Türkiye siyaseti kirlenmişlik o dereceye vardırılmış ki artık “Bu kadarı da olmaz.” dediğiniz bir noktaya geliyorsunuz. O kadar “Olmaz.” dediğiniz yerden bir bakıyorsunuz, olabilirliği olan şeylerle karşılaşıyorsunuz. O kadar açık bir şekilde yalan üretiliyor, o kadar açık bir şekilde manipülasyon yapılıyor ki kimse dönüp de bunun üzerinde konuşma gücü göremiyor. Eğer konuşabilenler olursa, karşılarında da iktidarın baskı araçlarının devreye girdiğini görüyoruz.
Bu anlamıyla son dönemlerde tartışılan birçok konu aslında tartışılmamak üzere gündeme getirilen konular olarak önümüzde duruyor. Hem gündemi önümüze koyuyorlar hem de “Bunu tartışamazsınız.” diyorlar. “Bizim size sunduklarımızı kabul edeceksiniz, benimseyeceksiniz ve siz de bunları tekrarlayacaksınız.” dayatmasını yapıyorlar. Büyük bir medya ordusuyla, büyük bir trol ordusuyla topluma yanlış bilgi, kirli bilgi pompalanmaya iktidar cephesinden devam ediliyor.
Ne yazık ki Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu nokta, Ar damarı çatlamış bir düzen. Hiçbir suçun, hiçbir günahın, hiçbir hatanın kabul edilmediği; herkesin gözünün içine baka baka siyasetçilerin özellikle yalan söyledikleri bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti düzeni ile karşı karşıyayız.
Gözümüzün içine baka baka Erdoğan yolsuzluklara dair açıklamalar yapıyor.
“Siyasi hayatım boyunca böyle şeylerle hamdolsun karşı karşıya kalmadım.”
Bunu söyleyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Bunu diyen Bilal’in babası Recep! Peki, kamuoyu hiç mi bir yolsuzluk davasıyla, bir rüşvet davasıyla Erdoğan’ı anmadı? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan bugüne kadar siyasi hayatı boyunca yaptığı tüm işlerde yolsuzlukla adı anılan bir şahıs bunu söylüyor.
Bir yüzükle iktidara geldi! “Bundan fazlasını görürseniz bilin ki Tayyip Erdoğan çalmıştır.” diyen şahıs, şu anda dünyanın en zengin liderleri arasında sayılıyor. O günkü Recep bugünkü Recepe kendisi “hırsız” diyor.
Nasıl bir Cumhurbaşkanı bu kadar rahatlıkla bu yalanları söyleyebiliyor, bu cümleleri kurabiliyor? Cumhurbaşkanı bu cümleleri kurduğu zaman, varın siz düşünün, toplumun diğer kesimleri olaylara nasıl yaklaşabilir ya da olaylar karşısındaki refleksleri nasıl olur?
“Balık baştan kokar” hikâyesi gibi, bu iktidarın yukarıdan aşağıya kadar silsilesine baktığınızda dehşet bir utanmazlığı, dehşet bir pişkinliği ve aslında bir anlamda da iktidar olmanın sarhoşluğunu görmek mümkün. Sonradan görmüşlüğün dibe vurduğu bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söylememiz gerekiyor.
Çok zor değil web üzerinden tarayalım, soralım: Recep Tayyip Erdoğan’ın yolsuzluk ve rüşvet ile anıldığı davalar var mı? Girin internete, hangi platformu istiyorsanız ordan sorgulayın. Arama motorlarına sorun. Bir kaçını sizin için notlayayım;
- 1994-1998 İBB dönemi: Belediye ihaleleri, İGDAŞ ve İSKİ dosyaları. Erdoğan’ın isminin yolsuzlukla anıldığı ilk dosyalar.
- Deniz Feneri Davası (2008-2011): Almanya’daki mahkemelerde açıkça çözüldü. Yolsuzluğun içinde olanlar itirafçı oldu, cezaları aldılar. Bu dava Erdoğan’ın “gemicikler” sürecinin başladığı dönemdir.
- İhale ve yandaş sermaye tartışmaları (2000’ler-2010’lar): İhalelerin belli iş insanlarına verilmesi, Erdoğan çevresinde havuz medyası ve sermaye grupları oluşturulması.
- 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu (2013): Erdoğan’ın 4 bakanı istifa etti. Reza Zarrab ABD’ye sığındı, itirafçı oldu. Netflix bu operasyonun belgeselini çekiyor. Meşhur “sıfırlama” tape’leri bu dönemde yayımlandı.
- Man Adası belgeleri (2017): Kılıçdaroğlu, Erdoğan ve yakınlarının milyonlarca doları Man Adası’na transfer ettiğini açıkladı.
- Malta, Man Adası, Panama belgeleri: Erdoğan ve ailesinin yurt dışında servet tuttuğu iddiaları. Resmî soruşturma açılmadı.
- İmar ve kamu kaynakları iddiaları: Yol, köprü, havaalanı ihaleleri.
Ama Erdoğan ne diyor? “Hamdolsun böyle bir şeyle karşı karşıya kalmadım.”
Aklımızla mı dalga geçiyor? Nasıl bir ruh haliyle söylüyor? Ama söylüyor. Çünkü kamuoyunun bu kadar rahat manipüle edilebileceğini görüyor. Bir kesimin bunları benimsediğini ve doğru kabul ettiğini biliyor.
Üzerinde siyaset yaptığı toplumsal yapıyı tanıyor, o yapıya sesleniyor. Muhalif kesimler zaten bu durumu görüyor ve kabullenmiyor. Ama Erdoğan’ın esas aldığı kesim onlar değil, kendisine bugüne kadar destek veren yapılar.
Bugün sosyal medya platformlarına girin: Birçok haber kaldırılmıştır, birçok görüntü sansürlenmiştir. Bilal’in keyif partileri, Erdoğan ile ilgili rüşvet iddiaları, Erdoğan’ın ekibinin adı geçen yolsuzluk hikâyeleri, mafya ilişkileri… Bunların neredeyse hiçbiri bırakılmamıştır. Hepsi yargı eliyle kaldırtılmıştır. Ama Erdoğan’ı öven binlerce trol hesabı rahatlıkla haber akışına devam ediyor. Durmadan cilalayıp parlatıyor.
İşte bu arındırılmış, temizlenmiş ve sadece kendisini övmek üzerine kurulu sistem içinde Erdoğan konuşuyor. “Hamdolsun böyle bir şeyle anılmadım.” diyor. Kendi dünyasında söylüyor. Yapılanların hepsi biliniyor.
Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar kamuoyunu manipüle etmeye yönelik oluyor. Mesela, Erdoğan’dan sahte diplomalar açıklaması geliyor:
Erdoğan’ın söylüyor: “Devletimiz sahte diploma soruşturmasında milletin hakkını yiyen haramzadelere acımamıştır.”
Bunu söyleyen diplomasını ibraz edemeyen, kamuoyuna sunamayan, üniversitede okuduğunu ispatlamayan şahıs. Başkalarının var olan diplomalarını kendi yargısı eliyle iptal ettirip, onlara “diplomasız” diyor. Sonra da sahte diploma soruşturmasından bahsediyor. Bu sahtekârlığın, Osmanlı torunları dedikleri insanlara kadar uzanan bir dolandırıcılık hikâyesinin parçası olduğu da ortada. Kendisinin çevresine kadar uzanan bir soysuzluk.
Tüm bunları gözümüzün içine baka baka söylüyor. Onun için diyoruz ki pişkinlik diz boyu, arsızlık had safhada. Türkiye Cumhuriyeti devletinde pişkinliğin, arsızlığın kitabı yeniden yazılıyor. Ve bu, yukarıdan aşağıya doğru sirayet ediyor.
Sadece Erdoğan’la sınırlı değil. Tepeden aşağıya doğru her yerde hukuksuzluk, pişkinlik sürüp gidiyor.
Bakınız, Bayrampaşa Belediyesi’ndeki durum: AK Parti İstanbul İl Başkanı Abdullah Özdemir ne demiş?
“Bayrampaşa’da gördük ki CHP demokrasisi milli şef dönemlerini aratmadı.”
Arsızlık işte budur. Adamlar seçimi Bayrampaşa’da kaybetmişler. Halk bir seçimde iradesini beyan etmiş. Milli irade diyorsanız milli irade. Yerli diyorsanız yerli irade. Halk gitmiş, sandıkta tüm baskılarınıza rağmen oyunu kullanmış. Sen tutuyorsun, o belediye başkanını görevden alıyorsun. Aldığın gerekçelerin hepsinin arkasında muhalefeti tasfiye etmek var.
Sonra belediye meclis üyelerinin bir kısmını tehdit ederek istifa ettiriyorsun. Gerekli sayıyı bulunca da kendi adayını seçtirmeye çalışıyorsun, kimi yerlerde seçtiriyorsunda. Bu, utanmazlığın en açık örneği. Seçimde kazanamadıklarını, halkın vermediği desteği, yargı üzerinden, kolluk kuvvetleri üzerinden almaya çalışan bir saldırganlık var.
Şu anda Türkiye’nin birçok yerinde, seçimde kaybeden AKP, belediyeleri bu şekilde geri alıyor. Yarın öbür gün Erdoğan kürsüye çıkıp rahatlıkla “Bizim şu kadar belediyemiz var.” diyebilir. Ama bu belediyelerin çoğu halkın oylarıyla değil, yargı eliyle alınmış durumda. Yargıya veilen talimatla alınmış durumda.
İstanbul’daki operasyonlara baktığınızda bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Erdoğan kaybetmiştir. Milli irade tarafından seçilmemiştir. Onun adamları seçilmemiştir. Bu yüzden milli iradeye karşı kendi zihniyetini, yolsuzluktan beslenen kadroları öne sürerek geri almaya çalışıyor.
Bu sadece bununla da kalmıyor. Adamlar kalkıyorlar, ekranlarda kendilerine baskı yapıldığını söylüyorlar. “Yapamadık, edemedik.” diye bahaneler üretiyorlar. Peki Recep’e dönüp ne diyecekler? Bayrampaşa’da o kadar hile yaptınız, adamlarınız o kadar oyun çevirdi, ama “Reis biz orayı alamadık, sana teslim edemedik.” mi diyecekler? Onun utancıyla saldırganlığı da kendilerine hak görüyorlar.
Mesela Ali Erbaş’ın kızı Merve Safa Lik’ioğlu, “Benim babam çok iyi bir insandır.” demiş. Haftalarca sosyal medyada Ali Erbaş’ın gidişi konuşuldu.
Ben kesinlikle Ali Erbaş’ın kızı için iyi bir insan olduğunu kabul edebilirim. Recep Tayyip Erdoğan da Bilal için çok iyi bir baba olabilir. Çünkü onların dünyasında zenginlik, lüks yaşam, şatafat var. Bunları sağlayan babadır. Baba Recep’tir, baba Ali’dir. Elbette onlar için iyi insandır. Ama halka karşı durum farklıdır.
Hanımefendiye dönüp söylemek lazım: Altı kere hacca giden, yani bir anlamda Allah’a –haşa– rüşvet vermeye kalkan bir adam, senin için iyi olabilir. Seni ve anneni hacca götürmüş olabilir. Ama bunu hep halkın cebinden yapmıştır. Bizim boğazımızdan kesmiştir. Onun için senin baban sana iyidir, Recep, oğluna iyidir, ama halka karşı kötü bir adamlardır.
Şimdi gelelim Yusuf Tekin’e. Çocuğunun özel okula gittiği ortaya çıktı. İmam Hatipleri övüp dünya modeli diye satarken, çocukları özel okullarda özel eğitimler imkanları kullanıyorlar. Okulun imkanları sayılmış: sabah kahvaltısı, öğle yemeği, ikindi atıştırmalıkları… Bir x platformu paylaşımda şu denilmiş:
- İmam hatipleri destekleyip kendi çocuklarını özel okullara gönderiyorlar.
- Şehitleri övüp çürük raporu alıyorlar.
- Kefenimizi giydik geldik deyip zırhlı araca biniyorlar.
- Fakirlik Allah’a yakın olmaktır deyip dört ayrı yerden maaş alıyorlar.
İşte utanmazlık budur. Aymazlık, ar damarının çatlaması meselesi budur.
Bu ülkenin insanları neden fakir? Çocuklarımız neden açlığa, eğitimsizliğe maruz bırakılıyor? Veliler varını yoğunu ortaya koyup çocuklarını okutuyor, ama okullar bittiğinde işsiz kalıyorlar. Ama birileri de “Çocuğumu meclise soktum, vatana hizmet etsin.” diyebiliyor.
Utanmazlık, siyasetin her alanına sıçramış durumda. Bu aslında toplumsal çürümenin de resmi. Çürütülmüş bir toplum. Bu siyasetçileri seçen toplum da çürümüş demektir. Bunlara ses çıkarmayan kitle çürümüş demektir.
Bu adamlar kimden besleniyor? Yalanlardan, ikiyüzlülükten, pişkinlikten… Hâlâ bizi yönetme pozisyonunda olabilmelerinin nedeni bu. Irkçılıktan, siyasal İslam’dan, düşmanlaştırmadan besleniyorlar. Kürt’e düşmanlık, Ermeni’ye düşmanlık, Alevi’ye düşmanlık üzerinden siyaset kuruyorlar.
Sanki Alevi’yi ortadan kaldırırlarsa karınları doyacak. Sanki Kürt’ü yok ederlerse özgür olacaklar, dünya devleti olacaklar. Böyle bir mantıkla yaşayan, kendi sefaletine ses çıkarmayan kitleler sayesinde, bunlar halkla dalga geçebiliyorlar.
Bugün Türkiye’de artık hak aramanın temsilcisi sokak çeteleri olmuş durumda. Devletin yapmadığını mafyalar yapıyor. Herkes kendi hukkunu kendisi, adaletini kendisi uygulamak istiyor. Çeteler para tahsilatı yapıyorlar, uzlaşmazlıklarda aracı oluyorlar. İnsan öldürmeyi en ucuzundan iş halien getirmiş durumdalar. Hangi çeteden ne kadar destek alırsan o kadar gücün var. Bir çete seni destekliyorsa koruyucun var, desteklemiyorsa evin kurşunlanıyor, işyerin kurşunlanıyor. Ve bunlar günlük hayatın parçası haline geliyor.
Bunun sorumlusu devlettir, iktidardır, iktidarın yaptıklarıdır. Devlet devlet olursa, parlamento parlamentonun gereklerini yerine getirirse, sokaktaki mafyalar da bunu yapamaz.
Adıyaman’da depremzede engelli vatandaş Ali Geçer’in başına gelen olay: İş talebinde bulunuyor. Vali Mahmut Çuhadar’dan olumsuz yanıt alınca, “Bu engelli maaşıyla bir ay siz geçinin, geçinebiliyorsanız.” diyor. Sonuç ne? Engelli maaşı kesiliyor.
Bir kişinin engelli maaşı onun hakkıdır. Bir valinin keyfine göre kesilemez. Ama Türkiye’de hak, hukuk, adalet olmadığı için valinin keyfiyeti, devletin hukuku haline geliyor. Erdoğan’ın keyfi, anayasa oluyor.
Bugün Türkiye, hukukun askıya alındığı, yolsuzluğun normalleştirildiği, pişkinliğin ise siyaset kurumu haline geldiği bir düzende nefes almaya çalışıyor. Tepeden tırnağa sirayet eden bu yozlaşma, sadece iktidarın değil, toplumun da çürümesine zemin hazırlıyor. Yalanlarla, manipülasyonlarla, baskılarla sürdürülen bu düzen; halkın iradesini gasp ediyor, adaleti yok ediyor, geleceğimizi ipotek altına alıyor. Gerçek gündeme dönülmedikçe, yani halkın yoksulluğu, adaletsizliği ve eşitsizliği masaya yatırılmadıkça, Türkiye’nin çıkış yolu olmayacak. Çözüm, susmayan, hakikati dile getirmekten vazgeçmeyen, korkunun zincirlerini kıran bir toplumdan geçiyor.
Çünkü unutmayalım: Sessizlik, çürümüşlüğün en büyük destekçisidir.