Evlatlarını kaybetmiş, her türlü zulme ve baskıya rağmen hâlâ “barış” diyen Kürt anneleri ve halkı var. Onlar, tüm ötekileştirmeye, dilinin yasaklanmasına ve çocuklarının kemiklerine duydukları hasrete rağmen barışta ısrar ediyor. O çığlıkta, o ısrarda senin çocuğun da var.
Diğer tarafta ise kin ve cehaletle gözü kararmış bir zihniyet duruyor; kendi çıkarı için düşman yaratıyor, savaş çıkarıyor, bedelini yoksulun sırtına yüklüyor; kendi cebini dolduruyor. Kendi çocuklarını askere göndermeyen yöneticilere kul köle olmuş geniş bir kitle ise barışa düşmanlık ediyor.
Aç, işsiz ve yoksul bırakılmış bir toplum hâlâ “bir evladım daha olsa vatana feda olsun” diyebiliyor. Bu aklı anlamak zor. İnsan düşünmeden edemiyor: Bunlar zombileşmiş ruhlar mı? Ne oldu sizin vicdanınıza, sağduyunuza ne oldu?
Oysa barış gelse, yönetenlerin savaş bahaneleri ortadan kalkacak. Savaşa ayrılan bütçe halka yansıyacak. Çocukların, torunların askere giderken duyduğu korku bitecek. Zararın neresinden dönersen kârdır; nerede biterse sonrası kazançtır, her açıdan.
Ve sen…
Bu barış çığlığına ses ver. Katıl. Yöneticilerini sıkıştır.
“Ben de barış istiyorum, ben de çocuklarım ölmesin istiyorum” de.
Anne, baba, kardeş olarak çocuklarının yaşam hakkını savun.
Sen de omuz ver; yerde kalmasın bu barış. Birlikte omuzlayın ki hedefe ulaşsın. Çünkü kaybeden de kazanan da tek taraflı olmuyor; sen de kaybediyorsun. Barışı savun ki barış çığlığı karşılık bulsun, büyüsün, güçlensin. O çok sevdiğin ülke de ancak böyle güçlenir.
Sormak gerekiyor: Hangi savaşan, demokrasiden uzaklaşan ülke gelişmiş, ilerlemiş? Etrafına bak, dünyaya bak. Şiddetle temizlenmiş bir tarih yoktur. Eskilerin dediği gibi, kan kanla değil, suyla yıkanır; o su da en saf hâliyle barıştır.
Etik olan, senden olmayanın da hakkını korumak ve savunmaktır. Çünkü dünyada yalnızca sen yoksun; seni sen yapan, senden olmayanlardır. Beyazın anlamı siyahla, sessizliğin anlamı sesle belirlenir. Başkasının hakkını savunmak, aslında kendi vicdanını savunmaktır.
İsviçre’den Bir Örnek: Farklılıkların Tehdit Değil Zenginlik Olduğunu Gösteren Bir Model
Farklılıkların bir tehdit olarak sunulduğu, dillerin ve kimliklerin korku nesnesi hâline getirildiği bir coğrafyada, İsviçre örneği tam tersini gösteriyor: Farklılıklar bölünmenin değil, birlikte yaşamanın ve demokrasinin temelini oluşturabiliyor.
İsviçre’de dört resmi ana dil konuşuluyor; farklı kültürler bir arada yaşıyor ve dünyanın örnek aldığı bir demokrasi işliyor. Ülkenin yürütme organı, yedi üyeden oluşan Federal Konsey’dir. Her yıl bir üye, ülkeyi yurtdışında temsil etmek üzere yalnızca bir yıllığına başkan seçilir. Konsey üyelerinin tümü eşit statüdedir ve kararlar mutabakatla alınır.
Her kantonun kendi meclisi vardır ve kendi bölgesi için bağımsız kararlar alabilir. Ülkeyi ilgilendiren konularda ise merkezi federal meclis devreye girer. Bunun yanında doğrudan demokrasi mekanizmalarıyla halk, referandum ve yurttaş inisiyatifleri yoluyla karar süreçlerine doğrudan katılır.
Sekiz milyonluk, dört ana dilin konuşulduğu bu ülkede, yaklaşık iki yüz yıldır savaşa girmeden işleyen bir sistem vardır. İsviçre bugün hem dünyanın en güvenli hem de en zengin ülkelerinden biri olarak kabul ediliyorsa, bunun nedeni farklılıkları bastırması değil; onları tanıması ve birlikte yaşamın parçası hâline getirmesidir.
Elbette her ülke İsviçre olmak zorunda değil. Keşke olsa. Ama en azından bugünkünden daha barışçıl, daha demokratik, daha özgür ve farklılıklarla barış içinde bir yaşam inşa edilebilir. İsviçre örneği, bunun bir hayal olmadığını gösteriyor.
Siz de, sevdiklerinizin hayatta ve yanınızda olduğu; ülkenizin daha yaşanılır, daha demokratik ve daha refah içinde olmasını istemez misiniz?
Son olarak sormak gerekiyor:
Üzerinde bulunduğunuz toprakları, o çocukları kim daha çok düşünüyor?
Savaş çığırtkanlığı yapanlar mı, yoksa barış için bedel ödeyenler mi?
İsviçre / Tokat Sesimiz Gazetesi
