“Pir Sultan Abdal tut damenin anın
Düşmanına düşman ol hanedanın
Nur-ı çeşmidürür Şah Murtaza’nın
Erenler hünkârı İmam Hüseyin”
Yas-ı Muharrem’deyiz. İyinin kötüye ka4rşı tarihi bir duruşun nasıl olması gerektiğinin resmedildiği Kerbela darındayız. Sayıları on binler olan vahşet ordularına karşı, 73 aile efradıyla başkaldıran “haksızlık karşısında eğilmeyiniz, eğilirseniz hakkınızla birlikte, şerefinizi de kaybedersiniz” diyen Şahı Murtaza Ali evladı, Peygamber torunu İmam Hüseyin’in huzurundayız. Her muharrem kendimizi Kerbela’da sorguladığımız ve haksızlıklar karşısında “neredeyiz” diye kendimize sorduğumuz günler içindeyiz.
Bu sorgulama her gün biraz daha canımızı acıtarak kendisini bizlere hissettirmektedir. Aynı Kerbela acısı gibi karşımızda durmaktadır. Yüzümüz yerde, özümüzü dara çekmektedir. Hakikate bizleri davet etmektedir. Hüseyin Kerbela çölünden “sen neredesin” diye bizlere seslenmekte, bizi bizlere hatırlatmaktadır.
Her atılan adımda bizi sorgulamaktadır. “Biz dedeler” derken, “dedelere aylık” derken, devlet kapısında pasaport, yol harçlığı sırasına girerekten, o “aç kal, alçalma” diyerek bizleri uyarmaktadır. Kendi bedenini ölüme yatırıp, haksızlıklar karşısında nasıl davranmamız gerektiğini pratiğiyle göstermektedir. Aması, fakatı olmadan, kirli olan her şeye kafa tutmaktadır. Haksızlık ve vahşet ne kadar güçlü olursa olsun mazlumun hakkının asla teslim alınamayacağını dünyaya ispatlamaktadır. Binlerce yıldır dilden dile aktarılarak unutulmayan, İmam Hüseyin’in direnişi, bizlerin yol süreğimizin izi olmaya devam etmektedir. Bu iz açlıkla terbiye edilmiş bir beden değildir.
Bu oruç bir iradenin tecilli ve Şahı Şehidan Hüseyin’in acısının ilklerine kadar hissedilmesidir. Mazlumun kendisini ifade etmesi ve bununla da hak ettiği gibi kendisini yüceltmesidir. Hüseyin direnişi, mazlumun haksızlıklara karşı gücüdür. Emeğidir. Yas-ı Muharrem orucu işte bu emeğin tüm ezilen, mazlum kesimlerce ortaklaştırılması, sahiplenilmesidir. Kerbela’daki zaferin taçlandırılması, miras olarak alınması ve gelecek nesillere bırakılmasıdır. Alevi felsefesinin özü burada oluşmuştur. Şekil kazanmıştır, kendisini ifade edecek temsilcisine kavuşmuştur. Hiç kimse Aleviliği Hüseyin kadar temsil edemez.
Öyle ki; “Tarih, Hicret’in 61. yılını, yani 10 Ekim 680’i gösteriyordu. Yezid’in valisi İbn-i Ziyad’ın 30 bin kişilik orduyu Hüseyin’in üzerine gönderdi. Muharrem ayının 7’sinde Ömer bin Sa’d çemberi daralttı ve kampın suyollarını kesti. Muharrem ayının 9’unda, kampın su kaynakları tükendi ve önlerinde sadece savaşmak ya da teslim olmak seçeneği kaldı.
Hüseyin adamlarına, teslim olmaya niyeti olmadığını, savaşacağını söyledi. Sayıca çok yetersiz oldukları için, öldürülecekleri aşikârdı. Yine de hepsi ölmeyi tercih etti. Hüseyin herkesin kampı terk edip, gece karanlığından yararlanarak kaçmakta serbest olduğunu söyledi ancak hiçbiri yerinden kıpırdamadı.
Ertesi sabah Hüseyin düşman askerlerine uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşma öylesine etkili oldu ki, Yezid’in generallerinden Hûr, devasa düşman ordusunu terk edip, Hüseyin’in bir avuç ordusuna katıldı. İbn Sa’d diğer adamlarının da saf değiştirmesinden korkup, Hüseyin’e ilk oku atarak savaşı başlattı. Hüseyin’in taraftarlarından ilk olarak Hur, Habib bin Mezahir gibi Hüseyin’in ve babası Ali bin Ebu Talib’in yakın arkadaşları döğüştüler ve birer birer hayatlarını kaybettiler. Bunlardan sonra Hüseyin’in akrabaları dövüştüler. Ölenler arasında Hüseyin’in oğlu Ali Ekber, kardeşi Hasan’ın oğlu Kasım, tek taraftan kardeşi ve sancaktarı Abbas (Alemdar) da vardı.
Kadınlar ve çocuklar çadırlarda birbirlerine sarılmış, savaşın bitmesini bekliyorlardı. Hüseyin’in oğlu İmam Zeynelabidin de, savaşamayacak kadar hasta olduğu için çadırdaydı. Hüseyin diğer oğlu Ali Asgar henüz altı aylıktı ve susuzluktan ölmek üzereydi. Hüseyin oğlunu kucağına aldı ve Yezid’in ordusunun karşısına dikildi. Çocuğa bir yudum su vermelerini istedi. Ama Hurmala bin Kâhil, Ömer bin Sa’d’ın emri ile çocuğu okla vurdu. Boynundan vurulan bebek oracıkta can verdi.
Hüseyin oğlunu gömdükten sonra tekrar düşmanın karşısına çıktı ve onları teslim olmaya davet etti. Birebir savaşta çok fazla kayıp veren Ömer bin Sa’d’ın ordusu Şimr bin Zi’l Cevşen’in emriyle toplu hücuma geçti ve her taraftan ok ve mızraklar Hüseyin’in üzerine yağmaya başladı. Sinan bin Enes en-Nehai veya Şimr bin Zi’l Cevşen kafasını kılıçla keserek Hüseyin’i öldürdü. Kafası mızrağa takıldı ve herkese gösterildi. Üzerindeki değerli eşyalar alındı ve yarı çıplak bırakıldı.
Ubeydullah bin Ziyad’ın emri üzerine Hüseyin’in cesedi atlara çiğnetildi. Daha sonra Yezid’in askerleri çadırlara girdiler ve kampı yağmalamaya başladılar. Ölen 72 kişinin cesedi El-Gadiriye köylüleri tarafından ertesi gün defnedildi.
Bununla birlikte Kerbelâ’dan Kûfe’ye ve Kûfe’den Şam’a yapılan yolculuklarda Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep bin Ali ve oğlu Zeynelabidin her fırsatta Yezid’in neler yaptığını ve Kerbela’da işlenen suçları Müslümanlara anlattılar. Yezid’in mahkemesine çıkarıldığında Zeynep büyük bir cesaret örneği sergileyerek Yezid’in halifeliğinin geçersiz olduğunu ilan etti.”
gündem