Anam, “oğlum” dedi, “oğlum, Allah o yıl merhametini hepen elden bırakmıştı. Kıştan sonra toprağa bir damla yağmur vermemişti. Gökyüzüne dikilen gözlerimiz sonsuz maviliğe baka baka yorulup kalmıştı. Gökte bir avuç bulut görülmüyordu. Güneşte kızgınlaştıkça kızgınlaşıyordu; alaf alaf yakıyordu her yanı. Yemyeşil tarlalara koyu morluklar çökmüştü. Ekin başları öğle sıcağında öne düşüp bir bir ölüyorlardı. Toprağın koyu gölgeli yarıkları çizgi çizgi uzayıp gidiyordu. Cümle yazı yabanda otlar kuruyup gitmişi. Hayvanların ağzı, dili yara bere içindeydi. O yıl ne harman kaldırabildik ne zahire. Açlık gelip kapıya dayanmıştı. İşte sen o yıl doğdun oğlum, o kıtlık senesinde. Babanda doğumundan üç ay sonra kömür işçiliğinde Toroslar’da öldü.” Anam, doğduğum yılı anlatırken geçmişe dalıp gitmişti. Yorgun gözleri ötelere, uzaklara bakıyordu. Çektiği çileler yü-zündeki derin çizgilerin arasında yumak yumaktı.
Sevdilli’yi eteğine alan Sevdilli’nin Karadağ’ı küçük bir dağ yavrusudur. Bağdaş kurup oturduğu Alhas’ın orta yerinde çevreye tepeden bakan bir dağ. Sanki daha yücesi yokmuş gibi duruşu kibirli. Oysa çıplağın tekidir Karadağ. Ne gölgelik ağacı, ne kurdun kuşun konacağı sulağı, ne de yeşile saran otlağı var. Dört bir yanı demir rengi kayalarla örülüdür. Eşek düşse dişi kırılır. Varsa yoksa bir marifeti “Delikli Taş”ı. Nafile yere dilekler dilenen, adaklar adanan Delikli Taş’ı…
Sevdillinin delikli taşı
Sevdilli’nin toprakları da Karadağ gibidir; almış nasbini Karadağ’dan. Kısır, kuru, bereketsiz. İhanetten değil, kaderinden… Doğurduklarını duyuramamış bir türlü; atmış el kaplarına bir lokma ekmek için. Kimi zaman Haleplere arpa yolmacılığına, kimi zaman Toroslara Torlukçuluğa, kimi zaman Şark illerine demiryolu balasçılığına, kimi zaman seyyar satıcılığa, gurbet ellere; dört bir yana… Mezarlar kalmış bu gidip gelmelerde; yaban ellerde, ıssızlarda kalan mezarlar… Bir daha ziyaret edilmeyen; kayıp olup giden mezarlar… Belki bundandır Alhas Aşireti’nin ağıtlarının bir başka duygulu, bir başka hüzünlü oluşları. Şimdilerde unutulup giden o ağıtlara işlenmiş nice acılı öyküler…
Anama sordum: “Babam nasıl öldü ana?” Anam irkildi birden! Yüzünde gergin çizgiler belirdi. Sonra yüzündeki çizgileri yumuşatarak; “uzun, çok uzun,” dedi. İçimdeki öğrenme duygusunu yenememiştim. “Olsun ana, uzun olsun anlat babamı…” Anam metanetini elden bırakmamaya gayret ederek, uzaklardan, geçmiş yıllardan kalan bir şeyleri ayıklar gibi titrek bir sesle başladı babamın ölümünü anlatmaya:
“Kıtlık, Toroslar, kömür, sonra…” dedi ve sustu. Tıkanmıştı; belli ki geride kalmış o yıllara dönmek acı veriyor. Baktım gözleri ıslaktı. Üsteledim: “Sonrasını anlat ana, sonra ne oldu?” “Sonra ne olacak oğlum, işte o yıl kıtlıktan çıkmanın yolu Toroslara kömüre gitmekti. Toroslar’da meşe ağaçlarından kömür yaparak geçimi sağlayacaktık. Ailede gitmesi uygun gelen de babandı. Diğer iki amcanın çocukları yoktu; kaygısızdı onlar. Bu yüzden baban o yıl kömüre gitmeyi kendine görev bildi. Lakin, baban o günler hasta görünüyordu.
Öksürmeden, terlemeden gün gün eriyordu. Kuru vereme benziyordu hastalığı. “Bu yıl kömüre ben gideceğim” derken sitemliydi. Bekliyordu ki bu halde gönderilmesinler diye. Lakin, sen gitme diyen olmadı. Çaresiz, ben ve baban koyulduk yola… Sen o zaman bir aylıktın. Mustafa üçünde, İrbam altısında, İsmail dokuz, Kamo on beşinde. Kamo ve İsmail’i köyde bıraktık. Kolay olmadı onlardan ayrılmak, sessiz sessiz ağlıyorlardı peşimizden. Hiç unutmam, biz ayrılırken Sevdilli’den kara bir duman çökmüştü Sevdilli’nin Karadağ’ına. Besbelli, Karadağ utancından gizliyordu yüzünü gizliyordu.
Yolculuk eşekle yapılıyordu. Tek eşeğimiz vardı. Toroslara Nurhakların İtme Gediğini aşarak dört günde varacaktık. Yalnız değildik, köyden birkaç aile daha vardı; yardımlaşıyorduk yol boyunca. İtme Gediği’ne varmak üzereydik, baktık amcan Mıço peşimizde seğirtip geliyor. Görünce amcanı ferahladı içimiz, kuvvet geldi bize. Yufka yüreği elvermemiş amcanın; böyle üç çocukla hasta hasta yola düşmemize; karar vermiş bizi yalnız bırakmamaya, geldi yetişti bize Hızır gibi. Yetişince amcan bize, uzun ayrılıklardan sonra kavuşuyorlarmış gibi kucaklaştılar babanla, gözleri nemliydi ikisinin de.
Amcan Mıço, çileli ve acılıydı. Çetin bir yaşamdan çıkıp gelmişti Sevdilli’ye. Dedeleri Kamo, bir tarla kavgasından mı, ne? Sevdilli’yi terk ederek Binboğaların eteğine, Sarız’ın Örtüllü köyüne gidip yerleşmiş. Uzun kalmışlar Örtüllü’de; belki yirmi otuz yıl… Sonra tekrar dönmüşler Sevdilli’ye. Amcanın gençliği oralarda, Binboğalar’da çobanlıkla geçmiş. Yaman bir çobanmış amcan. Gözünü budaktan sakınmayan, korkusuz, cesur bir çoban. Sırası gelmiş kurşun yemiş sürü talancılarından, sırası gelmiş namlı eşkıyaları saklamış; İnce Memet ve Dört Kaşlı Alo’yu, sırası gelmiş sevdalı kaçakları saklamış; Raşo ile Nazlı’yı, sırası gelmiş sürüsünü kurtarmış kurtlarla boğuşmalarda… İşte öyle çok olay yaşamış… Kurtlarla boğuşmasından olacak “Guro (Kurt)” lakabını almıştı. Gerçek adı pek söylenmezdi; hep Guro lakabıyla bilinirdi. Sonra Örtüllü’nün güzel kızı Naze’yi kaçırıp evlenmiş. Naze’den olan tek oğlu Husen’le dünyalar onun olmuş. Ne ki, kader işte! Önce henüz sekizin de iken Husen’i, sonra Naze’yi kaybetmiş; yıkılmış tüm umutları. Bu yüzden acılıydı, kavalına dökerdi acılarını; çalarken kavalını dağ, taş ortak olurdu acılarına. Sen doğunca Husen’in adını sana verdik. Husen’imin kokusu geliyor derdi sımsıkı kucaklarken seni; avunurdu seninle.
Anam, amcamın acılarını acılarına katmıştı; gözlerinden tomurcuklanan yaşları nasırlı elleriyle silerken Torosları anlatıyordu: “Toroslara gelmiştik. Eteklerinde uygunca bir düzlüğe konduk. Sonra barınak yaptık kendimize; çalı çırpıdan, derme çatma bir huğ. Toros dağları bizim dağlara benzemiyorlardı. Her tarafı ormanlarla örtülüydü. Bet bereket vardı her bir ağacında. Görünce Torosları öyle bereketli, bizim Karadağ’ın bizleri buralara neden saldığını anlamıştık ve hayıflanmıştık Delikli Taşa’a adadığımız adaklara… Bilmediğimiz bir dünya idi ormanlar; vahşi ve ürpertici. Derinliklerinden gelen uğultular uluyan kurt sesleri gibi korku salıyordu içimize. Rüzgârları sargındı; bedenimizi sarıyordu soğuk, soğuk; yılan gibi… Ocağın alevlerini yalayıp götürüyordu. Aş kaynatamıyorduk; köyde getirdiğimiz kuru yufkalarla karnımızı doyuruyorduk. Rutubetten babanın veremi, benim yılım (romatizma) azdıkça azıyordu. Lakin neylersin; ekmeğimizi bu ormanlar verecekti; katlanacaktık gayri her bir meşakkatine…”
*
Torlukçuluk, meşe ağacından kömür yapmaktır. Zahmetli iştir torlukçuluk. Uzun aylar içinde meşe ağaçlarından bilek kalınlığından kesilen uzun dallar koni biçiminde çatılarak torluk yapılır. Sonra yer yer hava delikleri bırakılarak üstü çamurla sıvanarak içten tutuşturulup kömür olmaya bırakılır. Hava delikleri torluğun nefes borularıdır. Torluğun patlamaması veya alevlenmemesi hava deliklerinin ayarında olmasına bağlıdır. Aksi halde torluk ya patlar, ya da alevlenip, kül olur. Böyle bir halde kömür olmaz ve torlukçuların tüm emekleri boşa çıkar; aç kalmalarına açar. Bu yüzden Torlukçular yürekleri ağzında torluğun kömür olmasını beklemeye dururlar.
Totorluk
Anam, uzaklardan gelen hüzünlü bir ezgiyi dinler gibi, arada bir durup içleniyordu. Sonra yüzünde gezinen acıları içten olmayan gülümsemelerle gizlemeye çalışıyordu. Oysa acıların kazdığı derin çizgiler bir türlü uçup gitmiyordu yüzünden. Hüzünlü bakışlarından gülümsemelerinin kederli olduğu belli oluyordu. Boğazında düğümlenen kesik cümlelerle Toroslar’da yaşadıklarını anlatmaya devam etti: “Gecemizi gündüzümüze katarak, hastalık, yorgunluk demeden kış bastırmadan torluğumuzu kurduk. Sonra ya Allah, ya Muhammet, ya Ali diyerek tutuşturup kömüre verdik.”
*
Torluk, torlukçunun mayalanmaya duran hamur teknesidir. Torlukta çıkan yanık meşe kokuları, torlukçunun taze ekmeğinin buram buram kokularıdır. Torluk, torlukçunun beklediği umuttur, beklediği kısmettir. Torlukçu, torlukla güler, torlukla küser yaşamına…
*
Kolay olmuyordu, anamın geçmiş yıllar içinde yaşadığı o acılı günleri anımsayıp anlatması. Gözlerinden gelen yaşlar, derin yüz çizgilerinden ince, kuru çenesine süzülüyorlardı. Gri kofisinin altında taşan ak saçları yüzüne dağılarak, o yaşları sanki gizler gibiydiler. O, yine geçmişte, uzaklarda kalan o acılı günleri yeniden yaşar gibi, babamın ölüm anını zorlanarak anlatmaya çalışıyordu:
“Baban gecesini gündüzüne katarak durmadan çalışıyordu; gizliyordu hastalığını, güçlü görünmeye çalışıyordu. “Bir şeyim yok” der dururdu. Lakin mecalsiz kaldığı belliydi. Dizlerinin dermanı kesilmiş, gözlerinin feri gitmişti. Kömürden alacağı parayla doktora gideceğini, iyileşeceğini söylüyordu. Hasta yatağında torluğun kömür olmasını bekliyordu. Torluğun kömür olmasını beklemesi ona direnç veriyordu. Öksürüyordu, öksürükleri kanamalıydı. Sesi gitmiş, konuşamıyordu. Güçlükle kaldırabildiği elleriyle derdini anlatmaya çalışıyordu. Biz, ölümün hayaletini yanı başımızda gezerken görüyorduk. Kendisi de sezinlemişti öleceğini. Sizlere baktıkça yaşlar geliyordu gözlerinden; sicim sicim… Bakışlarını ayıramıyordu bakışlarınızdan. Amcan ve ben gizliyorduk gözyaşlarımızı. Amcan, arada bir “kardaş kaygılanma, torluğumuz ayarında yanıyor” dediğinde gözlerine bir canlılık geliyordu.
Bir sabah güneş kızıllığını ormanın derinliklerinden huğumuza düşürürken, amcan telaşla karışık bir sevinçle daldı içeriye “kardaş, şükürler olsun, torluğumuz kömür oldu,” dedi. Babanın yüzüne belli belirsiz sarı bir gülümseme yayıldı ve ellerini güçlükle amcanın yakasına attı. Bir size bir amcana baktı; yalvarır gibi… Çocuklar sana emanet mi demek istiyordu, bilmiyorum. Sonra bakışları amcanın bakışlarında öylece sönüp kaldılar. Gözleri açıktı; Kamo ve İsmail’i arar gibi. O an Torosların uğultularına karışan feryadı figanımız ormanların derinliğinde yankılanıp, sonsuzluğa yayılıp gitti… O akşam babanın mezarın üzerinde büyük bir ateş yakıldı ve o akşam o ateşin kızıllığı içinde amcanın kavalı soluduğu gecenin tüm hüznünü Torosların sağır tepelerine ünlüyordu. Amcan, mezarın başucuna taş yerine bir gül dikmişti. O gül, başka bir evrende, dilini bilmediği insanlar arasında, unutulmuş öksüz bir çocuk gibi umarsız, boynu bükük bize bakarken vedalaştık babanla… Biz çıkarken yola sen kundakta göz yuvarlarını sağa sola döndürüp babanı arıyordun.”
Anam köye dönüşünün daha ayrıntılarını anlatamadı; tıkanmıştı. Kaybettiği değeri yeniden bulmuş gibi elimden sımsıkı tutarken Karadağ’a perçimlenen gözlerinden gelen yaşlar Sevdilli’nin kuru topraklarını ıslatıyordu.