Cuma, Kasım 21, 2025

Ulusalcı Propagandada Saldırganlık ve Pervasızlık

Son günlerde Türkiye’de en çok tartışılan başlıklardan biri yürüyen demokrasi ve barış süreci. Ama her gündeme geldiğinde olduğu gibi, bugün de aynı duvara çarpıyor. Çok net, bir ırkçı dalga yeniden hortlamış durumda. Özellikle ulusalcı-kemalist çevrelerin sosyal medyada yürüttüğü propaganda dili artık iyice saldırganlaşmış, pervasızlaşmış halde.

Biz yıllardır söylüyoruz, Sosyal medya trollerini biraz takip ederseniz, hangi hesabın kimden beslendiğini herkes anlıyor. Bu yüzden bugün ortaya saçılan nefretin kaynağını görmek de zor değil. Örgütlü bir kesim, tam da bu barış ve demokrasi tartışmalarının ortasında süreci baltalamak için elinden geleni yapıyor. “Toplum hazır değil”, “Bu iş çözülemez”, “Bunlar isyancıydı” gibi cümleler, aslında 100 yıldır sürdürülen inkar siyasetinin bugünkü versiyonları.

15 Kasım… Seyit Rıza ve arkadaşlarının Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilişlerinin 88. yılı. Avrupa’nın birçok kentinde ve Türkiye’nin birçok şehrinde anmalar yapıldı. Bu anmaların görüntüleri, fotoğrafları, paylaşımları sosyal medyaya yansıyınca, ulusalcı kesimin nasıl bir nefret kusmaya başladığını hep birlikte gördük.

Eskiden bu dil biraz örtülmeye, biraz görmezden gelinmeye çalışılırdı. Bir şeyler söylenir ama üstü kapatılırdı. Bugün artık maskeler düştü. Bir dönem Cumhuriyet Halk Partisi’nin önemli isimlerinden Onur Öymen’in kurduğu o cümleyi hatırlayın, “Dersim’de analar ağlamasın diye mi düşündük? Ağlasın.” O anlayışın hiç değişmeden devam ettiğini açık açık izliyoruz.

Dem Parti’nin yaptığı anma paylaşımını çoğunuz gördünüz, “Seyit Rıza ve arkadaşlarını andık, çıralarımızı yaktık.” dediler. Mesele bu açıklamanın içeriğinden çok, altına dökülen nefret dilidir. Bakıyorsunuz, troll hesaplar tek ağızdan bağırıyor, “Dersim diye bir yer yoktur! Tunceli’dir!”, “Seyit Rıza tescilli vatan hainidir!”

Bu dil sadece bireysel nefretin dili değil; devletin 100 yıldır işlediği resmi tarih kalıbının bire bir yansımasıdır. “Dersim yok, Tunceli var.” demek, oradaki halkın kimliğini, kültürünü, inancını yok saymaktır. Bu dünyanın hiçbir yerinde kabul edilmeyecek açık bir ırkçılıktır.

Bugün “ulusalcı sol”(Nazi) diye kendisini tanımlayan kesimin kullandığı dil, uluslararası faşist rejimlerin diliyle birebir aynı. Aynı tekçilik, aynı inkar, aynı asimilasyon politikası.

Burada şunu görmek gerekiyor, Türkiye’de yaşanan pek çok sorunun temelinde bu zihniyet yatıyor. Teklik dayatması. Kimlik inkarı. Asimilasyon. Üstelik bu politika sadece bir ideolojik grubun değil; sağından soluna, milliyetçisinden siyasal İslamcısına kadar çok geniş bir mutabakatın ortak anlayışı. Mesele Kürt ve Alevi olunca, tablo bir anda netleşiyor. O ana kadar birbirine muhalif görünen kesimler, birden aynı cümleleri kurmaya başlıyor.

Uluslararası hukuka göre, soykırım tanımına giren maddelerden sadece biri bile uygulanmış olsa “soykırım”dan söz edilebilir. Dersim’de ise neredeyse hepsi aynı anda uygulandı, zorunlu göç, sivil katliam, yaşam alanlarının yok edilmesi, çocukların ailelerinden koparılması, inanç yasakları… Ve unutmayalım, Soykırım suçunda zaman aşımı yoktur.

Bunca belge, bunca tanıklık ortadayken hâlâ inkarcılık devam etmektedir. İhsan Sabri Çağlayangil’in kendi ağzından verdiği meşhur röportaj ortada, “Mağaralara gaz verdik, fare gibi zehirlendiler.” Bu kadar çıplak bir itiraf hâlâ inkar ediliyorsa, bilin ki katliam değil; o katliamı üreten zihniyet savunuluyor. Bu insanlar, açıkça şunu demek istiyor, “Onlar öldürülmeyi hak ediyordu.” İşte bu cümle, tarihteki bütün faşist rejimlerin ortak cümlesidir.

Buradan bir başka kritik noktaya geçelim, Mustafa Kemal’i bütün bu süreçlerin dışına itme çabası. Ne deniliyor? “Hastaydı.”, “Haberi yoktu.”, “Sorumlu başkalarıydı.” Soralım, Ararat’ta da mı hastaydı? Zilan’da da mı hastaydı? Şeyh Sait’te, Beytüşşebap’ta, Koçgiri’de de mi yoktu? Hepsinde mi tesadüf? Hepsinde mi habersiz? Bu söylem, tarihsel gerçeklikle uyuşmuyor. Çünkü bütün bu süreçlerin altında, devletin en üst düzey karar mekanizmasının imzası var. Belgeler de, arşivler de, resmi kararlar da bunu gösteriyor.

Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi “tek dil, tek din, tek kültür” üzerine kuruldu. Alevilerin, Kürtlerin, Asurilerin, Arapların, farklı inanç topluluklarının kimlikleri reddedildi. Eğitim sistemi buna göre şekillendirildi, tarih kitapları buna göre yazıldı.

Bugün sosyal medyada gördüğümüz nefret dili, işte bu ideolojik eğitimin doğrudan sonucudur. Bir haber spikeri sosyal medyada şöyle yazmış, “Türk ve Atatürk düşmanı olanlar, Malazgirt’te yendiğimiz, İstanbul’da fethettiğimiz, Çanakkale’de bozguna uğrattığımız düşmanların Anadolu’da kalmış tohumlarıdır.” Bu cümle, bir halkın tamamını düşmanlaştıran, onları “temizlenmesi gereken yabancı artıkları” gibi gösteren bir zihniyeti ele veriyor. Üstelik bu sözleri söyleyen sıradan bir troll değil; ekran önünde haber sunan bir medya çalışanı.

Bu kişi haber anlatırken nasıl objektif olabilir? Bu kişi Alevinin, Kürdün, Ermeni’nin, Rum’un varlığını eşit ve insanca nasıl kabul edebilir? İşte bu nedenle “kılıç artığı”, “Ermeni dölü”, “Yunan tohumu” gibi insanlık dışı hakaretler hâlâ dolaşımda. Devletin inkarı ile toplumun nefreti birleşince, ortaya böyle vahşi bir tablo çıkıyor.

Bazı hesaplar Alişer için “Rusların adamıydı, Koçgiri isyanının sorumlusuydu” gibi cümleler kuruyor. Bu dil, bir halkın özgürlük ve varlık mücadelesini gayrimeşru göstermeye çalışan klasik propaganda dilidir. Oysa bir halk, kimliğini ve inancını savunuyorsa; bu ihanet değil, en doğal hakkıdır. Eğer bu ihanetse, o zaman insanlık onurundan söz etmeye gerek kalmaz.

Tam da bu noktada Alevi toplumuna yönelik başka bir manipülasyon devreye giriyor. Alevi toplumunu devlete göre yeniden şekillendirmeye çalışan figürler var. Rıza Zelyut bunlardan sadece biri. Aleviliği devletin resmi ideolojisine uyumlu göstermeye çalışıyorlar. Ne diyorlar? “Alevilik Mustafa Kemalcidir.”, “Aleviler şöyledir, böyledir.” Hayır. Alevilik biat dini değildir. Alevilik, devletin ideolojisine göre tanımlanamaz. Alevilik, adaletin, hakkın, eşitliğin ve insan onurunun yoludur. Bu tarihsel çizgide Seyit Rıza da, onunla birlikte direnenler de bu yolun direnen yüzüdür. Onların hedefi sadece Dersim’i değil; inancı, kimliği, varlığı savunmaktı.

Bugün devlete yakın duran bazı isimler Alevi oldukları için değil, devlete biat ettikleri için öne çıkarıldı. Bu, tarihte başka halklarda da gördüğümüz klasik bir yöntemdir.

O dönem gazete manşetlerinde “Seyit Rıza hesap veriyor” diye atılan başlıklar, bugün yeniden “belge” diye sosyal medyada dolaştırılıyor. O manşetlere bakıp, sanki Seyit Rıza devlete yalvarmış, diz çökmüş gibi bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Oysa katliam sürecinde görev alanların anıları da, siyasi tanıklıklar da, halk hafızası da bize başka bir şey söylüyor. Ve Seyit Rıza’nın o meşhur sözünü unutmamak gerekiyor, “Sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de diz çökmedim, bu da size dert olsun.” Bu sözün ağırlığı bile, bugün kurulan bütün propagandayı yerle bir etmeye yeter.

Tarih, henüz kapanmış bir defter değildir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Yazarın Diğer Yazıları