19 Aralık’ta başlayıp 26 Aralık’a kadar süren o karanlık kıyım, sadece evleri değil; bu toprakların vicdanını ve bir arada yaşama iradesini de yok etti. Maraş, üzerinden 47 yıl geçse de adaletin hâlâ firari olduğu bir kanayan yaradır.
Lokmasını Paylaştığı Komşusunun Celladı Olmak
Yer ve gök şahitti; onlar utandı, insan utanmadı. Güneş, o sabah hakikat kapısında çarka dönenlerin hatırına bile doğmak istemedi. Bugün utanç, bu toprakların kalbinin üzerinde taşıdığı kara bir kolyedir. Türkiye; bir inancın, bir kimliğin, bir ideolojinin sistemli olarak kurban edildiği bir coğrafyanın adıdır. 19 Aralık, sadece bir başlangıç tarihi değil; faili meçhul bırakılan her acının, cezasızlık politikasıyla beslenen her yeni vahşetin ön sözüdür.
Öldürmek, hiçbir zaman anlık bir cinnetin sonucu değildir; katliam, ilmek ilmek işlenen bir nefretin finalidir. Din kisvesi altında “Yaradan’ın yarattığını” katletmek, basit bir provokasyonla açıklanamaz. Bu, bir insanın ruhuna sinsi sinsi zerk edilen bir yok etme programıdır. Kendinden olmayanı yok sayma güdüsü öyle bir raddeye ulaşır ki; ötekinin inancı, dili, kıyafeti, hatta bir gülüşü bile suç unsuru sayılır.
Hamile kadın, çocuk ya da yaşlı demeden komşusunun celladı olmayı istemek; işte o an toprak, hava, güneş ve su milyonlarca parçaya bölünür. Yaşamın tüm elementleri o vahşetle birlikte dağılır. Ve bir sabah, yıllardır selamlaştığınız, aynı sofrada lokmalarınızı paylaştığınız komşunuzun evi, iş yeri ve canı sizin için “ganimet” haline gelir. 26 Aralık’a kadar süren o kapkara günlerde gökyüzü kapanır, komşu komşunun celladı olur.
Cezasızlık: Siyasal Bir Tercih
Bu vahşetin en karanlık yüzü ise, katliamın kanlı ellerinin zamanla devletin en üst kademelerine ve siyaset koridorlarına taşınmasıdır. Kendi şehrinin insanlarını katledenlerin, sanık sandalyelerinden meclis koltuklarına “terfi” ettirildiği bir düzende adalet; sadece bir masal kitabının adıdır. Faillerin yargılanmak yerine ödüllendirildiği, milletvekili koltuklarıyla onurlandırıldığı bu coğrafyada; cezasızlık bir hukuk boşluğu değil, bilinçli bir siyasal tercihtir. Bu “ödül sistemi”, bir sonraki katliamın potansiyel faillerine verilmiş en açık davetiyedir.
Ötekileştirilenlerin Kök Arama Sancısı
Benim içimdeki yara, ben doğmadan çok önce bu topraklara ekilmişti. Bu topraklar bizi köksüz bırakmaya yeminliyken, bizler geleceği elinden alınmış halklar olarak köklerimizi arama sancısından hiç kurtulamadık. Türkiye’de Alevi olmak, hele ki Kürt-Alevi olmak, doğuştan gelen bir “günah” gibi sırtımıza yüklendi. Cumhuriyet “tek din, tek dil, tek bayrak” üzerine inşa edilirken; biz “ötekiler” için doğduğumuz toprak haram, kimliğimiz ise birer tehdit sayıldı. Ne bu devletin makbul vatandaşı olabildik, ne de kendi hakikatimizle yaşamamıza izin verildi.
Yüzleşmek Bir Lütuf Değil, Zorunluluktur
Gerçek adalet, bu topraklarda yaşayan her bir ferdin kendi vicdanıyla ve komşusunun kapısına atılan çarpıyla yüzleştiği gün başlayacaktır. Halkların yüzleşmesi, bir lütuf değil, bu coğrafyada onurlu bir gelecek inşa etmenin tek anahtarıdır. “Ben yapmadım” demek yetmez; ödüllendirilen katillere “katil” diyecek cesareti göstermek gerekir. Bizler, hafızası silinmiş bir yığın olmayı reddedenler olarak, bu yüzleşmeyi talep ediyoruz. Muteber vatandaşınız olmayacağız; çünkü biz, sizin yalanlarınızdan daha gerçek olan acımızla, kendi kendimizin hakikati olmaya devam edeceğiz.