Halkın düşüncesi ve öncelikleri hiçe sayılmış, iradesi çiğnenmiştir. Bu yörenin halkı etnik köken ve inanç farklılığı nedeniyle hor görülmüş, dışlanmış, hayal ürünü iftiralara uğramış ve hatta katledilmiştir. Dolayısıyla bu insanların duyarlılıklarının/ kaygılarının iktidar olanlar tarafından dikkate alınması elzemdir
Mustafa Kalay
Doğada kalıcı değişiklikler yapanların, çevreyi deforme ederek kirletenlerin muhatabı orada yaşayan tüm canlı türleridir. İnsanoğlu bu türlerden sadece birisidir. İnsan, kendisinin dışında kalan milyonlarca tür ile paylaştığı doğa ve yaşam ilişkisi sayesinde varlığını sürdürmektedir. Büyümeyi ve meta üretmeyi kutsayan kapitalist ekonomik model, insan ve diğer türlerin yaşam hakkı yerine, doğa tahribatı (sağlıklı canlılık ortamının/koşullarının yok edilmesi) ve emek sömürüsü özelliği gereği sermayeye hizmet etmektedir. Doğa tahribatı ve emek sömürüsü düzeyi ülke yönetiminin demokratikleşme derecesine bağlı olarak farklılıklar göstermektedir. Örneğin; hiyerarşik, merkeziyetçi, yerel demokrasisi zayıf ülkelerde doğaya karşı daha fazla suç işlenebilmektedir. Bu tip ülkelerde, diğer meselelerde olduğu gibi, doğanın kullanımı konusunda da halkın iradesi dikkate alınmamakta, birileri onlar adına en iyisini yaptıklarını düşünmektedirler. Kaldı ki, orada yaşayan insanlar doğalarına ve diğer türlere karşı daha duyarlı ve itinalı bir tutum sergileyeceklerdir. Kızılderililerin doğa ve diğer türlerle olan ilişkisi bu durumun tipik örneğidir. Onlar doğanın efendisi değil, bir parçasıdırlar. Dolayısıyla doğadan faydalanırlarken diğer türlerin yararlanma hakkını da gözetirler.
Ülkemizde neoliberal politikalara abanan AKP hükümetleri, insan emeğini ve doğayı sömürgeleştirme/talan etme konusunda yüksek performans sergilediler. Artı değeri yüksek, yandaş sermayedarlar yaratan projelere ağırlık verdiler. İnşaat ve enerji sektörleri en gözde kar alanları oldu. Mevcut sermayedarlar kârlarına kâr katarken, yeni yetme sermaye sahipleri de vitrindeki yerlerini aldılar. Evet, birileri büyüyüp palazlanırken, onların büyümesi bizim/hepimizin ortak büyümesi gibi gösterilerek bildik bir yanılsama yaratıldı. Gerçeklik oldukça farklı idi. Bir avuç sermayedarın, siyasetçinin ve bürokratın gayrimenkul sayıları artıp, banka hesapları kabarırken, sessiz çoğunluğun emeğinde ucuzlama, doğada ise talan yaşandı. Tüm canlı türlerinin ortak kullanım alanı olan dağlar, ormanlar, dereler, meralar sermayenin hizmetine sunuldu. Halklar örgütlülükleri oranında yaşananlara karşı dirense de, siyaset-sermaye cephesi direnenlere karşı şiddet kullanmaktan geri durmadı. Ülkemizde bunun yüzlerce örneği yaşanmıştır/yaşanmaktadır.
Soma’nın Yırca Köyü’nde termik santral kurmak için 6000 zeytin ağacı kesildi. Her zaman olduğu gibi halkın iradesi hiçe sayılmıştı. Yırca halkının konu ile ilgili değerlendirmesi/kararı önemli değildi, önemli olan siyasi iradenin ve sermayenin ne düşündüğü ve neyi uygun gördüğü idi. Üstelik, Yırca halkı zeytin ağacı katliamını engellemek için, önceden yargı yoluna gitmişti. Acelesi olan sermaye-siyaset koalisyonu yargı kararını beklemeden bu katliamı karanlık bir geceye sığdırdı. Yırcalılar katliama direnince de resmi ve/veya özel güvenlik güçlerinin hışmına uğradılar/uğratıldılar. Yargı Yırcalılardan ve doğadan yana karar verdiğinde, geçmişi ve geleceği bir arada barındıran/temsil eden zeytin ağaçları çoktan yok edilmişti. Karşımızda yargı kararını beklemeden zeytinleri kesen bir şirket, şirketin bu kadar keyfi davranmasına göz yuman bir iktidar, şirketleri koruma adına halka saldıran güvenlik güçleri vardı. Bu ve benzeri durumlar göstermektedir ki, bu hali ile devlet toplumun kurucu teklerinden ziyade, sermayenin ve şirketlerin hizmetindedir.
Ülkemizde çok sayıda HES, RES, termik santral, otoyol ve maden çıkarma projesi Yırca’dakine benzer koşullarda yürütülmüştür/yürütülmektedir. Artvin Cerattepe’de de benzer bir durum yaşanmıştır. Artvinlilerin iradesi hiçe sayılarak, patronu milletin anasını bellemeye pek hevesli, bir şirketin Cerattepe’den altın madeni çıkarmasına izin verilmiştir. Artvin halkı yapılanı kabullenemeyip direnişe geçince, başta cumhurbaşkanı olmak üzere, hükümet mensupları ve havuz medyası tarafından komplo senaryoları devreye konmuştur. Tıpkı Gezi Sürecinde olduğu gibi (dış güçler, paralel, bölücüler, solcular, yerli ve milli olmayanlar, ülkemizin öncü güç olmasını hazmedemeyenler) genellikle suçlananlar, taraf olanın ezberini harekete geçirecek kesimlerdir. Halkın itirazını-direnişini muhatap almak yerine, topu taca atma misali, muhalif kesimler hedef gösterilerek özne durum (yaşananın kendisi) gözden kaçırılmaktadır.
Suriye planları önemli oranda suya düşen AKP hükümeti, dezavantajlı durumunu avantaja çevirmeye çalışmaktadır. Normal koşullarda 2,5 milyon Suriyeli göçmeni barındırmanın, ekonomik yükünden ziyade, siyasal ve sosyal dezavantajları bulunmaktadır. Hükümet, uluslararası ve bölgesel kimi aktörlerle birlikte önemli oranda sorumlusu olduğu göçmen trajedisini, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinde muhataplık pozisyonunu korumaya yönelik bir kaldıraç olarak kullanmaya çalışmaktadır. Hükümet açısından izlenen politikanın en önemli kazanımı mali destek değildir. Daha önemlisi, Türkiye’deki anti-demokratik uygulamalara ve Kürt illerindeki trajediye sessiz kalınmasıdır. 2,5 milyon Suriyeli göçmen Avrupa ile ilişkilerin şekillenmesinde etkili oldu ise, içeride de çeşitli amaçlar doğrultusunda daha işlevsel hale getirilebilir. Örneğin; demografik yapıyı değiştirmek, tampon alanlar oluşturmak üzere belli bölgelere yerleştirilebilirler. Devletin geçmiş uygulamalarına dayalı deneyimler, belli bölgelerin ağırlıklı olarak etnik ve inançsal azınlıkların yaşam alanları olacağını göstermektedir.
Cerattepe’de yaşananlardan hemen sonra, Suriyeli mülteci kamplarının kurulacağı alanlara ilişkin tartışmalar gündemleşti. Bu kapsamda, Dikili (İzmir) ve Pazarcık (Maraş) tartışmaların odağındadır. Dikili ile ilgili somut bir durum yaşanmazken, Pazarcık’ta konteyner kent kurma çalışmaları devam etmektedir. Bu durum karşısında Pazarcık halkı oldukça endişeli ve tepkilidir. Mülteci kampı, Kürt-Alevilerin yaşam merkezine kurulmaktadır. Bu yörenin Kürt-Alevileri göçmenliğin, bir ülkede yabancı olmanın ne olduğunu iyi bilen bir kesimdir. Zira Maraş Katliamı’ndan sonra, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, dünyanın birçok yerinde göçmen/sığınmacı olarak yaşadılar. Yaşamaya da devam etmektedirler. Savaş mağduru göçmenlerden ziyade, tepkileri Suriye savaşını körükleyenleredir, Avrupa ile para karşılığı göçmen pazarlığı yapanlaradır, defalarca katliama uğramış bir halk olarak duyarlılıklarını/endişelerini/korkularını dikkate almayanlaradır, karar-yetki bir yana kendilerine söz hakkı dahi vermeyenleredir. Evet, Pazarcıklıların özel bir durumu bulunmaktadır. Onlar, tüm Alevilere reva görülen Sünni-İslamcı baskıların yanı sıra, devletin gözetiminde uygulamaya konan 1978 Maraş jenositini yaşamışlardır. Yaralıdırlar ve yaraları kanamaya devam etmektedir. Kanamanın devam etmesinde, devletin katliam sonrası tutumu da etkili olmuştur. Devlet, katliama ilişkin ketum ve yanlı tutumunu sürdürmektedir. Katledilenlerin nereye gömüldüğü, bir mezarlarının olup olmadığı dahi bilinmemektedir. Yine, bu insanlara uğradıkları katliamı Maraş kent merkezinde protesto etme hakkı dahi verilmemektedir. Bu insanların acılarını yaşamaları, acıları ile yüzleşmeleri engellenirken, diğer taraftan katliama iştirak etmiş “Karanlık”-Maraşlıların da utançları ile yüzleşmeleri, olayın pişmanlığını yaşamaları engellenmiş olmaktadır.
Suriyeli mültecileri barındıran kamplara ilişkin şaibeler bilinmektedir. Hatırlanacağı gibi kimi mülteci kamplarına ana muhalefet partisi milletvekilleri dahi girememiş, bu durum günlerce tartışma konusu olmuştu. Göçmenleri zan altında bırakmak istemem ama kamplarda barınanların yüzde kaçı selefi anlayıştadır veya bu anlayışa sempati ile bakmaktadır? Selefi cihatçıların kamplara sızmalarını önlemek için gerekli önlemler etkili şekilde alınmakta mıdır? Bir süre öncesine kadar, güvenlik güçleri ile IŞİD mensuplarının sıcak diyalog ve pozlarına bakılırsa, bu sorulara olumlu yanıtlar vermek oldukça zordur. Bu durumda Pazarcık halkı kaygılanmakta haklı değil midir? Suriyeli göçmenlerin kampları bir yana, Türkiye toplumunda IŞİD’e sempati duyanların oranı yüzde 8 düzeyindedir. Ne dersiniz, sizce Suriyeli mülteciler arasında bu oran nedir? 27.400 kişilik göçmen kampında en iyi ihtimalle birkaç bin IŞİD sempatizanı bulunma olasılığı oldukça yüksektir. Kısacası Pazarcık halkı hangi saiklerle karşı çıkmaktadır?
Yöre halkının diline tercüman olmak ve yanlış anlamaların önüne geçmek adına bir kez daha tekrarlamak gerekirse; mera olan bir alanın/arazinin yöre halkının iradesi hiçe sayılarak önce Hazine’ye, Hazine’den TOKİ’ye, TOKİ’den de özel şirkete devredilmesi. Bu mera orada yaşayan insanlara aittir, onlar bundan faydalanmaktadırlar. Böyle olması işin tabiatı gereğidir. Demokratik yönetimler bu alana ilişkin kararları halkla birlikte alırlar. Merkezi otorite kendi başına belirleyici olamaz. Olur ise bunun ismi demokratik yönetim yerine başka bir şey olur. Burada halkın düşüncesi ve öncelikleri hiçe sayılmış, iradesi çiğnenmiştir. Bu yörenin halkı etnik köken ve inanç farklılığı nedeniyle hor görülmüş, dışlanmış, hayal ürünü iftiralara uğramış ve hatta katledilmiştir. Dolayısıyla bu insanların duyarlılıklarının/ kaygılarının iktidar olanlar tarafından dikkate alınması elzemdir.
Burada tam tersi bir durum yaşanmaktadır. Demokratik tepkisini gösteren halk, güvenlik güçlerinin kuşatması ve gazı ile karşılaşmaktadır. Bu kampa yerleştirilecek olan Suriyeli göçmenler arasında IŞİD, El-Nusra gibi selefi gruplara mensup militanların bulunma olasılığı yüksektir. Bu gruplar Alevilerin katlini vacip görmektedirler. Irak ve Suriye’de vahşet niteliğindeki pratiklerini defalarca sergilemişlerdir. Bu durumda yöre Alevileri endişelenmekte haklı değiller mi? Hükümet yetkilileri istedikleri kadar “Biz vatandaşımızı ayrım yapmadan koruruz” söylemini tekrarlayıp dursunlar. 10 Ekim Barış Mitingi’ne katılanları IŞİD saldırısına karşı nasıl koruduklarını hep beraber gördük! Kimse kusura bakmasın, tarihsel ve güncel olarak yaşananlar devlete olan güveni sıfırlamıştır. Pazarcık-Terolar tartışması devam ederken, Sivas’ta Kürt-Alevi köyleri arasına benzer kampların kurulabileceği bilgisinin sızması demografik yapı ile oynama ve asimilasyonu çağrıştırmaktadır. Böyle bir uygulamayı kabul etmek mümkün değildir. Bu, Alevilere karşı suç işlemektir. Pazarcık halkı, bu uygulamaları demografik yapıyı değiştirmeye yönelik hamleler olarak değerlendirmektedir. “Zorunlu İskan” yasaları ile yapılanlar bu halkın hafızasına kazınmıştır ve nesilden nesle taşınmaktadır.
Yırca’nın zeytinleri, Artvin’in Cerattepe’si, Pazarcık’ın merası… Doğanın üç farklı noktasında, farklı kaygılarla halk hükümetle-devletle karşı karşıya gelmiştir. Her üç alanda yaşananların en belirgin ortak noktası, devleti yönetenlerin halkın iradesini hiçe sayan, dikkate almayan bir tutum sergilemeleridir. Sizin dışınızda birileri (siyasiler, bürokratlar ve sermaye sahipleri), şaibeli ilişkileri çerçevesinde, yaşam alanınızdan (dereniz, dağınız, tepeniz, ormanınız…) kimin, nasıl, ne kadar rant sağlayacağına karar vermektedirler. Bu durum, izniniz olmadan hanenize girilerek talan edilmesine benzemektedir. Zira, o yaşam alanı, insan dahil, orada yaşayan tüm türlerin habitatı/adresi/evidir. Yaşam alanının kararı, orada yaşayanlara ait olmalıdır. Bu, bir yönüyle kendi geleceğinizi kendinizin planlamasıdır. Örgütlü olmayan toplumlar bunu başarabilirler mi? En demokratik çözüm yolu halkın/orada yaşayanların kendi öz örgütlülükleri kanalıyla karar vermesidir.