Parti bir yoldur, yol bir şeydir, o yolu nasıl yürüdüğümüz her şey. Solu iyiye götürecek yol, savunduğunu, söylediğini kendisinde de uygulamasından geçiyor. Devrimci değilim, ama varsa bir devrim o da yürüdüğümüz yol olmalı, o yolu nasıl yürüdüğümüz
Zekine Türkeri
Yeşil Sol Parti İstanbul 1. Bölge 26. sıra adayı olduğumu öğrenince iki söz verdim: 1. sıra adayıymış gibi çalışacağım, sonra da serüvenimi yazacağım, eleştireceğim.
İlk sözümü tuttum sanki. Takdir sahada birlikte koşturduğumuz arkadaşlarımın. Varsa eksiğim, eleştiriler başım gözüm üstüne. Eleştiriler her şeye rağmen elinden geleni yapmış olanlardan gelsin lütfen.
Hâlâ yorgunum, o kadar ki günlerdir yorgunluktan uyuyamıyorum. Deneyeceğim, neticede hayatımın en iyi yazısını yazmak değil niyetim, üzüm yemek de, bağcıyı dövmek de. Bir bağ var, bakımsız, hırpalanmış. Üzüme rahmet, ihtiyaç sahiplerine sabır.
Seçim tarihi ilan edilir edilmez, henüz HDP mi, Yeşil Sol Parti olarak mı seçime girileceği bilinmiyorken art arda, özellikle kravatlı erkek aday adayı fotoğrafları sosyal medyada boy göstermeye başladı. Son 7-8 senelik barbarlık boyunca evinde dinlenmiş ya da işine gücüne bakmış, aday olduğu partinin önerdiği görevleri reddetmiş, görev teklif dahi edilemezler, partililer her gün dayak yerken kapısına uğramamış ne çok yetenekli varmış meğer.
İnanan inanır, inanmayan inanmaz, Twitter’da başvuruların son günü olduğuna dair bir paylaşım gördüm ve aklımın ucundan geçmemiş olan dilime geldi: Benim de cv’m var. O cv ile 30 yıldır Kürt siyasi hareketinin yanı başında yürümüş, yalnız devletin değil, benimkilerin tokadını yesem de olanaklarımın üstünde katkı sunmuş, tek bir makama talip olmamış, bir işten de kaçmamışım. Denesem mi? Bakalım yanıt alacak mıyım? Kabul ediyorum, aklımın, gönlümün bir yerinde kendimden bile sakladığım bir şey de varmış demek, yoksa insan hemencecik aday adaylığı başvuru formunu indirip doldurur mu?
Beş dakikada belgeleri hazırladım, beş dakika sonra da tereddüt başlayınca totem yaptım, yağmur durursa gider başvururum. Durmadı, ben de gitmedim. Sonraki hafta çocuklarım geldi, oğlum ve kız kardeşi. Bazı tanıdıklarım gündüz gece aramaya devam etti. Çalmadıkları kuvvetli kapı kalmamış, benim gibi birinden medet arayanlar…
İftira yok, ilk sıraya girenler bana başvurmadı.
Yıllardır görmediğim arkadaşım izimi bulup yanıma geldiğinde şöyle bir diyalog geçmişti aramızda:
-Çok çalıştım, mücadele ettim, artık siyasete atılmayı düşünüyorum.
-Sen bilirsin, ikisi de mümkün, ama CHP sana daha uygun sanki.
35 yıldır görmediğim arkadaşım mücadele etmiş, zengin olmuş. CHP’den mi, HDP’den mi vekillik başvurusunda bulunsa bölümünü bana danışıyor. Çocukluk arkadaşlarıma zaafım büyük; kendime yaparım, onlara yanlış yapmam. Çocukluk arkadaşlarına yanlış yapan, çocuklara yanlış yapar duygusu…
Yağmur dursa belki başvuracağım günün üstünden 8-9 gün geçtikten sonra, arkadaşım aradı. ‘Sana ihtiyacım var’ dedi, o kadar ısrar etti ki, kendimi Ankara’ya bilet alırken buldum. Ertesi gün sabahın köründe çocukları dış hatlardan yolcu edip iç hatlara geçtim. İndiğimde beni bekleyenleri anlatamam, en azından şimdilik. Kendimi sahneleri birbirine karışmış bir Hitchcock, Almodovar setinde buluverdim. Allah kimseyi dış kapının dış mandalından medet beklemeyecek noktaya vardırmasın! Yardımcı oyuncular en iyi performansını sergilerken garantili adaylık, pardon başrol için, figüranın kaçma planları yapması nafile.
Gittikleri adreslerde iyi ağırlanmış olsalar da emin değiller neticeden, benim üzerimden de denemekte kararlılar. Kurtulmak için eski bir tanıdığımı aradım. O da aday adayı çıkmaz mı!
-Sen başvurmadın mı? Hâlâ yapabilirsin…
‘Kelin merhemi olsa…’ savunması da fayda etmedi, yanımdakiler ‘şunu ara, bunu ara…’ deyince bende ipler koptu.
Bu bölüm de uzun hikâye. Uykusuzluk, yanımdaki, yöremdekilerin performansı… Derken kendimi HDP Genel Merkezi yolunda buldum. Belgelerin çıktısını arkadaşım aldı, fotoğrafçının karşısına o oturttu. Yoldayken arayan bir arkadaşım ‘ilk 120 kişilik aday listesi belli’ demiş olsa da. Tek kapı çalmadan, tek kişiye başvurmadan, kendisi için beni sıkıştıranlara göstere göstere, ‘öyle değil, böyle başvurulur!’ şeyi yapıverdim. Havamı yesinler!
Danışmaya vardık.
-Başvurular bitti ama.
-Biliyorum, komisyondaki birine soruverin, almıyorlarsa mesele değil.
Yanımdaki benim üzerimden ulaşmak istediği etkili yetkilinin adını söylemez mi birden!
Gitti, döndü ve aldı dosyamı. Daha birkaç metre uzaklaşmamışken o yetkili aradı: ‘Yakışır!’ O zaman anladım danışmadakinin sorduğu kişinin o etkili yetkili olduğunu.
Kalacağım eve varmadan ‘ben ne yaptım?’ dedim ama… Bana kapıyı açan da aday adayı! Şahane ağırlandığım evden değil, Ankara’dan kaçmalıyım, ama ya komisyon görüşmeye çağırırsa? Usul bu, komisyon ilk 600’e uygun buldukları ile görüşür. Listeye giremeyeceklerle de görüşmek mümkün değilse teşekkür etmek, telefon ya da mesajla, kibarlık değil, etik gereği.
Artık ayrılabilirdim, aday listesi YSK yolcusu, ben İstanbul.
Ben başvurdum, teklif almadım
Daha eve yeni girmişken gazeteci bir arkadaşımdan mesaj geldi. Yeşil Sol Parti YSK’ya verdiği listeyi basına vermiş. Dinlenir bakarım diye düşünüyorken telefon yağmuruna tutulunca işkillenip baktım. Adım İstanbul 1. Bölge 26. sırada! Arayan arayana, mesajlar gırla, bazıları acımasız: ‘Sen mi başvurdun, teklif mi aldın?’ Ben şok! Şok oldum, çünkü komisyon benle görüşmedi, aramadı bile. Usulün her şey olduğunu Onur Hamzaoğlu gecikmeden hatırlatacaktı! Neredeyse ‘ben aslında başvurmadım’ diyen sözleri doğru değildi elbette, ama konuşulmuş, sırası söylenmiş olsa sırasını istemediği listeye girmeyecek, çift taraflı skandal da önlenmiş olacaktı.
Parti, basın yoluyla bilgilendiriyordu iki yıl çift vardiya, haftada 7 gün, yol parasını bile eşten dosttan borçlanarak ‘çok iyi iş’ yapmış bir basıncısını. Tırnak içindeki ifade bana ait değil, parti genel merkezine ait. Formadaki ikametgâhıma bakıp 2. bölgeye yazsalardı bari de mi demeyeyim?
Hadi gazeteci olduğum unutuldu, nasıl işletmeci oldum? Pek çok iş yaptım, taş ocaklarında taş kırdım, maraba da oldum, ama ‘işletme’ ne arkadaşlar? Ya yılların ‘birey’i olduğum halde, DBP’den listeye girmem?
Telefonu sessize aldım, başladım. ‘Yanlışlıkla DBP’den aday gösterilmişim’ diyecektim ki sorumluluklarımı hatırladım, aralarında arkadaşlarımın da olduğu ağır bedeller ödeyenlere, binlerce parti çalışanına karşı. Başka bir partiden gösterilsem derdim, ama DBP’ye kıyamazdım.
‘Yeşil Sol Parti İstanbul 1. Bölge 26. sıra adayıyım. Hem de DBP’den, gurur duydum.’ dedim.
Adaylık ve partili olmak
Ertesi gün mesajla, mümkünse 1. Bölge 26. sıradan 2. Bölge son sıraya alınmamı rica ettim. Mümkün olmadı.
‘Kim bu?’ diye araştırılan gizemli aday listesine girmeyi başarmakla kalmadı, az çalışsa kazanabileceği yeri garanti bulmayınca ‘itibar suikastına uğradım’ deyip affını istedi ve bu mümkün oldu. Önceki dönemin yakınılan listesinin pabucunu dama atan liste sürpriz mi oldu peki? Günlerce geliyorum diyen ‘sürpriz’ olabilir mi? Her seçim öncesi il, ilçe örgütlerinden aday adayı önerileri istenir, partinin ‘emek + liyakat’ ilkesi çerçevesinde. Geçen dönem öneriler pek dikkate alınmadı; bu kez o önerilere bakılmadı, moda söylemle, ispat edemem, ama eminim.
Adaylığa giden yolu en fazla aşındıranlar ‘hiç düşünmüyordum, ama teklif geldiğinde…’ geleneğini bu kez de bozmadı. Bir şey yapmadan teklif almış olanların sayısının bir elin parmaklarını geçtiğini sanmıyorum. Adaylık için partili olmamak, hatta kapısından geçmemiş olmak neredeyse kurallaştı, partili olmak istisna oldu.
Haksızlık etmeyeyim, böyle bir listede ittifak pratiği de etkili oldu. Bileşen, kurum, kişi vs. kontenjanı derken bir de ittifak kontenjanları devreye girince partide yıllarca emek vermiş, gayet liyakatli insanlara sıra gelme ihtimali hepten sıfırlandı. Bir kısmı göz önünde gelişen bu duruma itirazları herkes duymuşken listelere son noktayı koyanlar duymamış, görmemiş olamazlar.
Birlikte mücadele fikri elbet şahane, seçim ve vekil ödüllü ittifak pratiğini mimarları bile artık savunamıyorken söylenecek bir şey kalmamıştır.
Bunları bilmesine rağmen en iyi sonuç alınsın diye sahada koşturanlar da bu mekanizmanın doğurduğu dev sorunların, soruların muhatabı olacaktı. Bana dinleyip, susup umut vermeye çalışmak düşecekti.
Perşembenin Gelişi…
İlk toplantıya öyle bir havayla girdim ki daha önce yüzlerce kez bulunduğum toplantı salonun 50 kadar yeni yüzü yanlış filme girmiş seyirci gibi bakakaldı. Her aday kendini tanıtıp seçim çalışması yol, yöntemine dair önerilerini sunacaktı. Birkaç arkadaşı dinledikten sonra sıranın bende olduğunu anladım, birileri motive etmeliydi: Arkadaşlar, ilk 600’deyiz, bu onurun gereğini yapıp en iyi sonuç için çalışacağız, değil mi?
Allah kimseyi tarihi konuşma yapmak zorunda bırakmasın, ağzımdan çıkanlara kendim bile şaşırdım.
Oturduğumda, benden 20 sıra önde olsa da yerini benimsememiş olanlara yakınacak argüman kalmamıştı!
Koordinasyon oluşana kadar mahallemden başlayarak çalıştım. Sonra da koordinasyon nereye dediyse oraya gittim, ne yapmamı istediyse yaptım, az kendime uyarlayarak tabii. Yollarda, sokaklarda, pazarlarda daha çok ‘bizden olmayanlar’, daha önce bize oy vermemiş olanlarla konuştum. Daha çok onlara bizi, memleketin, dünyanın daha iyi bir yer olabileceğini anlattım.
Tereciye tere satmak benlik değil. Bedel ödemiş, yalnız oy vermekle kalmamış, memnun olmadığında bile partisini yalnız bırakmamış, kırgın bir kitleye bunu yapmak yalnız siyaset değil, faydasız, hatta saygısızlık da, bence yani. Dinledim, umut vermeye çalıştım. Birbirimize sarıldık, güldük.
Sonuç sürpriz mi?
En çok duyduğum soru TİP meselesi oldu. Ev çalışmalarında, sokakta, takside, her yerde. Siyasi bilgisi, tecrübesiyle pek çoğumuzu cebinden çıkaracak seçmen, yalnız beni değil sahadaki her birimizi yönetim yerine salladı.
İkincisi ‘bu adayları çok mu aradınız?’ oldu. ‘… nedir? Dernek mi, örgüt mü, parti mi?’ Bu soruyu sormayan Kürt vardıysa da ben görmedim.
İkinci önemli tanıklığım, partinin il, ilçe örgütleri iki yıl öncesine kıyasla bile çok zayıf, özellikle 2. Bölgede, bazıları yerlerde yok, hiç. Son 2 hafta bu bölgeye alınınca, sıkıntılı bacağıma acındı, ricam nihayet kabul edildi sanmıştım. Asıl nedenin bu bölgenin içler acısı hali olduğunu anlamam bir gün bile almayacaktı. Buna sıfır, hatta negatif koordinasyon da eklenince, koştum, yalnız söz verdiğim için değil, paralize olmamak için de, dursam düşer ağlardım.
Çıkarsız, beklentisiz, benden çok çalışan, sayelerinde partinin döndüğü çoğu DBP’li, özellikle TJA’lı kadınlar sayesinde enerjimi, neşemi korudum.
Bildiğim, tanık olduğum detayları anlatmayacağım; içimi dökme dışında bir şeye yapamayacağı için; mizahı, neşeyi gayri ciddilik sananların kanaatinin aksine sorumluluk sahibi olduğum için. Kılıçdaroğlu’nun kazanmasında böyle de bir kişisel çıkarım olacaktı, olmayınca yutkunarak yutmaya devam.
Aldığımız sonuç sürpriz olmadı, yüzde 9 bekliyordum, az gerisi geldi. Mucize yolunu şaşırıp bize uğrasa, 10 alsak sevinirdim o gün. Öyle bir mucize yok tabii, muhtemel mucizeler de otoriter rejimlerin hizmetinde, sonuçların da kanıtladığı gibi. Memleket için istediği demokrasi, adalet ve şeffaflığı kendi içinde işletmeye elvermeyen mekanizma bir gün bir duvara çarpacaktı. O gün bugünmüş.
Gerçeği kabul, gerçekçi çözümler
Nedenlerinin bir kısmı anlaşılır, sadece bize özgü değil. Çatışmalı sorunların olduğu her ülkede legal siyaset benzer sorunlar yaşadı, İrlanda, Kolombiya, Bask Ülkesi… Biz Ortadoğu versiyonunu yaşıyoruz. Uzun süreli çatışma durumunun çıkmaz sokaklara ittiği sorunları çözmek için iyi niyetin yeterli olduğu görülmemiştir. Yönetime iyi, liyakatli insanlar getirmek de öyle, en fazla pansuman işlevi görür.
Gerçeği kabul, gerçekçi çözümlerin ilk adımı ise, devamı da yanlışta ısrar etmemek olsa gerek. Ciddi bir şeffaflığın imkânsız olduğunu biliyorum, biraz istedim, azıcık.
Biraz şeffaflıktı partinin ilkelerini uygulatmayı ihtimal dâhiline alabilecek olan. O kadarı da olmayınca görece iyi günlerde eleştiriler kısmen de olsa adresine varır, parti bazılarının ‘kaliteli’ dediği, aslında daha geçiş bir kesim için cazibeli olur. İyi bir yönetimle de böyle günlerde daha iyi sonuçlar alınabilir. Ama kötü günlerde, son 6-7 yılda olduğu gibi, söz konusu mekanizma bir adım ileri, iki geriye mahkûm eder. Meyve de yemiş olmaya gelen ‘kaliteliler’ özellikle, sıfır meyve, bol bedel günlerinde güvenli yerlere, evlerine çekilirler. İnsan evladı karmaşık bir varlık, bazıları o zor günlerin seçim günlerinde partiyi hatırlayıverir.
Tanımlama için üzgünüm ama vekillik epeydir bir cennet meyvesi olur, cehennemde bile. İstisnalar olsa bile o meyveye ulaşmanın yolunun temiz olması zor, hele böyle bir mekanizmada: Ara ki bulasın şeffaflık, demokrasi; full kontenjan vs. ile sonuç gördüğümüz olur.
Elbette liyakatinden kuşku duymayacağımız vekillerin sayısı az değil. Yeter mi? Ateş altında gece gündüz o partide koşturan, büyük çoğunluğu çorba parası bulmakta zorlanan binlerce insanın bunu normal görmesi mümkün mü? Seçmen ‘yeter!’ dedi.
Siyasi Partiler Kanunu kongre yapacaksın diyor, yapılıyor. Hangi demokratik işleyişle?
Gel sarılayım sana
Pendik’te bir seçmenin onlarca sorusundan biri:
-Adaylardan partide çalışmış kaç kişi var?
-Saymadım.
-Sayma. Birkaç kişi var elbet. Parti yönetiminde il, ilçe örgütlerinde çalışmış yönetici var mı?
10 dün düşünsem bu soru aklıma gelmezdi. Genel Merkez’deki karar alıcılar kast ediliyor elbette. ‘Yok’ diyemedim, sustum.
Az önceki şen şakrak aday gitti, bitti. Torunundan bir bardak su istedi benim için.
-Sen kaçıncı sıra adayıydın?
-26.
-Gel sarılayım 26. sıra adayımız.
Parti, hele büyük bedeller yaşayan bir parti olunca, demokratik değil, bürokratik yapıda da eleştiriler, tartışmalar oluyor elbette. 2 yıl boyunca yüzlerce toplantıya girdiğim için de biliyorum. Binlerce kadrosu cezaevinde olsa da hâlâ çalışan binlerce insan var, sayıca yeterli olmasalar bile. İstanbul’da 500 kadar gece gündüz koşturan var, bir o kadar da kısmi katkı sunan, bu sayı pek çok ülkeden büyük bir şehir için çok az elbette. Bu partililer bolca da toplantı yapıyor. O toplantılarda önerilerde bulunuyor, tartışıyor, eleştiriyorlar. Ama o öneriler, eleştiriler ne kadar nitelikli olursa olsun bürokratik bir yapıda duvara çarpıp size dönüyor.
‘Kaliteli kadro’ tanımına bugünlerde takmış durumdayım. Koşullara ve her şeye rağmen bir şeyler yapmaya çalışan insanların kalitesiz olması mümkün mü? Ama böyle bir mekanizmada yıpranmış, kendisini faydasız hissedip gidenler de gördüm.
Yeni bir işleyiş için
Bağlayayım artık. Bir aylık bir değerlendirme, tartışma süreci başlatıldı. İl, ilçe örgütleri toplanıp daha iyisi için konuşup, öneriler sunacak. En kısa sürede de kongre yapılacak. Benimkileri söyleyeyim. Biliyorum çok zor, ama denemekten başka yol yok.
21. yüzyılda biraz şeffaflık ve demokratik işleyiş olmadan daha iyisi mümkün değil. Ben il yöneticiyken de Genel Merkez kongresi yapıldı, ama eş başkanların adlarını basınla aynı anda öğrendim. Bu usulle gelecek en parlak yönetimle bile bir şey değişmez. Yönetimin kilit noktalarında o güne kadar partide hiç çalışmamış kadroların yer alması eşyanın tabiatına aykırı. Usul her şeydir. Sınırsız istisnaları olan kurallar artık kural değildir.
Bu seçimlerde nasıl bir faciayla sonlandığını gördüğümüz kota, kontenjan uygulaması lütfen son bulsun, HDP bileşenleri için de, kesim, kurum, dernek vs. tamamı. Tek mantıklı kota kadın kotasıydı, ama onun da artık gerekliliğinden emin değilim, kadınlara kimse engel olmasın yeter.
İttifaklar mücadele birliği için güzel, hatta gerekli, Emek ve Özgürlük İttifakı da o amaçla kuruldu. Ama neredeyse seçim ittifakına döndü. Seçim kampanyasında şahit olduğum pratik, her birinin kendi adayına çalışması yönünde oldu, hem parti çalışanlarını, hem de seçmeni rahatsız etti bu durum.
HDP’nin kuruş felsefesi yeniden hatırlanmalı, ilkeleri uygulanmalı, eksikleri giderilmeli. HDP’deki bireyler evet HDP’li, parti içindeki en korumasız grup da onlar, arkalarında bir parti olmayınca fikirleri, önerileri de havada kalıyor. Neredeyse her mevzuda ‘biz kendi partimizde değerlendirdik, değerlendireceğiz’ diyen partilerin ne kadar HDP’li olabildiğinden pek emin değilim. Bunu gidermek için yeni formüllere kafa yormalı. Mahalle meclisleri ile var olabilecek HDK’nın kaç meclisi var? İki elin parmaklarını geçmiyorsa bu sayı bu haliyle varlığının katkısı ne?
Mevcudun çok üstünde kadroya ihtiyaç var. Daha önce vekillik, belediye başkanlığı yapmış olanlar, siyasi birikimlerini neden partilerinde çalışarak değerlendirmez? Üstelik bu kesimin ekonomik sıkıntısı da yok. Bu partinin kanaat önderinden çok, partide çalışacak, onca işin bir ucundan tutacak insanlara ihtiyacı var. Tamam, ömür boyu ‘vekilim’, ‘başkanım’ diyen desin, buna itiraz etmeyen de etmesin, ama sol bir partide bugüne kadar 1’inin bile dönüp partisinin bir il, ilçe örgütünde çalışmamış olması normal olabilir mi?
Yol nasıl yürünecek
Parti bir yoldur, yol bir şeydir, o yolu nasıl yürüdüğümüz her şey. Solu iyiye götürecek yol, savunduğunu, söylediğini kendisinde de uygulamasından geçiyor. Devrimci değilim, ama varsa bir devrim o da yürüdüğümüz yol olmalı, o yolu nasıl yürüdüğümüz.
Serüvenimle bitireyim. Aday olmasam da çalışacaktım, her seçimde olduğu gibi basın işi yapardım. Bu kadar yorulmazdım, ama o kadar güzel insan da tanımazdım, mesela bayramda çaylarını içtiğim bedel ödeyen aileleri. Sayelerinde Kürtçe konuştum, hatta yıllar sonra Kürtçe rüya gördüm.
‘JİTEM’i daha yakından tanıyacaksın, böyle dans edeceğiz’ şeyini duyduğumdan beri yalnız Newroz’larda halay çekiyordum. O sözü unutmadım, ama yıllar sonra o fobimi yendim, bolca halay çekmekle kalmadım, oynadım da. Bilmediğim yönlerimi keşfettim, faydasından hâlâ kuşku duysam da iş başa düşünce bildiri de dağıtabiliyormuşum. Bir pazarda konuşma yapabileceğim aklımın ucundan geçmezdi, meğer pazarlarda konuşmak için gelmişim bu dünyaya! Mikrofonsuz yaptığımı yaptıysam, mikrofonlu neler yapmazdım!
Bir 90’lar Kürt âdetiyle noktalayayım. Başta cezaevlerindekiler olmak üzere, her yerde mücadele eden, bu seçimde iyi bir sonuç alınsın diye elinden geleni yapmış partili ve gönüllülere, oyuyla ve/veya eleştirisiyle bize yön, yol gösteren seçmenlere selam eder, başaramadıklarımız için, eksiklerim için özür dilerim.
#Bir #adaylık #serüveni