Barışla Diren, Irkçılığı Yen, Korkuya Teslim Olma!

Düne kadar Kürtlerin hakları konusunda ağzını açmamış, tek kelime etmemiş insanlar; bugün, Kürdistan İşçi Partisi’nin attığı adımı “Kürtlerin haklarından taviz vermek” olarak adlandırabiliyorlar. Böyle provokatif bir yaklaşımla Kürt kitlesinin acılarını, ödedikleri bedelleri tekrar bir çatışmaya dönüştürmeye çalışıyorlar. Sanki kendileri Kürtlerin tarafındaymış gibi, bugüne kadar Kürtlerin haklarını korumak için mücadele etmişler gibi, şimdi de o değerler ellerinden alınıyormuş gibi bir propaganda içine giriyorlar. Kürtlerin hak arayışını manipüle etmeye çalışıyorlar. Kürt halkının yıllardır verdiği mücadele ve ödediği bedeller görmezden gelinerek, barışa yönelik adımlar, onların ulusal kimliklerinden veya kazanımlarından vazgeçtikleri şeklinde çarpıtılıyor.

Öte yandan, Kürt meselesiyle ilgili, Kürdistan İşçi Partisi ile olan çatışmaların sona ermesi durumunda Türkiye’nin bölüneceği, Kürtlerin hak kazanmalarının Türklerin aleyhine olduğu propagandası yapılıyor. Sanki Kürtçe konuşulunca Türkler Türklüklerinden vazgeçecekmiş gibi, Kürtler kendi kültürel değerlerine sahip çıkınca bu Türklükten taviz vermekmiş gibi bir algı yaratılarak, Türk milliyetçiliği üzerinden propaganda yapılıyor. Türk ırkçıları harekete geçirilmeye çalışılıyor.

Bu süreçte MHP ve AKP gibi Türk-İslamcı bir yapılanmanın iktidarda olması bir fırsata çevriliyor. Özellikle de siyasal İslam’dan korkan kesimleri harekete geçirmenin aracı olarak bu strateji kullanılıyor. Kürdistan İşçi Partisi ile yapılan, yapılacak olası anlaşmalar, Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin daimi cumhurbaşkanı olabilmesi ya da bu iktidarın devam edebilmesi gibi bir söylemle propaganda yapılıyor. Bu propaganda, barış sürecini, iktidarın siyasi çıkarları için bir araç olarak göstererek, sürecin meşruiyetini sarsmaya çalışıyor. Siyasal İslam’dan çekinen kesimler üzerinde, iktidarın barış adımlarının aslında bir “pazarlık” sonucu olduğu algısı yaratılarak, bu kesimlerin muhalefet cephesiyle mesafelenmesi hedefleniyor. Demokrasi güçlerinin birleşmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor.

Siyasal İslam iktidarının, yani AKP ve MHP iktidarının mağduru haline getirilmiş olan özellikle Alevi toplumu üzerinden başka bir provokasyon örgütlenmeye çalışılıyor. Aleviler korkutularak harekete geçirilmek ve barış sürecine karşı çıkmaya teşvik edilmek isteniyor. Bu anlamıyla her koldan bir saldırının gündemde olduğunu söylemek gerekiyor. Alevi toplumunun tarihsel mağduriyetleri ve hassasiyetleri, siyasi manipülasyonlara açık bir zemin oluşturabiliyor. Savaş cephesi bu provokasyonlar ile farklı toplumsal kesimler arasında gerilim yaratmayı ve barış süreci karşısında geniş bir muhalefet bloğu oluşturmayı amaçlıyor. Korku ile Aleviler esir alınmaya çalışılıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri başvurdukları yöntemleri güncelliyorlar.

Oysa ki demokrasi mücadelesini Aleviler, Kürtler, emekçiler ve Türkler kendi cephelerinden yürütebilirler ise; yani ayrımcılığa, açlığa, adaletsizliğe karşı mücadele örgütlenirse ve yaşatılırsa, bu Türk-İslamcı iktidarlaşmayı geriletecektir. Demokrasi güçlerinin parçalanma, ayrışma lükslerinin olmadığı bir dönem içerisinde olduğumuz görülmelidir. Kürtlerin demokrasi mücadelesi yalnızlığa terk edilerek Türk-İslam sentezcilerine kurban edilmemelidir.

Ortak bir gelecek için temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan yeni bir anayasa, adem-i merkeziyetçi bir yönetim modeli, anadilde eğitim hakkı, ekonomik adaletin sağlandığı kamucu politikalar ve cinsiyet eşitliği temelinde yeni bir toplumsal sözleşme yaratılmalıdır. Bu öneriler, barış sürecinin somut adımlarla ilerlemesini sağlayacak demokratik bir yol haritası olarak sunulmalıdır. Demokrasi güçleri bunun üzerinde ortaklaşmalıdır.

Bugün Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) kadar uzanmak isteyen devlet ya da iktidar kanadının önünde duran en büyük engel, Kürdistan İşçi Partisi ile başlatılmış olan barış süreçtir. Abdullah Öcalan‘ın liderliğinde başlatılan bu süreç, şu soruyu gündeme getiriyor: “Siz barıştan, adaletten, demokrasiden, anayasal düzenlemelerden bahsediyorsunuz; peki bu yapılanlar nedir?” Mevcut iktidarın söylemleri ile pratikleri arasındaki çelişkiyi herkes görüyor. Zorla ite kalka bu masaya geldiğini söylemek mümkün. İktidarın demokrasi ve adalet söylemleri, “terörsüz Türkiye” söylemleri somut uygulamalarla desteklenmediği sürece inandırıcılığı yoktur. Olmayacaktır. Bunu AKP-MHP bloku da biliyor. Kürt cephesinden atılan her adım Erdoğan’ın elini kolunu bağlıyor. Cumhur İttifakı’nın provokatif çıkışlarına rağmen Kürtler attıkları adımlar, fedakârlıklar ile yapmak istedikleri saldırganlığın önünü almaya çalışıyor.

İmamoğlu’na yapılan operasyon barış sürecine yönelik bir saldırı olarak da okunmalıdır. Sürece karşı olanların bir hamlesi olarak görmek gerekiyor. Sürecin üzerine gölge düşürmenin de bir yolu oluyor. Demokratik adımların atılmasında niyetlerinin olmadığını göstermeye yönelik bir uyarıda barındırıyor. Buna rağmen diğer bir göz ile bakarsak; bu süreç nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne şimdilik kayyum atanamadı, CHP’ye yönelik benzer hamleler ertelenmek zorunda kalındı. Barış süreci sadece Kürt meselesiyle sınırlı değildir. Türkiye’deki genel demokratikleşme dinamikleri üzerinde etkileri olmuştur, olacaktır. Süreç, iktidarın muhalefeti tamamen etkisiz hale getirme girişimleri karşısında bir denge unsuru olarak durmaya devam etmektedir.

İnsanlar diyor ki, “Bu kadar antidemokratik bir yapı nasıl demokratik bir anayasa yapabilir?” Zaten oturdukları o masalara demokratik bir anayasa yapmak için oturmuyorlar. Ama bu, demokrasi güçlerinin kendi taleplerinden vazgeçtiği anlamına da gelmiyor. İktidarın anayasa değişikliği arayışı gerçekte demokratikleşme değil, kendi iktidarını sağlamlaştırma amacı taşıdığı bir gerçek olsa da, demokrasi güçlerinin kendi temel hak ve taleplerinden vazgeçmesini gerektirmez. Büyük emek, fedakârlık ve mücadele ile gelinmiş bir masa var, konuşulacak bir zemin var ise demokrasi güçleri de bu masadaki, bu zemindeki direniş blokunu örgütlemelidir. Örgütleyecektir. Her kesimden mağdurlar bu masadaki sandalyelerde yer almak zorundadırlar.

Kürdistan İşçi Partisi’nin kendini feshetmesi, silahları bırakması, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Mücadele, yeni bir atmosferde, yeni bir demokratik zeminde devam edecek. Bu, silahlı mücadelenin sona ermesinin, ideolojik ve siyasi mücadelenin bitimi anlamına gelmediğini, aksine farklı bir platformda sürdürüleceğini belirtiyor. Anayasal düzenleme yapılmaz, demokratik adımlar atılmazsa bu sürecin tarafı olunmaz. Bu adımların atılması ve görünür hale gelmesi demokratikleşme sürecini zorunlu kılar. Eğer bu süreci demokratikleştiremiyorsa, atılan adımlar da anlamını yitirir. Kürt sorunun çözümü bir demokratikleşme sorundur. Değişim dönüşüm sorundur. Bu yapılamazsa süreç başka boyutlarda, başka şekillerde devam eder. Yani, atılan adımların ancak somut demokratikleşme adımlarıyla anlam kazanacağını, aksi takdirde sürecin tıkanacağını ve farklı alanlarda devam edebileceğini herkes biliyor. Ok yaydan çıkmıştır… Kürtlerin savaş iradesi ve yenilmezliği kendisini ispatlamıştır. Kartopu gibi büyüyerek bugüne gelmiştir. Gelinen noktada tüm taraflar için büyük kayıpların, yıkımların olduğu bir evreye girilmiştir. Herkes için tek çözüm barıştır.

Bugün DEM Partisi şahsında Türkiye’de demokrasi mücadelesi veriliyor. Tüm baskılara rağmen DEM ve çevresindeki örgütlenmeler, demokrasi, adalet ve yoksullukla mücadele arayışını sürdürüyor. Ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı mücadele ediyor. Türkiye merkezli yürütülen ırkçı saldırılar karşısında, DEM Partisi bir blok olarak duruyor. Ama devlet içinde bazı kesimler provokasyonlarla bu süreci anlamsızlaştırmaya çalışıyor. DEM Parti, Türkiye’de demokrasi ve insan hakları mücadelesinin önemli bir temsilcisi olarak kendisini konumlandırmış bulunuyor. Karşılaştığı baskılara rağmen, temel hak ve özgürlükler, toplumsal adalet ve yoksullukla mücadele konularında ısrarlı bir duruş sergiliyor.

CHP etrafında konumlanan, son dönemde bazı tartışmaları tetiklemeye çalışan kesimlerin şunu görmesi gerekiyor: Eğer süreç tersine dönerse, İstanbul’a kayyum atamak kolaylaşacaktır. CHP’ye kayyum atanması ihtimali, bu iktidar için daha kolay hale gelecektir. Barış süreci sadece Kürt meselesini değil, genel siyasi dengeleri de etkilemektedir, muhalif partilerin de kendi varlıklarını sürdürmek için sürecin olumlu yönde ilerlemesine ihtiyaç vardır. “Bu süreç 19 Mart’ta yapılmak istenen darbeyi boşa çıkardı,” diyenler var. Özgür Özel’in “Darbeye karşı tavrımızı koyduk,” dediği şey aslında başka bir tartışma konusu ama neticede bu süreç, iktidarın istediği gibi yürümüyor. Halkın kendi taleplerini örgütlemesi, karşı tarafın planlarını boşa çıkartabiliyor. Yaşadıklarımız bunun bir göstergesi.

Böyle bir sürece girildiğinde tarafların hassasiyetlerinin dikkate alınması şart. Kürtlere karşı ırkçı, faşist, aşağılayıcı bir dil kullanmak elbette Kürtlerde rahatsızlığa ve tepkiye yol açar. Zaten sorunların temelinde de bu var: Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk-İslamcı bir sistem üzerinden bugüne gelmiş olması. Bu sistem, 100 yıllık Türkiye’yi resmen bir cezaevine çevirdi. Bugünkü durumun tek sorumlusu, 20 yıl önce iktidara gelenler değil.
Biz sosyalist demokrasi mücadelesinden bahsediyoruz. İşte dün, 18 Mayıs, İbrahim Kaypakkaya‘nın katledilişinin yıl dönümüydü. Ondan önceki gün Mahirlerin katledildiği, ondan sonraki günler Deniz Gezmişlerin idam edildiği, daha da öncesi Adnan Mendereslerin idam edildiği dönemlerdi. Ve bu dönemlerde bugünkü iktidar yoktu. Denizleri bugünkü iktidar asmadı. Ya da İbrahim Kaypakkaya’yı cezaevinde işkencelerde bugünkü iktidar öldürmedi. Ya da Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceleri bugünkü iktidar tek başına yapmadı. Geçmişten beslenerek büyüyen bir canavar ile karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz lazım.

AKP ve MHP iktidarı, 100 yıllık Cumhuriyet örgütlenmesinin zirvesi. Cumhuriyetin kuruluş ideolojisinin, yani Türk ve İslam sentezinin adeta doruk noktası. Türklüğü MHP’de, İslam’ı da AKP’de şekillendirilmiş ve tanınmaz bir hale getirilmiş Türk-İslam sentezinin iktidar olduğu bir dönem yaşıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisi zaten buydu. Yani kuruluş ideolojisinin en katı ve hâkim bir tarzda bugün hayata geçirilmiş şekliyle yüz yüzeyiz. Ve dönüp, sanki geçmişte bir keramet varmış gibi, o geçmiş güzellemeleri yapmaya kalkıyoruz. Yani Deniz Gezmiş’i asmalarının güzellemesini yapıyoruz. Ya da Mahirlerin, İbrahim Kaypakkayaların katledilişinin güzellemesini yapıyoruz. Mustafa Suphilerin o çeteler tarafından Karadeniz’de katledilmesinin güzellemesini yapıyoruz. Mariaları görmek istemiyoruz.

O da yetmiyor: Dersim Katliamı güzellemesi, Koçgiri katillerinin güzellemesi… Çorum katillerinin, Maraş katillerinin, Sivas katillerinin güzellemesi… Şöyle bir geçmişe bakın. “Güzelleme” yaptığınız dönemlere bakın. Hangisinde bize bu zulmü yaşatmamışlar ki? Zulmü katmerli katmerli, örgütleye örgütleye; bizi yok ede ede, bizi azınlığa düşüre düşüre, bizi paramparça ede ede kendi iktidarlarını en tepeye, en zirveye taşımışlar.

Ve şu anda mesela tartışmalara dikkat edin. Ne diyorlar? Türklük kavramı dokunulmaz bir şey. Niye dokunulmaz oluyor Türklük kavramı? Ya da başka herhangi bir şey? Bu dokunulmazlık noktasına gelen, bu kutsal değer hâline getirilen şey nasıl bu kadar böyle “ulvî” bir değer hâline geldi? Hep bizim ölmemiz üzerine, hep bizim değerlerimizin çalınması üzerine, hep bu halkın fakirleştirilmesi üzerine, hep bu halkın çocuklarının askere alınıp oraya buraya katliama gönderilmesi üzerine kurulmuş bir sistemden bahsediyoruz.
Bu sistemin çökmesinden “herkes” rahatsız. Çünkü bu sistemden besleniyorlar. Kimler mi? Bir tane gazeteci var: Yılmaz Özdil… Ne yapıyor bu adam? Türklük satıyor, Atatürk satıyor. Bundan mı besleniyor? Bundan besleniyor. Öbür taraftan öbürü ne yapıyor? İslam tüccarlığı yapıyor, Müslümanlık satıyor. Öbür taraftan ne yapıyor? Tarikatlarla besleniyor. Öbür taraftan ne yapıyor? Hangi değerimiz? “Vatan”, “Millet”, “Bayrak” diyor. Öbürü bilmem ne diyor?

Bu süreçte medya da önemli bir araç olarak kullanılıyor. Yandaş medya, barış sürecini terörle özdeşleştirirken; güya muhalif medya ise süreci kriminalize eden dil ve görsellerle kamuoyunu şekillendirmeye çalışıyor. Toplumun gerçek bilgiye erişimi engelleniyor, korku ve öfke duyguları üzerinden manipülasyon yapılıyor.

Türk-İslam sentezine dayalı bu iktidar örgütlenmesi yalnızca kimliksel değil, ekonomik bir tahakküm sistemi. Emekçiler, işsiz gençler, küçük üreticiler bu sistemin en ağır yükünü taşırken; inşaat sermayesi, silah sanayii ve tarikatlar üzerinden beslenen sermaye grupları güç kazanıyorlar. Sömürü sadece ücretli emek düzeyinde değil, aynı zamanda kimliklerin metalaştırılması ve kültürlerin ticarileştirilmesi düzeyinde de ilerliyor.

Hepsinin ortak bir noktası var: Zenginleşme aracı, siyaseten palazlanma aracı. Herkes kendini buna göre konumlandırıyor ve bundan besleniyor. Savaştan kimler besleniyor? Savaştan, bunun silahını üreten besleniyor. Çatışma üzerinden kendini örgütleyip siyaseten iktidarını güçlendiren besleniyor. Ona “muhalefet yapıyorum” adı altında, aslında iktidarın ihtiyaçlarını ve boşluklarını dolduran adam besleniyor. Gerçek bir iktidar yürüyüşünü esas almıyor. Değişimi ve dönüşümü esas almıyor. Olası muhalif seslerin önünde bir barajlama görevi üstleniyor.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yıllardır bugün Türkiye’de yaptığı da bu: değişimi değil, barajlamayı esas alıyor. Cumhuriyeti kendisinin sayıyor. “Türkiye Cumhuriyeti benim,” diyor, “benim malımdır” diyor. Son dönem tartışmalarının temelinde de bu var: “Bu mülk bizimdir, bu mülkte diğer hiç kimseye yer yoktur,” deniyor. Yani siyasal İslam nereden besleniyor? Siyasal İslam, Kemalistlerin, ulusalcıların bu yaklaşımından besleniyor.
Hiç öyle “ayrı” olarak düşünmemek gerekiyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nde bugün iktidarda olan yapılanmaların birbirinden ayrı olduğunu düşünmemek lazım. Hepsi birbirinden besleniyor. Biri bugün devletten biraz daha fazla besleniyor, öbürü yarın daha fazla besleniyor, diğeri dün daha çok besleniyordu. Sermayenin de el değişimi bu şekilde evrilip çevrilip bir süreç yürütülmeye çalışılıyor.

Ama tüm bunlara karşı bu toplumun ortaya koyduğu bir refleks var… Bu kadar çatışmanın, bu kadar iktidar ve muhalefet cephesi tarafından saldırının yaşandığı bir dönemde, Türkiye toprakları üzerinde halkların barışa olan ilgisi ve beklentisi her geçen gün giderek daha da artıyor. Barış ve demokrasi süreçlerinin Türkiye’nin gelişmesinde nasıl bir rol oynadığını, bu süreçlerin Türkiye’nin hem ekonomik olarak sıçramasına hem de adalet, demokrasi, işkenceye karşı verdiği mücadelede ilerlemesine nasıl vesile olduğunu gördük. “Çözüm süreci” adı altında yürütülen o çatışmasızlık döneminde Türkiye ekonomisinin nasıl geliştiği, toplumsal grupların birbirleriyle dayanışmasının nasıl arttığı, Türkiye’de adalet sisteminin nasıl işlemeye başladığı, karakollarda işkencenin ne kadar azaldığı, Avrupa Birliği kriterlerine doğru ilerlendiği ve AB’yi üyelik konusunda nasıl zorladığına şahit olduk… O dönemi bugünkü durumla ya da daha önceki dönemlerle karşılaştırın.

İşte tam da bu yüzden bu dönemin ve sürecin yürümesi zor. Ama bu zorlukların arkasında ırkçılar, hırsızlar ve adaletsizliği örgütleyenler kaybedecektir. Bu toplum bu süreci götürecektir. Götürmek zorundadır. Yoksa içinde düşmüş olduğumuz bu kuyudan çıkmanın imkânı yok.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Diğer Yazıları