] olarak uçtum… Muhasama meydanında canlı hedef üzerine bomba atmak insana hiçbir acımak hissi vermiyor…”

Katliam yapmayı övünerek anlatan bir kadın… Tabii soykırım sonrası kadın figürü olarak Sıdıka Avar seçilir; onun da görevi asimilasyon yapmak, köylerden kız çocuklarını toplayarak YİBO’lara yerleştirmektir, Türkleştirmektir… Bu konu başlı başına ayrı bir yazıyı gerektirir.

“Jip jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. ‘Asacaksınız’ dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum.”
Dışişleri Bakanlığına kadar ilerlemiş İhsan Sabri Çağlayangil, ‘Anılarım’ adlı kitabında bunu böyle anlatıyor. Ancak ironik kısmı, röportajı yapan kişinin Kemal Kılıçdaroğlu olmasıdır.

15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda Seyit Rıza’nın oğlu Resik Hüseyin, Fındık Ağa, Uşene Seydi, Hesen Ağa, Ali Ağa, Hesene İvraime Qız olmak üzere göstermelik bir mahkeme kurularak; Seyit Rıza’nın yaşı küçültülerek, oğlu da 18 yaşından küçük olduğu için yaşı büyütülerek idam edilirler. Henüz mezar yerleri bilinmiyor.

Aslında Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgesiyle başlayan süreç, Cumhuriyet sonrası tekleştirme politikasına geçerek ulus-devlet planı doğrultusunda önce Koçgiri sonra Dersim Tertelesi ile devam eder. Oysa o güne kadar özerk yaşamak isteyen Dersimliler Rae-Haq coğrafyasında Kürt-Kızılbaş inanışlarıyla kendine has yaşayan bir topluluktu.

88 yıl geçti; büyük Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı yapıldı fakat gerçekler çok inatçıdır. Kürtlük yok olmadı, Alevilik de kaybolmadı. Ardılları mücadele ediyorlar; hayatın her yerinde karşı çıkışları, itirazları devam ediyor ve edecek…

Şimdi yeni bir siyasal sürecin merkezindeyiz. Barış ve demokratik toplum mücadelesi yürütürken de bu geçmişi bilmeliyiz. Henüz idam edilen Seyit Rıza’nın mezar yerini bilmiyoruz… Gerçeklerle yüzleşme yapılmadan, TBMM’de bunun komisyonları kurulmadan, halktan özür dilenmeden önümüzde demokrasi ve barışın olacağına inanmak mümkün değildir. Çünkü henüz zihinler yaralıdır; “bir daha asla” dememek için Dersim ve yapılan diğer katliamlarla yüzleşilmelidir.

Ricoeur’un “Kusurun derinliği ile bağışlamanın yüksekliği arasında irtifa farkı” sözü bugün hâlâ geçerlidir. Kim kimi bağışlayacak?… Seyit Rıza’nın idama giderken söylediği bu cümle hâlâ geçerliliğini koruyor:

“Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş etmedim bu bana dert olsun, ben de sizin önünüzde baş eğmedim bu da size dert olsun.”

jin dergisi

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Diğer Yazılar