Salı, Aralık 9, 2025

Bu Düzen Yoksulu Yakar, Irkçılığı Büyütür

Türkiye’de, ekranda gördüğünüz her tartışmanın, her yüksek sesli kavganın arkasında çok daha derin, çok daha yakıcı bir gerçek var, Halkın yaşamı dibe vurmuş durumda. Siyaset sahnesinde bağrış çağrış, ekranlarda “büyük laflar” uçuşurken, mutfakta tencere kaynamıyor, insanlar çocuklarına ekmek götüremediği için kendini yakacak noktaya geliyor.

Bu tabloyu anlamak için önce medyadan başlamak gerekiyor. Çünkü Türkiye’de medya, iktidarın elinde şekillenen, gerçekleri gizleyen, toplumu manipüle eden bir aygıt haline gelmiş durumda.

Medyanın Susturduğu Sesler, Sosyal Medyanın Açtığı Alan

Merhaba sevgili izleyiciler, biz “İlk Günde Bu Hafta” programıyla sosyal medyadan derlediğimiz başlıkları sizinle paylaşmaya, sizinle birlikte değerlendirmeye çalışıyoruz. Çünkü biliyoruz ki Türkiye medyası bu başlıklara, özellikle toplumun taleplerine, isteklerine yer vermiyor.

Gündeme gelen konularda kim sesini çıkarırsa, onları bastırmaya, cezalandırmaya, susturmaya yönelik baskıcı bir yöntem uygulanıyor. Zaten medya, kendi ellerinde. Kendi medyalarında istediklerini yayınlıyorlar, istemediklerine sansür uyguluyorlar. Bir anlamda iktidarın resmi yayın organları olarak işlev görüyorlar.

Bu nedenle sosyal medya platformları ciddi bir önem kazanıyor. Çünkü sosyal medyada alternatif haberlere, doğru haberlere ulaşma imkanı var. Geleneksel medya merkezlerinin geliştirdiği saldırılar varsa bile, habere ulaşma imkanı bu alanda elde edilebiliyor. Biz de bu programda tam olarak bunu yapmaya çalışıyoruz.

Siyaset Gündemi Yükselirken Halkın Yaşamı Çöküyor

Türkiye’de siyaseten tartışmalar çok ön plana çıkmışken, halkın yaşam standartları dibe vurmaya devam ediyor. Ekonomik sıkıntılar devam ediyor. Türkiye’nin adalet ve hukuk konusundaki hukuksuzluğu ve dünya sıralamasındaki gerilemesi zirveye ulaşmış durumda.

Ama bütün bu tartışmaların gölgesinde, çok daha ağır bir gerçek var, Irkçılık siyaseti. Son dönemlerde Türkiye’nin içerisinde en büyük tartışma, Kürtlere yönelik ırkçılık siyasetinin bir dalga olarak herkese sardığı bir atmosfer içerisinde yürütülüyor.

Bu atmosferde, Türkiye’nin yanı başında, bazılarının “yurttaşlarımız” denilen Arap Alevilerine yönelik Suriye’de ciddi bir katliam söz konusu. Neredeyse bir yılı geride bıraktık, Bir yıl boyunca Suriye’de Aleviler katlediliyor. Alevilerin peşine, o cihatçı HTŞ çeteleri düşmüş durumda.

Onlar bu atmosfer içerisinde seslerini duyurmaya, mücadelelerini vermeye devam ediyorlar. Suriye’deki Dürzülere yönelik saldırılar da bildiğiniz gibi devam ediyor. Ve bütün bu olanların arkasında asıl önemli olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de olmasıdır.

Suriye’de işlenen tüm cinayetlerin arkasında ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun uyguladığı siyaset var. Alevilere yönelik saldırı ve katliamlarda, “Bunlar Esat artıkları, geçmiş rejimin devamcıları” diyerek propaganda yaptı. Dürzülere yönelik açık cephe açıp saldırılar geliştirdi. HTŞ’nin arkasında durduğunu sık sık tekrarladı ve HTŞ ile olan ilişkilerini hem iç siyasette hem dış siyasette kullanmaya çalıştı.

Sonuçta gelinen noktada Suriye’de bir yıllık HTŞ iktidarı sürecinde, alınan bilgilere ve açıklamalara göre 11.000’den fazla insan katledilmiş durumda. Sırf Alevilerde kadın, çocuk katledilenlerin sayısı 5.000’in üzerine geçti.

Dürzülere yönelik saldırılar, içeride kendilerine muhalif olanlara, kendilerinden saymadıklarına dönük saldırılar, Suriye’de ciddi bir şiddet dalgasını örgütlemiş bulunuyor.

Savaş Lobisinin Gölgesi, Rojava ve Ortadoğu

Bu şiddet dalgasının diğer bölgelere yansıması için Türkiye’deki ırkçı, faşist yapılanmaların baskısı ve propagandası yoğun bir şekilde devam ediyor. Türkiye’nin Suriye’de iktidarı elinde bulunduran güçlere verdiği destek, onları kışkırtan ve çözüme yönelik siyaseti baltalayan bir hatta oturuyor.

Sosyal medyadaki trol ekipleri, ırkçı faşist yapılanmalar şu anda bir savaşın olma isteğini, arzusunu kendi platformlarında dile getiriyorlar, paylaşımlarında açıkça yazıyorlar.

Kısacası Türkiye’de ırkçılığın beslediği, Kürt-Alevi düşmanlığı üzerinde örgütlenen yapılanmanın izleri bugün Suriye topraklarına yansıtılmış durumda. Türkiye’deki Kürtlerin hedef gösterilmesi yetmiyormuş gibi Suriye’deki Kürtler hedef haline getirilmiş durumda. Türkiye’deki Alevileri katletmeleri yetmiyormuş gibi Suriye’deki Alevi katliamına kadar uzanabiliyorlar.

Ortadoğu coğrafyasında Kürt-Alevi düşmanlığı ve diğer halklara düşmanlık üzerine şekillenen bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ortadoğu’da birlikte yaşama kültürünün önündeki en büyük engel, bu Cumhuriyet yapılanmasının Ortadoğu’ya ve diğer topluluklara bakışının yarattığı sakatlıktan beslenen bu zihniyettir.

Türkiye, Ortadoğu’da sorunların çözümünde değil, sorunların devam etmesiyle siyasetini örgütleyen, çözümsüzlük üzerinden dış politika yürüten bir yapılanmadır. Kimi zaman Rusya’ya, kimi zaman Amerika’ya, kimi zaman Avrupa’ya yaslanarak “güçlünün askeri olmak, zayıfı ezmek” mantığı içinde hareket ediyor.

Bu siyasetin en büyük kazancını da iktidar yapılanmaları ve onların etrafında çöreklenmiş çıkar grupları elde ediyor. Dün ANAP, ondan sonra DYP, bugün AKP-MHP… İsimler değişiyor, ama çatışma ve imha üzerinden zenginleşen düzen değişmiyor.

Sudan’dan Tartus’a, Diktatörlükler ve Katliam İttifakı

Türkiye’nin savaş lobisi sadece Suriye ile sınırlı değil. Dönün Sudan’a bakın, Sudan’da iki grup çatıştırılıyor. İki grup çatıştırılırken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti her iki tarafa da silah satıyor, bu silahların karşılığında Sudan’ın altınlarını Türkiye’ye taşıyor. Altınlar Türkiye’deki tesislerde işleniyor. Yani savaş üzerinden besleniliyor.

Büyükler büyük götürüyor, altlarındaki küçükler küçük götürüyor. Bir anlamda katiller düzeni hakim hale getiriliyor.

Suriye’de Tartus kenti, Alevilerin yoğun olduğu bir yer. Oraya Erdoğan’ın, Saddam’ın, Colani’nin, Katar Emiri’nin, MBS’nin olduğu bir afiş asıldı. Alevi katillerinin, Kürt katillerinin tümünün toplamı…

Siz bunu neden yaparsınız? Katillerinizin resimlerini Alevilerin karşısına dikmek ne demektir? Bu açık bir tehdittir. Bu resimlerin toplamı Alevi, Kürt ve demokrasi düşmanlığıyla ilintilidir. Bu isimlerin toplamı, bu coğrafyada kan dökmüş diktatörlerdir.

Alevi örgütleri de arada bir eylemler yapıyor, Suriye’deki katliamlara dikkat çekmeye çalışıyor. Ama bunun devamının, sürekliliğinin sağlanması gerekiyor. Bir gün yapıp, bir ay, iki ay bekleyip sonra yeniden yapmanın bir anlamı yok. Bir şey yapıyorsanız, sürekliliğini sağlayacaksınız.

3–4 bin derneğimiz varsa, her gün üçer beşer dernek bu protestoları örgütleyebilir, basın açıklamaları yapabilir, uluslararası kamuoyunu bilgilendirebilir. “Bir bildiri yayınladım, bitti” mantığıyla, sadece kendi vicdanını rahatlatan bir tarzla bu katliamın önüne geçilemez.

Bu katliamın arkasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve iktidarı vardır. Bu iktidarın desteklediklerinin yürüttüğü katliam, Türkiye’deki Alevilerin tehdit edilmesi, katliamla korkutulması ve teslim alınmaya çalışılması anlamına geliyor.

Direnen Halklar ve Sıra Kime Gelecek Meselesi

Ortadoğu’da saldırganlık bu kadar hakimken demokrasi güçleri her an saldırıya maruz kalacak. Hala Ortadoğu’da direngen bir Kürt nüfusu var, direngen bir Alevi nüfusu var, direngen bir Dürzi nüfusu var. Ayakta kalmaya çalışan Hristiyanlar, Ezidiler ve diğer topluluklar var.

Bu toplulukların hatırı, mücadelesi ve direnci olmasaydı, bugün hiçbirimizin kıymeti harbiyesi kalmayacaktı. Bunun en bariz örneği, Barzani’nin Türkiye’ye yaptığı ziyarettir. Kürt özgürlük mücadelesiyle görüşmelerin başladığı bir süreçte Barzani’ye karşı tehditlerin artması şu anlama gelir, sıra onlara da gelecek, onlara da haddini bildirme süreci başlayacaktır.

Bu yüzden Aleviler olarak kendi topluluklarımıza sahip çıkmak, demokrasi güçleriyle birlikte bu süreci karşılamak zorundayız. Eğer geleceğe dair bir planımız ve beklentimiz varsa, bunun yolu buradan geçiyor.

Kendini Yakan Babalar, Saraylarda Büyüyen Servetler

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de çok vahim bir olay yaşandı ama kimse bunun üzerinde durmadı. Siz haberlerde duydunuz mu, gördünüz mü?

Beş çocuk babası bir insan düşünün. Çocuklarını seven, onlara yemek götürmek için gecesini gündüzüne katan bir insan… Afşin Belediyesi’nin önüne gidiyor, kameraların önünde, herkesin gözü önünde kendisini yakarak can veriyor.

Bir insan nasıl bu hale düşürülür? Bir ülkede kimileri milyar dolarlarla, trilyonlarla anılıyorsa, bir insan çocuklarına ekmek götüremediği için bedenini ateşe veriyorsa, orada büyük bir haksızlık ve büyük bir hırsızlık olduğu bilinir.

İnsanlar buna isyan eder diye düşünürsünüz. Ama Türkiye’de kimsenin kılı kıpırdamıyor. İnsanlar çaresizliklerini kendilerini öldürerek gösteriyorlar. Bu, tekil bir olay değil. Sistematik bir şekilde aç bırakılan insanların intiharları, kendilerini yakmaları, yurt dışına kaçmaya çalışmaları, bunların hepsi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin realitesi haline gelmiş durumda.

“Türkiye büyüyor, dünyanın en büyük ekonomisine sahip oluyor” hikayesi dillerde dolaşırken, insanlar çocuklarına ekmek götüremedikleri için bedenlerini ateşe veriyor. Birileri bin odalı saraylarda yaşam kurarken, birilerinin tek marifeti “birisinin çocuğu olmak” iken, milyarlarla, trilyonlarla anılan servetler birikiyor. Diğerleri ise çocuklarına bin, iki bin, üç bin liralık ekmeği, yemeği götüremedikleri için canlarına kıyıyorlar.

Böyle bir adaletsizliğin örgütlendiği bir ülkede, insanların sesi hala çıkmıyorsa, bu toplumun insanlığını sorgulamak gerekiyor.

Irkçılığın, faşizmin beyinleri nasıl sömürdüğünü, insanları nasıl hiçleştirdiğini bu tablo çok net gösteriyor. Afşin, bu zihniyetin en örgütlü olduğu yerlerden biri. Yanı başında insanlar ölüyor, çocuklarına ekmek götüremedikleri için ölüyor ve Afşin’de bile ses çıkmıyor.

Komşusunun, akrabasının sesi çıkmıyor. Çünkü kafasının arkasında hâlâ “Kürt öldürmek, Alevi öldürmek, birilerini yok etmekle güç kazanacağını sanan” bir zihniyet var. Kürt öldürdükçe karnının doyacağını, Alevi öldürdükçe “dünya lideri” olacağını sanan bir akılla karşı karşıyayız.

Bu kafayla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gideceği yer Ortadoğu bataklığıdır.

“Kurucu Ayarlara Dönmek” Masalı ve Faşizmin Kökeni

Bugün kimi çevreler Türkiye’nin tek kurtuluş reçetesini “kurucu ayarlarına dönmek” olarak sunuyor. Peki nedir bu kurucu ayarlar?

Bir Kürt Alevi olarak baktığınızda şunu görürsünüz, Senin kurucu ayarlarında Koçgiri’nin kanı var. 1925 Diyarbakır’ın kanı var. Zilan’da dökülen kan var. 1937–38 Dersim katliamı var.

Türkiye Cumhuriyeti’nin “kurucu ayarlarına dönmesi”, Kürtlerin ve Alevilerin yok edilmesi meselesidir. Bu, demokratikleşme, Batı’yla bütünleşme masalı değildir. Naziler ne kadar batıcı ve modernist idiyse, bu zihniyet de o kadar modernist ve batıcıdır. Hitler’in sanat ve sinema aşkı vardı, balolar düzenlerdi ama öbür tarafta toplama kamplarını örgütlüyordu.

Bizde de “Batı demokrasisi, modern yaşam” denirken, öbür tarafta Kürt, Ermeni, Alevi katliamlarına alkış tutuluyor. Suriye’deki Alevi katliamı karşısında Kemalist ulusalcıların, ırkçı faşistlerin gıkı çıkıyor mu? Çıkmıyor.

Ama aynı çevreler Alevi toplumunu yönlendirmeye, Alevilerin beynini sömürmeye çalışıyor. “Siyasal İslam’a karşıyız” diyerek Alevileri arkasına dizmek istiyor, ama siyasal İslamcılarla birlikte Kürt ve Alevi katliamını örgütleyen siyasetin de ortağı oluyorlar.

Bu adamların varlığı Aleviler açısından bir utançtır. Alevilerin bu yazıları okumaları, bunları marifetmiş gibi paylaşmaları, kendi kendilerine düşmanlık etmekten başka bir anlam taşımıyor.

Medya, Yalılar ve Dokunulmazlık Zırhı

Abdullah Naci isimli isosyal medya kullanıcısının sorusu yerinde, “Hangisi daha karanlık, hangisi daha çamur, hangisi daha leş, hangisi daha çirkef, hangisi daha faşist, hangisi daha çirkef? Akit mi, Sözcü mü?”

Cevap net, İkisi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin pisliğidir. Akit’in içindeki zehir neyse, Sözcü’nün içindeki zehir aynıdır. Birisi ırkçılık, Türkçülük üzerinden zehrini kusar, diğeri siyasal İslam üzerinden. Her ikisi kendi cephesinden Alevi ve Kürt düşmanlığını yeniden üretir. Yalıda yaşayan gazeteciler, “muhalif” pozuyla ekranlara çıkarken, o yalıları onlara sağlayan iktidar çevreleriyle iç içedir. Kimin eli kimin cebinde, kimin eli kiminle, belli değildir.

Tribünlerde Kürt Düşmanlığı, Sokakta Boş Laflar

Ümraniye Belediyespor–Amedspor maçında 16 Türk devletinin bayrakları asılıyor, Mehter Marşı çalınıyor, sanki bir düşman ülke takımı gelmiş gibi. Ama sonuçta maçı 4–3 Amedspor kazanıyor. Bursaspor’un tribünlerde Kürt düşmanlığı üzerinden ayakta durmaya çalıştığını, ama sahada oynayamadığını da biliyoruz.

Irkçı ve faşist yapılanmalar, beceriksizliklerini sahada değil, tribünde ırkçılık yaparak kapatmaya çalışıyor. “Sen sahada yensene, sahada oynasana” demek geliyor insanın içinden.

Sokak röportajında Konya Ereğli’deki bir vatandaş “Şükür Alevi olmaz, Alevi Türk’ün özüdür” diyerek hem Aleviliği hem kendi “özünü” ucuz bir söyleme malzeme ediyor. Madem Alevi Türk’ün özüdür, o zaman cemevlerinin ibadet yeri olarak tanınması için bir adım atın, eşit yurttaşlık için mücadele edin. Ama yok, öz lafta, özüne sahip çıkmak yok.

“Sıra Vatandaşta” Diyenlerin Deprem Vergisi Hesabı

Bilal Erdoğan’ın “Bizde eksik olan taraf özel finansman. Türkiye bu kadar altyapı yatırımını gerçekleştirdikten sonra artık vatandaşın ‘Sıra bende, ben ne yapacağım?’ demesi lazım” sözleri, halkı suçlayan bir kafanın ürünüdür.

Daha çocuğuna ekmek götüremeyen adamın boğazından kesilecek ne kalmış? Babası 25 yıldır deprem vergisi topluyor. Deprem vergileri nereye gitti? Hesabını vermeden halktan “sıra sende” demek, hırsızlığı halka fatura etmektir.

Kimliğini İnkar Edenler, Katillerine Aşık Olanlar

Arap bir genç “Ben Araplığa bu kadar sahip çıkmazken, Türk halkı Araplaşmaya neden bu kadar meraklı?” diye soruyor. Öte yandan Alev Alatlı “Alt kimliklerimizi bırakıp bir şemsiyenin altına girdik, Türkiye bizim için son vatandır” diyerek “isteyerek Türk olduk” söylemini kuruyor.

Arap kendisini Arap olarak görmekten utanıyor, kimliğini inkar edip başka bir kimlik şemsiyesi altında var olmaya çalışıyor. Elmaları, portakalları, muzları, karpuzları topluyoruz, hepsinden karpuz çıkarıyoruz, “Hepimiz karpuzuz” diyoruz.

Bu, katillerine aşık olmuş bir toplumsallığın resmidir. Katillerinin peşinde koşan, onların aşkıyla yanıp tutuşan bir topluluk… Bu tabloyu görmeden, bugünkü siyasal aklı anlamak mümkün değildir.

Dayanışmanın Yeniden Kurulması Gerekiyor

Eskiden köylerde insanlar fakirlerini aç bırakmazlardı. Bir dayanışma ruhu içinde birbirlerine yardım ederlerdi. Kimisi buğdayını verirdi, kimisi ununu, kimisi sütünü, peynirini… Açlık o köyde yaşanmazdı.

Bugün yanı başında insanlar kendini yakarken, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Herkes “Gemi’yi kurtaran kaptan” hikayesine sarılmış durumda.

Oysa bu tablodan çıkışın tek yolu, birlikte yaşamı yeniden kurmaktan, dayanışma ağlarını yeniden örmekten geçiyor. Kürt’e, Alevi’ye, Dürzi’ye, Ezidi’ye, kadına, yoksula, doğaya düşmanlık üzerinden büyütülen bu savaş siyasetini ancak halkların ortak mücadelesi durdurabilir.

Varın siz düşünün, varın siz karar verin, bu ülkede kimler savaş lobisinden besleniyor, kimler bedenini ateşe veriyor, kimler susuyor?

Gelecek, bu soruya vereceğimiz cevapta saklı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Yazarın Diğer Yazıları