Kadının gözlerinde kendisini gören adam başını öne eğdi ve “gitmeli misin?” diyen sesi duyuldu kadının. Kadının adı: Asiye. Asiye, Allah’ının kulu. Şemsiye gibi üstlerini hep sarmış olan çınar duydu, gök ve yer duydu. O çınar ki; yüzlerce aşka tanıklık etmişti. Gövdesinde bir nişan gibi taşıyordu çakılarla kazılmış isimleri. Genç adam mahcup “gitmemeli miyim?” diyebildi. Adamın adı: Sergey. Sergey, Tanrı’sının kulu… Sergey’in eli kızın yanaklarından akan gözyaşlarına değdi…
Yaşlı adam Asiye’nin babası. Allah’ının kulu, ölü karısı, hala yavuklusu kalbinde… Hiç üzmeyecekti kızını. Sözü vardı, aynı çınar altında aşkını mühürlediği çocuklarının anasına. O ayrılalı -dünyadan göçeli- beri, hiç bu kadar kendisini yalnız hissetmemişti. O da dokundu kızının gözyaşlarına; “bizde saklansın Sergey bir süre; fırtına dininceye kadar.” dedi.
Asiye “Ayrılığa yazılmamışız” dedi.
Sergey “Aşkım” dedi.
…
Kapı çaldı. “Bismillah” dedi yaşlı adam. Allah, savaşlarda hep güçlüden, hep silaha sahiplerden yanaydı! Oğlan arka odalardan birine saklandı. Kız kapıyı açtı. İçeri hiddetle girenlerden yüzünde bıçak yarası olan, kıza tüm gücüyle bir tokat attı. “Orospu, nerede o Sırp Piçi” dedi. Kızın çığlını duyan Sergey yerinden fırladı, ön odaya girdiğinde -girince- iki kişi tarafından kolları sımsıkı tutuldu, yere yatırıldı…
Gözleri son kez sevdiğin gözlerine değdi. Dört kurşun patladı -o küçücük odada-; ikisi göğsüne, biri başına isabet ettiğinde, aşkla okşanan saçlarından aşağıya kanlar aktı. Dördüncü kurşun yaşlı adamın dizinde korkunç bir ağrı bıraktı…
Kızın binlerce kez tekrar tekrar duyulacak olan korkunç çığlığı -küçük odadan çıkıp- Bosna’da yankılandı: “Sergeyyyyyyyyyyy aşkımmmm” …
Zamanın Doğu Almanya’sından, Çek Cumhuriyeti, Slovakya’dan geçip Ukrayna içlerinde ilerlerken Blacki arabayı sarp bir yamaca çektiğinde onun gözlerinde de Sergey’in yaşlarından vardı. … Bad Salzuflen’de herkes ona “Blacki” diyordu. Üstünde Slovenya pasaportu olmasına rağmen, biliyorduk ki; o Sırbistanlıydı. Çok dil biliyordu; Almancaya, İngilizceye, Rusçaya anadili kadar hakimdi. Birlikte çıktığımız Rusya gezisi sırasında asıl adının Sergey olduğunu öğrendim. Bosna’da sevgilisinin evinde öldürülen Sergey’in dayısı idi. Ve anlattı:
Almanya’nın Köln kentinde otel işletmeciliği yaparken, Doğu Blokundaki değişime paralel birikimlerini Sırbistan’da değerlendirmek için memleketine gitmiş. Özelleştirmeden, siyasette aktif olan kardeşinin yardımıyla iki fabrika satın almış. Yugoslavya’daki gergin ortam içinde işler kötüleşmeye ve durma noktasına gelmiş. Kapılara kilit vurulmuş. İşte bu arada Bosna’dan yeğeni Sergey’in haberi; cenazesi gelmiş.
Hitler faşizmine karşı savaşmış eski bir partizan olan babaları aileyi toplamış, aileden birinin Bosna’daki savaşta yer almak üzere karar vermesini istemiş; “Herkes fikrini söyledi. Gözler benim üstümdeydi; Sergey benim adımı taşıyordu. Ve ailede askeri eğitim almış tek kişi bendim. Bildim ki benden karar vermemi istiyorlar. Diğer gün yola çıktığımda, babamın madalyası avucumdaydı.”
Bosna’da bir yıl savaşta kalmıştı Blacki: “Bizim aramızda olduğu tespit edilenlerin aileleri feci şekilde öldürülüyordu. Akarsuyun yukarısında onlar, aşağısında da biz vardık. Onlar öldürdüklerini sallara bağlayarak aşağıya bizim görmemiz için dereye bırakıyorlardı. Karınları deşilmiş kadınlar, çocuklar, başları gövdesinden ayrılmış insanlar gördüm. Eşlerini, çocuklarının cenazesini görüp delirenlere, intihar edenlere ve vahşeti kendilerine amaç edinenlere şahit oldum. Sadece karşıdakilerin yaptıklarına değil, bizim yaptıklarımıza şahit oldum. Ne kadar nefretle dolduğumu ve insanlığımızı kaybettiğimizi fark ettiğimde ise silahımın namlusunu ateşlemiştim.
Dürbünlü ve uzun namlulu silahımla, hakim bir tepeden Müslüman bir köyü izliyordum. Yaşlı bir kadın gördüm. Bir evden çıkıp çok yavaş adımlarla karşıdaki eve doğru ilerliyordu. Arkasında bir taş vardı oraya nişan aldım ve bir kurşun sıktım. Neden sıktım bilmiyorum. Mermiyi kadına değil taşa sıktım. Kadın beklenmedik bir hızla karşı eve girdi. Düşündüm; şimdi bu kadın tanrının bir lütfü olarak kurtulduğunu, ona sıktığımı ama vuramadığımı sanıyor. Kaç dua etmiştir kim bilir! Belki de adaklar adayacak tanrısına yarın, öbür gün. Onun orada canını almayan bendim ve ben tanrı değildim…”
Oradan ayrılıp Sırbistan’a eve geldiğimde birahanelerde aylaklar, asalaklar kahramanlık hikayeleri anlatıyorlardı. Sergeyimiz gibi binlerce genç ölüme giderken, kendine vatansever diyen salaklar sürüsü, benim bilmediğim “zaferlere” -aslında kendi ölümlerine- kadeh kaldırıyorlardı.”
Dönüşünden sonra Bosna’daki kahramanlara kadeh kaldırmasını isteyen biriyle yaşadıkları tartışma sonrasında, mahkemelik olan Sergey’e, 9 ay hapis cezası verilir. “Babam bu ülke için savaştı, ben bu ülke için savaştım. Bedel ödedim. Kahraman olacaklarsa kendileri gitsin. Hiç oraları görmemiş, yaşamamış belki de hiç uğramamışlar benim adıma ahkam kesemezlerdi. Bunu kabul edemezdim. Doğru suç olamazdı. Lanet olsun dedim ve çıktım.”
Ve o çok iyi bildiği yere, Almanya’ya, eski Yugoslavya’nın parçası olan Slovenya pasaportuyla gelmişti. Aklını ve yüreğini evinde, sevgilisinde bırakarak… …
Şimdilerde bizim ülkemiz anlatılan kahramanlık hikayeleri ve geride bıraktığımız yıllar bana Sergey’lerin hikayesini anımsattı. Hani “bizde saklansın Sergey bir süre; fırtına dininceye kadar.” diyen Asiye’nin babasının iyimserliğini, intikam almak için yola çıkan Sergey’i ve sokaktaki serseri kahramanlar topluluğunu…
Temennim odur ki; aynı yolda bizi yürütmek isteyen savaş çığırtkanları, kahramanlık heveslisi serseriler, bu topraklarda bir akıl tutulması yaşatmaz .Her ne kadar akıl tutulması yaşatacaklarmış gibi görünse de, bizim topraklarda Asiyeler ve Sergeyler kazanır…