Tarihin derinliklerinde, Dicle ve Fırat nehirleri arasında saklı kalan coğrafya Mezapotamya, insanlık tarihinin en kadim halklarından Kürt halkının coğrafyası. Verimli, bir o kadar da kurak bırakılmış bir halkın coğrafyası Mezapotamya. Kültürleri, dilleri, gelenekleri ve anaaneleri ile binlerce yıldır ortadoğu’nun kalbinde yaşayan bir halkın Kürtlerin, sanatta ve sinemada varoluşlarının ve geçmişlerine ve geleceklerine bir bakıştır sinema.
Yüzyıllardır bir çok katliama, soykırıma uğramış bir coğrafyanın, işkencelerle, ölümlerle, asimile edilmeye çalışılmış bir halkın, asimile edilemeyen çocuklarının hikayelerini, acılarını, umutlarının yok edilemeyeceğinin gerçekliğini sinema ile dünya halklarına anlatılması gerekmektedir artık.
Kürt halkı gerek dili, gerek kültürü ile gerekse de 4 parçaya bölünen Kürdistan cografyası ve bu topraklarda yaşayan kadim halklar (Ermenisi, Kürdü, Arabı, Çerkesi, Rumu, Süryanisi vb.) ile bir doğal sanat mozaiğidir.
İkinci Dünya Savaşından sonra 4 parçaya bölünen Kürdistan topraklarının bulunduğu dört ülkede (Suriye, Irak, Iran ve Türkiye) Kürt halkı, kimliksizleştirilmeye çalışılmış, ötekileştirilmiş ve itilmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem yazım alanında hem sanat alanında tüm zorluklara karşı (hem yaşamsal hem de siyasal olarak) bir çok gelişme yaratılırkenya da yaratılmaya çalışılırken, Kürdistan topraklarının parçalanmasından sonra özellikle Kürtçe dilinin yasaklanması, Kürtçe eserlerin yasaklanması ile Kürt halkı kendi kabuğuna çekilmek ve otoriteye biat etmek zorunda bırakıldılar.
Nerden dutdum hatırlamıyorum ama “Bir halkı bitirmek için öncelikle o halkın dilini bitireceksin” diye bir cümle duymuştum. Dört parça Kürdistan da en ağır zulmü yaşayan Bakur Kürdistanı yani Kürdistan topraklarının Türkiye bölümünde kalan parçasın da yaşayan Kürt halkı oldu. Türkiye sınırları için kalan bakur Kürdistanın da yaşayan halkların giyiminden, konuşmasına, oturmasına kadar yaşamlarının her alanında, her yerde, her durumda ket vuruldu, yasaklandı, inkar edildi uzun yıllar boyunca ( ki bu inkar ve asimilasyon politikaları halen devam ediyor). Kürt halkının geleneksel elbisesi “Kiras u sermil ve Şal û şepik” yasaklandı, hikayeler, ezgileri, yazıları yasaklanan bir halktır Kürtler. Tüm bunlara rağmen her durumda kendilerini yaşatacak bir yol bulmaktan geri durmadılar. Bu yaşamın içinde en çok kullanılan sözlü kültür geleneğini yani DENGBEJLİK geleneğine sıkı sıkıya sarılmaları oldu.
Geleneklerini yaşatmak için sözlü kültür geleneğine sarılan Kürtler, hikayelerini, destanlarını, kahramanlıklarını, acılarını yüzyıllardır Dengbejler aracılığı ile topluma taşıdılar ve Dengbejler ile yaşatmaya çalıştılar.
Son yüzyıl içerisinde verdikleri mücadeleler ile adeta tarihini, kültürünü yeniden gün yüzüne çıkaran, Kürt halkı, Ortadoğunun bütün halklarına özgürlüğe giden yolda umut olmayı başardılar.
Soykırımlara maruz kalmış, toprakları ellerinden alınarak dört parçaya bölünmüş bir halk olarak Kürtler, yaşadıkları tüm zorluklara baskılara baş eğmeyerek bulundukları, ürettikleri her alanda (eşitlik, kadın hakları ve özgürlüğü, ekoliji dahil ve daha bir cok alanda) büyük bir ilerlemeler hayata geçirdiler.
Bütün bunlarla birlikte sanatta da ilerleme gösteren Kürt halkı yüzyıllardır devam gelen sözlü kültürü yazıya dökmüş, kitaplar yazarak ilerlemesinin önünde ki engelleri tek tek kaldırarak yoluna devam etmişlerdir.
Resimde, yazıda, heykel de yaşanan gelişmeler yavaş yavaş Kürt halkının bilincini ve geleceğini de şekillendiren Sinema alanında da kendini göstermeye başlamıştır.
20. yüzyılın başlarında ülkeleri parçalanan, ötekileştirilen Kürtler, öncelik sorunları varolma kaygısı olan Kürtler, kendilerini korumak için seçtikleri gerek başkaldırı ve gerekse direniş yollarına rağmen sanat alanın da yeterince zaman ve imkanlarının olmamasına ya da egemen güçler tarafından bu olanaklar verilmemesine rağmen, yaşadıkları topraklarda, bulundukları alanlarda oranın durum ve koşullarına göre müzik ve sinema alanların da büyük bir emek ve efor harcamışlar. Yasaklara, yasaklamalara ve baskılara rağmen, yaptıkları çalışmaları sahiplenmişler ve korumaya çalışarak günümüze kadar getirmek için acılarla yoğrulmuş bir insan üstü gayret göstermişlerdir.
Bakur Kurdistanın da (Turkiye Kurdistaninda ) başkaldırının, zulme boyun eğmemenin sembolu olan Yılmaz Güneyden, Başur Kürdistanı, Rojhilat ve son olarak Rojava Kürdistanı, sinema alanında son yıllarda buyuk bir ilerleme ve başarı sağlamıştır. Arkalarında onları destekleyecek bir güç veya bir devlet olmamasına karşılık herhangi maddi bir güç kaynağı bulunmayan dört parçadaki Kürtler, son yüzyılda yaşadıkları acılarını sinemaya da yansıtmışlardır.
Yüzyıllık bir geçmişe sahip olan Kürt sineması, ilk olarak Ermenistan da 1926 yılında piyasaya çıkan ve yönetmenliğini Hamo Beknazarian’ın “Zare” filmi ile başlayan Kürt sineması aradan geçen 100 yıllık zaman dilimi içinde onlarca, yüzlerce çalışma hayata geçirmesine rağmen günümüz sinema sektörü tarafından gözmezden gelinmeye çalışılıyor. Onların bu görmeme, göstermeme çabalarına karşılık Kürt sineması ve Kürt sinemacılar inatla, bıkmadan usanmadan, üretmeye ve ürettiklerini toplumla buluşturmaya çalışıyor.
Şimdi burada ki kilit soru şu olmalı herhalde:
Bu kadar zenginliklere sahip olan bir halkın sineması, neden tanınmıyor ya da tanınmak istemiyor ?
Sadece bu yukarıda ki soru bile tek başına ezilen, ötekileştirilen halkların varoluş kavgalarında onların bu çabalarının yalnız kalmaması gerektirmiyor mu sizlere!