Şengal ve Kobanê’ye bakan Kürt Aleviler, bir yandan Koçgîrî, Dêrsim, Maraş ve Sivas katliamlarında yaşadıkları acıları yeniden yaşarken; bir yandan da IŞİD vahşetine karşı kadın, erkek bütün direnişçiler şahsında Seyid Rızaların, Alîşêrlerin, Besê ve Zarîfelerin baş eğmez direnişçiliğini gördüler. Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, toplumsal sorunları, o sorunları daha da derinleştiren ve mağdurlarını daha da inciten hamlelerle birlikte gündem yapıyor. Kürt açılımı, Alevi açılımı, Dêrsim açılımı… Kürt sorununda çözüm süreci için ümitvar açıklamaların yapıldığı ve İmralı görüşmesinin gerçekleştiği gün Irak Şam İslam Devleti örgütünün (IŞİD-DAİŞ) Türk ordusunun detemindeki sınırüstünden Kobanê’ye saldırmasına göz yumuluyor veya saldırı birlikte planlanıyor. Alevi açılımından bahsedildiği, bazı Alevi şahsiyetlerle görüşüldüğü günlerde sosyal yaşamın tamamen devletçi İslama göre düzenlenmesinin önemli bir adımı olan eğitim sisteminin daha anaokuldan itibaren şekilci Sünni İslami formata göre düzenlenmesinin toplantıları yapılıyor. Dêrsim Katliamı’nın gündem yapıldığı ve Dêrsim’e zulüm yapıldığının itiraf edildiği günlerde Türk ırkçıları Dêrsim’e hakarete davet ediliyor ve Dêrsimlilere hafızalarda kökleşmiş acıları yeniden yaşatılıyor…
Kürt sorunu, Alevi sorunu ve Dêrsim sorunu farklı sorunlar gibi gündemleştirilseler de, her üç sorun aslında tek bir sorundur; suçlular ve mağdurlar değişmiyor…
Dêrsim; Kürt etnik ve Kızılbaş Alevi inanç kimliğiyle Türk-İslam esaslı ulus devletin en zalimane öfkesini kustuğu, 90 yıldır yok etmek için her türden kaba vahşeti ve ince yöntemi devreye soktuğu, ancak sonuç olarak, amacına tam ulaşamadığı direnişin mekanı. Tarih boyunca kendi kendine yeten, devlet ve iktidara ihtiyaç duymadan tüm yaşamsal gereksinimlerini özgün üretim ve sosyal ilişkiler (ocak, aşiret) sistematiğiyle karşılayan, moral ihtiyaçlarını da bu doğal toplumsal sistemin paylaşımcı, dayanışmacı komünal değerleriyle inşa etmiş özgün bir toplumsallığın mekanı…
Dêrsim’in suçlusu kim(miş)?..
AKP hükümeti ve diğer düzen partileri, hem Seyit Rıza’nın idamı hem de 1937-38’de Dêrsim’de gerçekleştirilen soykırım konusunda kamuoyunu, “katliam oldu, olmadı”, “Atatürk’ün haberi vardı, yoktu” veya “aslında ölenlerin sayısı fazla değildi” gibi ciddiyetten, vicdandan ve insani duygulardan yoksun, basit bir tarzda ele alıp yönlendiriyor. Sanki yeni bir şey keşfediliyormuş ve her şey o tarihlerde olmuş, bitmiş gibi, bu gün de devam eden realiteden kopuk tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, yaşananların asıl sebepleri, tekçi Türk-İslam kimlikli ulus devletin zihniyeti ve Türk-İslam olmayan halkların sistemli bir şekilde nasıl ya fiziki katliam ya da asimilasyonla yok edilmek istendikleri ve bu politikaların halen yürürlükte olduğu gerçeğine pek vurgu yapılmıyor. Güya Alevi inanç önderi sıfatı taşıyan bazılarının (İzzettin Doğan gibi) ise, neredeyse, “aslında devletin ve yöneticilerin katliamdan haberi yoktu, alt düzey bazı askerler yaptı” şeklinde sözleri ifade ederken, yüzleri bile kızarmıyor.
Bunlar ‘pozitif’ tartışmalar olarak öne çıkarken, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve bazı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekillerinin, Seyid Rıza ve Dersimlileri suçlu gösteren, “medeniyetten nasibini almamış Dêrsimliler devlete karşı ayaklandıkları için imha edildiler (!)” şeklindeki ırkçı Türkçü görüşten bahsetmenin anlamı bile yok. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, “gidemezsin” restine karşı Dêrsim’ê gidip Valilik bahçesinde kendi koruma görevlilerine hitaben Seyid Rıza’ya ‘terörist’ ve Dêrsim direnişi için ‘terörizm’ hakaretinde bulunması, Türk devletinin 90 yıllık Kürt ve Kızılbaş inkarında hala ne kadar ısrarcı olduğunu ve Dersimlilerin acılarını ancak hakaret ederek gündemleştirebildiklerinin göstergesi oldu.
Tartışmalar, dönemin siyasi ve askeri kişiliklerinin ve o dönemin iktidarı CHP’nin katliamdan ne kadar sorumlu olduğuna odaklansa da, yaşananların Türk ulus devletinin, kendi kimlik ve toplumsal değerleriyle özgür ve özerk yaşamak isteyen Dêrsimli Kızılbaş Kürtlere yaptığı bir katliam olduğu açıktan dillendirilmiyor. Devlet, devletin ırkçı ve tekçi zihniyeti ile bu zihniyetin anayasası, kurumları ve uygulamalarıyla hala ayakta olması da görmezden geliniyor. Oysa, sorun, kimin bu devleti yönettiği değil, bu devletin tekçi ulus ve Türk-İslam olmayana yaşam hakkı tanımayan zihniyeti ile bu zihniyetle şekillenen yasal ve kurumsal yapısıdır.
Devletin tekçi, Türk-İslamcı zihniyeti, bu zihniyet üzerine şekillenmiş anayasası ve kurumları köklü olarak değişmeden ve tüm etnik ve inanç topluluklarının yaşamlarını kendi iradeleriyle şekillendirebilecekleri yeni demokratik bir rejim oluşturulmadan, ne Dêrsim’de yaşanan katliamların bir daha olmayacağının garantisi olabilir ne de halkların huzura erebileceği. Devlet ve mevcut siyasi iktidar eğer gerçekten bu konuda adım atma cesaretine sahipse, KCK yöneticisi Besê Hozat’ın vurgu yaptığı gibi; “Kürtlerin özerklik taleplerine evet demeli. Dersim’i özerk bir bölge olarak tanımalıdır…”
Dêrsim’ê sahip çıkmak ne demek?
1937-38’de Dersim’de katledilen; o tarihlere kadar hiç bir egemene baş eğmemiş, teslim olmamış; dağı, toprağı, suyu ve kutsal mekanlarıyla kendi kendine yeten ve sorunlarına kendisi derman olabilen dayanışmacı, paylaşımcı toplumsal sistem, o özerk (ocak, aşiret) sistem içinde toplumu birarada tutan kimlik, inanç ve kültürel değerler ile bu değerlerin oluşturduğu toplumsallığa yön veren halk önderleriydi…
Soykırım uygulamasıyla Dêrsimin Kızılbaş Kürdü dilinden, kimliğinden, yurdundan, doğasından, inancından, kutsal mekanlarından, kültüründen ve kendisini var eden toplumsal doğasının tamamından koparıldı. Bu gün eğer Dêrsimliler ve tüm Kızılbaş Kürtler anıya ve kendi öz hakikatlerine bağlılıktan bahsecekse, bunu ancak bu değerlerle yeniden buluşmayla gerçekleştirebilirler. Yani dile, kültüre, Kızılbaş Aleviliğin paylaşımcı ve dayanışmacı komünal değerleriyle ve bu değerlerin şekillendiği köylere, toprağa, yurda sahip çıkmakla toplumsal hakikatle buluşulabilir…
Toplumsal hakikat ancak bu öz değerlerde aranabilir; aksi taktirde bu gün yaygın bir şekilde yaşandığı gibi; tamamen şekilci, hiç bir toplumsal anlamı olmayan yabancı ritüel ve seremoniler içinde kendisini kaybeden, gittikçe kendisine ve öz değerlerine daha fazla yabancılaşan bir toplumsallığın gelişimine hizmet etmekten kimse kendisini kurtaramaz.
Kobanê’ye bakarak Dêrsim’î görmek…
Alevi örgütlenmesinin ağırlıklı kitlesini Kürt Aleviler oluşturmasına rağmen, bu oluşumların Seyid Rıza ve Dêrsim gündemi konusunda devleti ve devletçi bakışı zorlayıcı bir tutum geliştirebildikleri söylenemez. Tabandaki gözle görülür ilgi net olarak görülse de, Alevi siyaseti, bu ilgiye denk bir pratik yönlendiricilik etme cesaretini gösteremiyor. Genel Alevi hareketi, Halkların Demokrasi Partisi (HDP) ve Demokratik Alevi Hareketi’nin (FEDA, ÖDAD, vs.) etkinlik ve çağrılarının gerisinde kaldı. Bu da, hak talebini yalnızca mevcut iktidara veryansın etmek olarak algılayan Alevi siyasetinin, Kürt ve Alevi kimliklerini sorun gören tekçi Türk-İslamcı rejimi sorgulama cesaretinden hala yoksun olduğunun göstergesidir…
Ayrıca, devlet ve kendisini devletçi bakıştan azade edemeyen mevcut Alevi örgütlenmesinin Kürt Alevileri, genel Kürt sorununa ilgisiz tutma çabaları, özellikle Şengal ve Kobanê direnişiyle birlikte etkisini büyük oranda yitirmektedir. Kürt Aleviler hem Şengal ve Kobanê’deki katliamlara karşı tepkilerini, hem yurtlarından sürgün edilenlere karşı misafirperverliklerini hem de direnişçilere desteklerini büyük bir içtenlik ve dayanışma duygusuyla sergilediler. Şengal ve Kobanê’ye bakan Kürt Aleviler, bir yandan Koçgîrî, Dêrsim, Maraş ve Sivas katliamlarında yaşadıkları acıları yeniden yaşarken; bir yandan da IŞİD vahşetine karşı kadın, erkek bütün direnişçiler şahsında Seyid Rızaların, Alîşêrlerin, Besê ve Zarîfelerin baş eğmez direnişçiliğini gördüler.
Gerek Adıyaman, Maraş, Antep, Malatya ve Dêrsim’den gerekse de metropollerdeki Alevi ve yöre dernekleri üzerinden, çadırlarda yaşam mücadelesi veren savaş mağduru Kobanêliler ve Şengalliler için önemli yardım kampanyaları gerçekleştirildi. Yurtiçinde olduğu gibi yurtdışında yaşayan her etnisiteden Alevilerin de Şengal ve Kobanê direnişlerine gösterdikleri ilginin önemine vurgu yapmak gerekir.
Devlet Aleviliği ve devletin Alevisi…
Alevi açılımı lafını ağzından düşürmeyen ve bu tür gündemler oluşturmada artık ustalaşmış olan AKP hükümeti, sorunu hala kendisine göre tanımlama ve İslamcı ve Türkçü bakışı içine yerleştirme gayretinde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Alevilere yönelik ayrımcı uygulamalar konusunda bugüne kadar aldığı; kimlikten din hanesinin kaldırılması, zorunlu din dersinin kaldırılması ve son olarak da cemevlerinin ibadethane olarak görülmesi yönündeki kararları konusunda oralı bile olmayan AKP iktidarı, habire ‘Alevi açılım’ demogojişiyle gündem oluşturuyor. AİHM’in Alevilere ayrımcılık yapıldığına hükmettiği cemevleriyle ilgili son kararına ilişkin, “Bir devlet, o kararı uygulamak istemezse, çeşitli oyalama taktiklerini devreye sokabilir. Alevi sorunu bir toplantıda oldu bittiye getirilecek bir konu değildir” diyen Başbakan Ahmet Davutoğlu, Aleviliği Alevilere bırakma niyetinde olmadıklarını net bir şekilde yineledi.
Hükümetin, Alevi açılımından bahsettiği süreçler aynı zamanda toplumsal yaşamın Sünni İslam algısı temelinde şekillendirilmeye çalışıldığı süreçlerdir. Davutoğlu’nun Dêrsim ve Alevi açılımını gündem yaptığı günlerde (Aralık başı) toplanan 19. Milli Eğitim Şurası, anaokulda din (Sünni İslam) dersi, din dersinin ilkokul birinci sınıftan itibaren zorunlu hale getirilmesi ve karma eğitimin ortadan kaldırılarak, eğitimin kız ve erkek öğrencilerin birbirlerini hiç göremeyeceği koşullarda yürütülmesini içeren önerileri tartıştı.
Şüphesiz Alevilerin seslerini yükseltmeleri veya bazı hukuki yolları devreye koymalarıyla, özellikle AİHM gibi uluslararası organlarda bazı pozitif kararlar alınıyor. Ancak, bu kararlar Türk hükümeti tarafından ciddiye alınmıyor. AKP iktidarı, toplumsal vicdan ve içerikten yoksun, tamamen şekilcilik üzerine oturttuğu İslamlaştırma politikasını adım adım ve adeta herkesin gözüne sokarcasına sürdürmeye devam ediyor. Bu açıdan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, ‘devletin Alevisi’ni yaratma projesi çerçevesinde bazı ‘Alevi kurum temsilcisi’ ve şahsiyetlerle görüşmeleri sürdüreciğine dair sözlerini; AKP’nin toplumsal yaşamı tamamen devletçi Sünni İslamın şekilci kodlarıyla donatma çabasını süreceği ve Alevilerin de sözde açılım gibi yapay gündemlerle oyalanmaya devam edileceği biçiminde okumak gerekiyor. Bu politikadaki hedef ise; Alevileri, İslamcı-Türkçü rejime yedeklemek, yedek tutmaktır.
Alevilik devletten kurtarılmalı
Genel tabloya bakıldığında; aslında bir devlet Aleviliği ve devletin Alevisi bir kesim yaratılmaya çalışılıyor. Bilerek veya bilmeyerek, önemli bir Alevi kesimin de kendi inançlarının doğal toplumsal algılarıyla hareket etmek yerine, inanç farkındalıklarını ortaya koyma refleksiyle, hükümet ve devlet destekli sivil oluşumların Alevilik diye sunduğu algı, davranış, ritüel ve şekilciliğe meylettiği görülüyor. Son Yas-ı Muharrem orucu ve etkinliklerinin, Sünni İslamın Ramazan orucuyla hemen hemen aynı üslup, içerik ve anlatımlarla ele alınması, bu şekilcileşmenin bir göstergesi olarak görülebilir. Zira, son dönemlerde ritüel ve inançsal önemi olan günlerdeki etkinliklerde abartılı bir şekilde sergilenen bu ritüel ve anlatımların çoğunluğu yeni öğretilen, öğrenilen ritüel ve anlatımlardır. Alevilere adeta, ‘bakın, aslında sizin inancınız budur’ demeye getirilmektedir.
Aleviliği Alevilere bırakma niyeti olmayan AKP iktidarı kendince, tamamen Sünni algılar ve Şii İslami kavram ve sembollerle donatılmış şekilci, formel bir ‘devlet Aleviliği’ oluşturma çabasını ısrarla sürdürmekte kararlı. Bu konuda oldukça mesafe aldığı da görülüyor. Bu konuda Alevilere düşen görev, inançlarını İslamcı AKP iktidarı ve devletin inisiyatifine asla bırakmamak olmalıdır. Aleviler, açılım vs tartışmaların peşinden sürüklenerek, AKP İslamcılığının dümenine su taşımamalı. Kendi inançlarını, kendi bildikleri ve algıladıkları şekilde, kendi toplumsal kültür ve hakikatlerine uygun yaşamayı esas almalıdırlar.
Alevilerin, inançları ve toplumsal hakikatleri konusunda devlet ve iktidardan öğrenecekleri hiç bir şey yok. Yol’un düsturundan yola çıkarak; “ne ararsan kendinde ara” diyerek, kendi dil, kültür, doğa, toplum ve kutsallıklarına bakmaları yeterli. Orada şüphesiz devletin ve iktidarın sunduğu gösteriş, şekilcilik, yabancılaşma, iktidar nimeti ve maddi rantı görecemeyecekler ama sadelik, saflık, doğallık, gösterişten uzak mütevazilik, hak, hukuk, adalet, eşitlik, paylaşımcılık, dayanışmacılık ve vicdanı bolca göreceklerdir…