Doğumunun 116 yılında Nazım’ın anısına saygıyla…
İlk ayrılığı, ilk uzağı yaşadığım yer Ceyhan.
59’de ilkokulu bitirmiştim. Ortaokula Ceyhan’da devam edecektim. Ağabeyim Ceyhan’a yerleşmiş, seyyar satıcılık yapıyordu; onun yanında, onun himayesinde okuyacaktım. 59 sonbaharının ılık, güneşli bir sabahında Sevdillli’de Tırbe Ğate’nin orda bindiğim kırmızı burunlu kamyon gün ikindiye vururken beni Malatya’ya bıraktı. İlk kez bir şehir görüyordum; bambaşka bir dünya. Şaşkındım, ürkektim. Bir faytona binip gara gittim. Ürkekliğimden faytoncuya verdiğim paranın üstünü de isteyememiştim.
O akşam Malatya garından Ceyhan’a yol aldım. Bütün gece trende ilginç insan manzaraları arasında öğleye yakın Çukurova’nın sarısıcağına, Ceyhan’a ayak bastım. Önce Yoğurtçu Hamit’in dükkanına gittim. Köyden çıkarken öyle tembihlemişlerdi. Zaten bizim oralardan Ceyhan’a çalışmaya gelenlerin ilk uğrak yeri Yoğurtçu’nun dükkanıydı. Yoğurutçu, Küreciğin Bekir Uşağı’ndan gelip yerleşmiş Ceyhan’a. Gençliği bizim oralarda çobanlık yapmakla geçmiş. Aleviliğe aşırı düşkündü. Okumaya geldiğimi öğrenince daha bir sıcak davrandı. ‘‘Oku’’ dedi, ‘‘oku, biz bu yezitlerle ancak okumakla başa çıkarız.’’
Oniki yaşında ilkokula başlamıştım. Liseyi bitirmem gereken yaşta ortaokula yazılıyordum. Sırık gibi bir öğrenci. Tüm bakışlar üzerimde; bakışlar ezici.
Ağabeyime fazla yük olmamak için yaz tatillerinde ve ders arası dinlenmelerde iş buldukça çalışıyordum. Fırınlarda hamurculuk, kahvelerde garsonluk, çırçır fabrikalarında hamallık …
Bir yaz tatilinde Ceyhan ırmağına nazır Köprübaşı kahvesinde garsonluk işi bulmuştum. O tarihlerde soğutucular henüz yaygın olmadığından meşrubatlar özel buzanelerde üretilen buzlarla soğutuluyordu. Bizim kahvenin meşrubatlarını soğutmak için buzları buzaneden ben getiriyordum. Her gün bir kaç kez, kahveye beş yüz metre uzaklıktaki buzaneden bez çuvallar içinde, yermi otuz kilo ağırlığındaki buz kalıplarını sırtımda taşımak zülüm gibi geliyordu bana. Dizlerimin bağı çözülüyor, nefesim kesiliyordu. Bu halde bile patron her seferinde küfürle karışık ‘‘Ulan mektepli uyuz eşek gibisin, buzları yine eritmişsin…’’ diyerek azarliyordu. Azarlama ne ise, küfürleri içime bıçak gibi batıyordu. Bir gün yine kan ter içinde buzları getirdim, buzları bırakır bırakmaz yere yıkılıp kalmıştım. Patron, bu halimi görmezden gelerek ‘‘ Nerde kaldın Ulan uyuz eşek’’ demeden edemedi. O an birden gücümün bittiğini, içimdeki ılıklığın boşaldığını his ettim. Gözlerim kararmış, kendimden geçmiştim. Gözlerimi açtığımda, yorgunluğun açlığımı yuttuğu vaziyetteydim. Gazozları koyduğumuz fıçının yanında, ıslak beton üstünde yığılıp kalmıştım.. Üzerimde kahverengi telveli sular akıyordu. Porton bu halime bakıp gülmekten kebapları yutamiyordu. Kırmızı yüzü daha kırmızılaşmıştı. leşe duymamış yabani bir hayvan gibi yalanıp duruyordu.
Neden sonra kalkabildim. Kapıya doğru yürürken ayaklarımdaki gücü sınadım önce. Sonra tam kapının eşiğinde kahvedekilerin duyabileceği bir sesle ‘‘patron’’ dedim ‘‘senin ananı avradını yüzbin kez….’’ Kaçış o kaçış, bir daha kahvenin yanından geçmedim. Çünkü biliyordum; patron görse beni ‘‘paramı çaldın’’ diye iftira atacaktı.
O kaçışta soluğu Yoğurtçu’nun dükkanında aldım. Yoğurtçu, tedirginliğimi fark etti. Önce her zaman takıldğı gibi ‘‘Anan gözel mi?’’ diye bir güzel takıldı, sonra tezgahın altındaki buzlu ayranından bir tas ayran uzattı. ‘‘Al iç’’ dedi, ‘‘ serinlenirsin.’’ Ayrnı içtim; ferahladım. Olayı anlatım Hamit Amca’ya. ‘‘Gözel yapmışsın, Yezidin tekidir, o ’’ dedi. Tanıyormuş. Bu sırada üstü başı kireç lekeleri içinde bizim Sevdilli’li Lallo İbrahim çıka geldi. Zeynebin oğlu Lallo İbrahim. İbrahim ağabeyi köyden hayal mayal hatırliyordum. Zeynep Ana genç yaşta dul kalınca geçim uğruna gelip Ceyhan’a yerleşmişti. Zeynep Ana ev işlerinde, İbrahim inşaat işlerinde çalışıyordu. Diğer iki oğlu Mehmet seyyar satıcılık, Hüseyin simit satıyordu. İbrahim ağabi tanıdı beni, sarılıp öptü. Hamit amca, öfkeli bir yüzle yaşadıklarımı anlatı. İbrahim ağabi, ayranını içip nefes aldı, sonra ‘‘bizim kalfa talebeleri sever, dilersen gel bizim inşaata çalış, işin kolayını veririz, zorlayamayız seni ’’ dedi. İçimde ekmek filizi tomurculandı. O an açlığımı da yorgunluğumu da unutum. Araya zaman koymadım; sonraki gün İbrahim ağabi ile birlikte inşaatta idim.
İnşaat işçisini de gayri Nazım baba anlatsın:
YAPIYLA YAPICILAR
Yapıcılar türkü söylüyor,
yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz daha zor.
Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl,
ama yapı yeri bayram yeri değil.
Yapı yeri toz toprak,
çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur,
ellerin kanar.
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli,
her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak,
ne herkes kahraman,
ne dostlar vefalı her zaman.
Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı.
Bu iş biraz daha zor.
Zor mor ama
yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
Alt katlarında.
İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar
Kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var
Her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde.
Yükseliyor
Yükseliyor
Yükseliyor yapı kan ter içinde.