Türkiye’de yaşanan katliamları tek tek ele almak, onları yalnızca tarihsel birer “acı olay” olarak değerlendirmek, gerçeğin üzerini örtmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü bu ülkede katliamlar bir istisna değil, bir sürekliliktir. Hedefleri değişmeyen, yöntemleri dönemsel olarak farklılaşan, ama özü itibariyle aynı hatta ilerleyen bir devlet ve egemen akıl pratiğidir bu.
Bu katliam silsilesinin hedef aldığı topluluklar rastgele seçilmemiştir. Türkiye’de yaşam hattı olan, bu ülkenin toplumsal ve siyasal damarlarını oluşturan kimlikler hedef alınmıştır. Aleviler, Kürtler, solcular, sosyalistler… İnançlarıyla, kimlikleriyle, politik tercihleriyle egemen sistemin dışında kalanlar sistematik biçimde hedef haline getirilmiştir.
Bu çerçeveden bakıldığında Maraş Katliamı, yaşananların yalnızca bir halkası değil, bu imha politikasının yoğunlaştırılmış bir özetidir.
Maraş’ta katledilenlerin ortak özellikleri açıktır. Ulusal kimlik olarak ağırlıklı biçimde Kürt olmaları, inançsal olarak Alevi olmaları, siyasal ve toplumsal tercihleri açısından solcu ve sosyalist olmaları. Yani Maraş’ta hedef alınanlar, devletin makbul vatandaş tanımının bütünüyle dışında kalan kesimlerdir.
Bu nedenle Maraş Katliamı’nı yalnızca “Alevilere yönelik bir saldırı” olarak daraltmak eksik olur. Evet, bu bir Alevi katliamıdır. Ama aynı zamanda bir Kürt katliamıdır, bir sol ve sosyalist katliamıdır. Bu kimliklerin birbirinden ayrılması mümkün değildir. Maraş’ta bu kimlikler iç içe geçmiştir ve birlikte hedef alınmıştır.
12 Eylül darbecilerinin açıkça söylediği şu cümle bu gerçeği özetler niteliktedir “Biz bu darbeyi Kürtlere, komünistlere ve Kızılbaşlara karşı yaptık.”
Bu cümle, Maraş’ta yaşananların arkasındaki zihniyeti bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımına bakıldığında üç temel unsur öne çıkar, bir grubun doğrudan hedef alınması, bu grubun yaşamına kast edilmesi, ekonomik, sosyal ve mekânsal olarak yok edilmeye çalışılması.
Maraş’ta bu üç unsurun tamamı vardır. İnsanlar kimlikleri nedeniyle hedef alınmıştır. Yaşamları ellerinden alınmıştır. Mallarına el konulmuştur. Hayatta kalanlar göçe zorlanmıştır. Bir kentin demografik ve kültürel yapısı bilinçli biçimde değiştirilmiştir.
Bu nedenle Maraş’ta yaşananlara “katliam” demek yetersizdir. Bu, açık bir soykırım pratiğidir. Ancak Türkiye’de bu soykırım ne hukuki ne de siyasal olarak gerçek anlamda tartışılabilmiştir.
Maraş Katliamı’nın en ağır sonuçlarından biri, mağdurların yıllarca konuşamaması olmuştur. İnsanlar yaşadıklarını anlatmaktan korkmuş, sanki hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devem etmişlerdir. Maraş, uzun yıllar boyunca konuşulması yasaklı bir tabu hâline getirilmiştir.
Bu sessizlik kendiliğinden oluşmamıştır. Mağdurlar suçlu gibi gösterilmiş, sanki yaşananlar hak edilmiş gibi bir algı yaratılmıştır. Bu psikolojik kuşatma, adalet talebini de geciktirmiştir.
Ancak 2000’li yılların başında itibaren tanıklar yavaş yavaş konuşmaya başlamıştır. Bu, hem bireysel bir cesaretin hem de toplumsal hafızanın kendini zorla hatırlatma çabasının sonucudur.
Alevi hareketi tartışılırken sıkça dile getirilen bir yanlış vardır “Aleviler Sivas Katliamı’ndan sonra örgütlenmeye başladı.” Bu ifade hem eksiktir hem de yanıltıcıdır. Evet, Sivas Katliamı sonrasında Alevi örgütlenmesi görünür biçimde büyümüştür. Lakin Aleviler bu süreç öncesinde özellikle Avrupa’da kendi isimleri ile kurumlaşmaya başlamışlardı. Türkiye’ye uzanan bir uyanış dalgasının geldiği bir dönemden geçiliyordu. Sivas Madımak katliamı işte bu uyanışın barajlanması projesinin, Alevilerin demokrasi güçleri ile buluşmasını engelemek için devlet merkezli organize edilmiştir. Katliamın ardından Türkiye’nin dört bir yanında yürüyüşler düzenlenmiş, “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganı öne çıkarılmıştır. Alevi hareketi bu eksene sıkıştırılarak katliamda sorumluluğu olan CHP üzerinden yeniden devlet denetimine alınmıştır. “Mollalar İran’a” sloganı ile katliamın yerel, devlet bağlantılı boyutu örtülmüş, dış düşman algısıyla gerçek sorumlular gizlenmiştir.
2008 yılında Alevi örgütleri merkezi bir Maraş anması yapma kararı aldı. Ancak bu anma Maraş’ta değil Adana’da gerçekleştirilmiştir. Çünkü Maraş’a girmek demek, o coğrafyanın Kürtlüğüne, Aleviliğine ve sol-sosyalist duruşuna açık biçimde sahip çıkmak demektir. Bu yüzleşmeden kaçınılmıştır.
2009 yılında ise bu tablo kırılmıştır. Türkiye’deki Alevi örgütleri değil, İngiltere Alevi Federasyonu Maraş’ta anma yapmak için başvuruda bulunmuştur. Valilik yurtdışından gelen bir kurumun başvurusunu kabul edemeyeceklerini belirterek başvuruyu rededince, Türkiye Alevi örgütlenmesi kamuoyu baskısıyla Maraş’ta anma yapma kararı almıştır. 31 Aralık 2009 tarihinde yapılan ilk anma programına faşist güçler saldırmış ve bunu bahane yapan valilik sonraki yıllarda izin verilmemiştir. Bu durum hâlâ devam etmektedir…
Kısacası, Sivas katliamından 15 yıl ve Maraş’da yaşanan katlimadan 31 yıl sonra Maraş kendisini gündeme sokmuştur.
12 Eylül sonrası dönemde Alevi hareketine üç ayrı etkin operasyon çekilmiştir. İkisi geride kalmış, üçüncü süreç içinden geçmekteyiz. Bunlardan ilki Sivas Katliamıdır. Bu katliam yalnızca bir linç değil, aynı zamanda Alevileri, gelişen Kürt siyaseti ve sol hareketi ile bütünleşmesini engeleme hamlesidir.
Bugün Maraş meselesi, yalnızca geçmişle ilgili değildir. Maraş, bugünün demokrasi mücadelesidir. Kürtlerin var olma mücadelesidir. Alevilerin eşit yurttaşlık mücadelesidir. Solun ve sosyalistlerin adalet mücadelesidir.
Bu mücadeleleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü sorunlar aynı merkezden beslenmektedir. Bugün Kürtler daha örgütlüdür, Aleviler daha örgütlüdür, sol ve sosyalist yapılar tabloyu daha net okumaktadır. Bu, Maraş’ın neden hâlâ bu kadar rahatsız edici bir gerçek olduğunu da açıklar.
Maraş’la yüzleşmek, bu ülkenin kuruluşundan bugüne taşıdığı inkâr ve imha siyasetleriyle yüzleşmek demektir. Bu nedenle Maraş yalnızca anılacak bir acı değil, sahip çıkılması gereken bir mücadele hattıdır.
Ve bu mücadele, er ya da geç, herkesin kapısını çalacaktır.